7 Kasım 2010 Pazar

Demek mazoşistiz...

Laik ve Atatürkçü diktatörlüğü cumhuriyetle özdeşleştirerek Müslüman toplumu cumhurdan arındırmış öyle dâhili bir düşmanla karşı karşıyayız ki, artık tahammül ve sabrı tüketen baskı ve ayırımcılık patlama seviyesine ulaşmıştır.

Cumhuriyetin kutlanışıyla ilgili yılda bir kez düzenlenen bayramda dahi göstermelik olsa da birlik ve beraberliği yansıtacak bir bütünlüğü doğrayan Genelkurmay ve CHP’nin gerek iç gerekse dış tek tehdit olduğu, başkanları değişse de Müslüman Halk düşmanlıkları aynı kin ve nefretle devam ettiği anlaşılmıştır. Dolayısıyla “Kırmızı Kitap” olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesine iç ve dış tehdit olarak Genelkurmay ve CHP’yi nitelemek, Türkiye’nin güç ve bağımsızlığı adına hayati bir uyarıdır.

Özellikle Askeri okullarda verilen din aleyhtarı eğitimler reform edilmediği, terfilerin askeri başarıya göre değil Kemalizm bağlılığına göre değerlendirildiği, Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığına bağlanmadığı ve CHP’nin altı oku anayasadan çıkarılmadığı müddetçe bölücü diktatörlüğe son verebilmek mümkün değildir.

1924 anayasasında devletin idari biçimi cumhuriyet, dini “İslam” yazıyordu. 1927’de “din’i İslam” maddesi kaldırılarak tüm etnik kökenlileri tek çatı altında birleştiren inanç mucizesinin lağvedilmesiyle isyan, çatışma ve bölünmeler başladı, haçlıları dize getirip kahramanlık destanları yazan milletimiz, İslam karşıtı CHP’lilerin vicdanları deşen saldırılarıyla katledildi. 1937’de CHP’nin altı oku anayasaya konmasıyla cumhuriyet yerine CHP diktatörlüğü ilan edildi ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez şartlarından dolayı bugünde egemenliği sürmektedir. Kaymakamların memurlara Cuma namazına gitmeyi yasaklayan kararları, devlette görev yapanlara ibadeti yasaklayıp, sokakta da ancak izin verdiği ölçüde serbest bırakması tamamen laik düşüncenin bir yaptırımı olarak huzursuzluk ve güvensizlik had safhaya ulaştı. Müslümanlara karşı sürdürülen baskı ve tehditler o dönemdeki gibi radikal olmasa da günümüzde de şiddetini devam ettirmektedir.

CHP, yıllarca savaştığımız haçlılardan bile daha korkunç amansız ve riyakâr bir düşmandır. Çünkü içimizdedir. Fitne, nifak, bölücülük ve insaniyetsizliğin merkezi olan CHP ile gerekçe ne olursa olsun asla müzakereye ve uzlaşıya kalkışılmamalı, onlara meşruiyet kazandıracak her türlü ilişkiden, hatta tartışmadan dahi kaçınmalıdır. Şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı, yapmamaktır. Cüzamlıdan kaçar gibi onların bulunduğu yerden kaçmalı, milletin ve vatanın bekası için mutlaka yalnızlığa terk edilmelidirler. Türkiye ve Müslümanlar aleyhine en ezeli düşman bilinen bdp, İsrail ve ABD gibilerle asgaride anlaşılabilir ama CHP ile asla…

Müslüman TSK’ni komuta eden Genelkurmay’ın yayınladığı genelgeyle canlarını veren ve vermek için sırada bekleyen yiğit askerlerin tesettürlü ana, kız ve eşlerini vatan haini düşmanlarmışçasına tecrit etmeleri, mutlak bil mukabeleyi zorunlu kılmakta; şehit ve adayların ebeveynleri ayağa kalkarak, evlatlarını kendilerine hasım Genelkurmay komutasında askere göndermemelerine meşru bir haktır. Müslümanları teröristlikle yaftalayıp cumhurdan saymayarak birarada bulunmayı genelgeyle yasaklayan Genelkurmay, ülkeyi parçalayacak bir bölücülüğün korkunç fitilini ateşlemiştir. Genelkurmay, başkomutan Cumhurbaşkanı ve hükümetten bağımsız bir kurum mudur ki fütursuzca meydan okuyabilmektedir?

29 Ekim Cumhuriyet etkinlikleri dolayısıyla valilerin şehit ve gazileri davetlerinde türbanlı eş, ana ve kızlarına düşmanca tepki göstererek salonu terk eden subay görüntüleri dehşet vericidir. İçeride komutanlar olduğu gerekçesiyle tesettürlü şehit ve gazi yakınlarının resepsiyonlara alınmaması, geçmişteki işgal güçlerinin tavırlarını hatırlatmaktadır. Eğer tesettürlüler bu kadar tehlikeliler ise, neden evlatları askere alınmaktadır? Dünyanın neresinde böylesi faşizan bir ayırım mevcuttur?

Nüfusunun % 70’i tesettürlü olan Türkiye’de, Genelkurmay’ın ya da CHP’nin türbandan kaçabilmeleri mümkün müdür?

İnsan yaratılışı, aklı ve duygusundan bihaber öyle nasyonalist ya da ulusalcı bir CHP yahut Genelkurmay diktatoryasının baskısı altındayız ki; aynı şekilde konuşacak, aynı şekilde düşünecek, aynı şekilde inanacak, aynı şekilde hareket edecek, aynı değerleri paylaşacak, aynı kılık ve kıyafete bürünecek bir biyomekanik toplum oluşturma boyunduruklarını zorbalıkla dayatmaktadırlar. Oysa milyarlarca insan fiziki olarak aynı olmadığı halde nasıl olur da ruhen tek tip insan oluşturabilme hayalindedirler? Kemalizm gibi her faşist devletin rüyası olan tek tip insan modeli, apaçık yaratıcı Allah ve insanlık karşıtlığıdır. Laik ve Atatürkçü olmak bir mecburiyet ise; neden olmayanları vatandaşlıktan çıkartmıyorlar?

85 yıldır kanla dayatarak asimilasyonu başaramadıkları laiklik ve Atatürkçülük söylemlerinden çark ederek dini argümanlara, özellikle türbana sığınıp oy alabilme hileleri cumhuriyet kutlamalarıyla açığa çıkmış, seçim meydanlarında sözde türban sorununu çözecekleri vaadinde bulunan CHP, cumhurbaşkanı eşinin türbanına birkaç saat bile tahammül edemeyerek davete katılmamışlardır.

Müslümanlara kan kusturan CHP Diktatörlüğü’nün baskısından kurtulamayan Ak Parti Hükümeti; CHP’siz bir çözümün olamayacağı mahkûmiyetiyle şehit ana ve kızlarına özgürlük verememenin acziyeti içinde kıvranmaktadır. Halka ve seçtiği hükümete kök söktüren Genelkurmay ve CHP, anayasayla hükme bağlanmış devletin ebedi sahibi olma cüretkârlıklarından dışa karşı caydırıcılığımızı da yerle bir etmişlerdir. İsrail’in cesaret ederek gemimize saldırıp yardımsever dokuz vatandaşımızı katletmesinin bedelini de bu yüzden ödetemediğimiz tartışılmazdır. Halka ve hükümetine amansız düşman kurumların ahkâm kestiği bir ülke, asla caydırıcı olamaz ve emir erliğinden öteye geçemez…

Eğer Müslüman milletin örtüsü türbana karşı sürdürülen acımasızlık ve düşmanlığı CHP yaparsa rejim, bir Fransız ve Ermeni yaparsa mı savaş nedenidir?

1919 Fransız işgalinde olan Maraş’ta, Uzunoluk hamamından çıkan Müslüman iki Türk kadınına Fransız ve Ermeni askerler, “Burası Türklerin değildir. Burada artık bu şekilde gezemezsiniz” diye sarkıntılık yapıp tıpkı günümüz CHP’lileri gibi örtülerini zorla açmaya çalışmaları üzerine, Çakmakçı Sait isimli genç, mütecaviz askerlere karşı koysa da gözü dönmüş düşman kurşununa hedef olup ağır şekilde yaralanır. İşte tam o esnada hamamın karşısındaki Sütçü dükkânında olayı seyreden Sütçü İmam, tabancasını çekerek olaya müdahale eder. “Durun bire densizler. Yaptıklarınız yetti artık. Bugün namus günüdür.” deyip silahını ateşler. Bir işgalci askeri öldürür, ikisini de ağır biçimde yaralar. Türk Milletinin dini, namusu ve şerefine uzanmak istenen menfur eli daha orada kırıverir. Bu kurşun, aynı zamanda Türk İstiklal Mücadelesinin de ilk kıvılcımı ve ilk müjdecisi ise, bugün değişen nedir?

Tıpkı Sütçü İmam misali Müslüman Türk kadınının örtüsüne uzanan eli kıran Osmaniyeli İzzet Kıraç, Fransız ve Ermeni askerlerinin dölü olan Gümüşhane eski Baro Başkanı Ali Günday’ı aynı inanç ve duyguyla cezalandırmış, lakin o günün Müslümanlarınca İstiklal Savaşını tetikleyen duruş sergilenemediğinden türbana uzanan eller engellenememiştir. Olayın sıcaklığında korkudan kaçışarak buldukları köşelere saklanan sözde Müslüman türban savunucuları, kendilerine bir zarar bulaşmasın gerekçesiyle din düşmanlarından daha celalli olayı kınamışlardı. Haklı gördüğüm İzzet Kıraç’a bir avukat tutabilmek için ne Trabzon, ne Erzincan, ne Erzurum bırakmış, ücretlerini peşin ödeyeceğimi belirttiğim halde İstanbul ve Ankara da dâhil olmak üzere cesur bir avukat bulamamanın hayretiyle lanet etmiştim. Apo gibi azılı bir terörist için binlerce avukat yarışırken, tıpkı Sütçü İmam duruşuyla Müslüman kadın adına yapılmış bir olayda avukat bulamamıştım. Eskiden tanıdığım Trabzon’daki bir avukatın hayati endişe gerekçesiyle talep ettiği yüksek miktarı da peşin ödeyerek, vekâletini üstlendirmiştim. Basının kamuoyuna duyurmasıyla hakkımda alınan ölüm kararı ve suçu övmek fiilinden aleyhime açılan davalara hiç aldırış etmemiş, aşağılanan Müslüman kızlarımızın akan gözyaşlarının durulabileceği umuduyla desteğimi eksiltmemiştim. Ancak sözde türbanı savunan yığınlar öyle münafıklardı ki, gerek İzzet Kıraç gerekse şahsımı insafsızca eleştirmişlerdi. Tıpkı Mahmut Hoca’ya verilecek İslam Üstün Hizmet Ödülündeki provokasyon misali CHP’lilerden daha şiddetli bir karşıt duruş sergilemeleri, neden Müslümanların aşağılanarak dışlandığına açık bir cevaptır.

Hafızamdan bir türlü silemediğim dehşetsi olay; 1995 yılında Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde meydana gelmiş, Sağlık Hizmetler Yüksek Okulunu birincilikle bitiren türbanlı bir kızımızın kürsüden yapacağı konuşma sırasında geçmişin Haçlı, Fransız ve Ermeni askerlerinden daha zalim ve Müslüman Türk düşmanı olan Yüksek Okul Müdürü Prof. Dr. Servet Özgür adlı barbarın sahneye çıkarak, tıpkı bir hayvan misali kızımızın ağzından tutarak sahneden fırlatması hala nefesimi kesmekte ve kanımı dondurmaktadır. Servet Özgür adlı o merhametsiz canavara gösterdiğim sert tepki sonrası aleyhime “hakaret ve tehdit”ten dava açarak hak aramaya kalkışması ve kendisine hiçbir müeyyide uygulanmayarak aşağılanan o türbanlı öğrencinin hakkının da iade edilmemesi, laik ve Atatürkçü rejimin tüm içyüzünü ortaya koymaktaydı. Söz konusu o barbar, bugün Gaziantep Üniversitesinde Halk Sağlığından sorumlu Sağlık Yüksekokulu Müdürü olarak görev yapabilmektedir.

İşte bilim; işte çağdaşlık. Nerede insanlık!

CHP Diktatörlüğü’nün islamofobi korkusu, türbana tanınacak bir özgürlükle laiklik ve Kemalizm’in yıkılabileceği sendromu yaşamasına neden olmakta, böylece anıtkabir tapınak şövalyelerini tahrik ederek kaosu tetiklemektedir. Peki, suçlu CHP ya da Genelkurmay mı, çözümü gerçekleştirecek kararlılığa ve cesarete sahip olamayan hükümet mi? Yoksa dini ve insani direnişi ortaya koyamayan sömürücü sivil toplum örgütleri mi? Ya da gazete ve televizyon ekranlarında sükse yapan kanaat önderleri mi? Veya eş ve kızlarının örtülerini ekonomik, can ve makam kaygılarından peşkeş çekebilen münafıklar mı? Kadın dayanışmasını desteklemeyen riyakâr Kadın Hakları Savunucuları mı? Din ve namus saydığı örtüsünü eğitim veya iş gerekçeleriyle tavize kalkışan dönekler mi? Dinlerine ve atalarının mücadelelerine sırtlarını dönen yığınlar mı?

Laikliği kabul etme mecburiyetinde bulunanların laiklik tanımı öyle trajikomik ki, öylesi bir anlamı ne CHP, ne Genelkurmay, ne de Kemalistler dile getirmektedir.

Allah’a olan iman ve inancı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden ve sekülerizmin siyasi bir terminolojisi olan laiklik, onlara göre; din düşmanlığı değilmiş, din ve vicdan özgürlüğüymüş, inanç ve ibadet hürriyetiymiş. Ayrıca ne anayasamızda, ne yasalarda, ne YÖK Kanunu’nda, ne YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde, ne Atatürk ilkelerinde başörtüsünü ima yoluyla bile yasaklayan bir ifade yokmuş. Anayasa’nın amir hükmüne göre, özgürlükler ancak yasalarla sınırlandırılabilirmiş, böyle bir sınırlandırma da yokmuş.

Madem öyle; neden milyonlarca türbanlı itilip kakılıyor, cumhuriyet düşmanı ilan ediliyor, duvarlar örülüyor, hakaret ediliyor, eğitim ve çalışma hakları ellerinden alınıyor, muhacirliğe zorlanılıyor, askerdeki evlatlar ziyaret edilemiyor, yaka-paça kürsülerden indiriliyor, asimilasyona tabi tutuluyor, resepsiyonlara katılamıyor, otobüslerden atılıyor ve baskılar uygulanıyor? Bütün bu olanlar keyfi ise; nerede hukuk, nerede hükümet?

Gün olmuyor ki resmi ve sivil hayattaki türban zulmü yürekleri dağlamasın. Türbanlıları “vatan haini” gören müstebitlik, ya mutlak bir federasyonu ya da atalarımız misali bir mücadeleyi zaruri kılmaktadır. Vatan adına canların verildiği bir ülkede şehitlerin eş ve analarını hiçbir güç aşağılamamalı ve dışlamamalıdır. Genelkurmay’ın kinsi ayırımcılığından özellikle TSK ürkütücü bir tehlike altındadır.

Düşmanlığın her türlüsüne şahit olduğumuz memleketimizde türbanlı öğrencileri sınıftan çıkartan öğretim görevlilerine YÖK’ün getirdiği yaptırım psikolojik baskılarla aşılmakta, öğrencileri sınıftan atmak yerine ders işlemeyerek sınıftaki diğer öğrencileri türbanlılara karşı kışkırtarak, ihanetsi korkunç bir kamplaşma ve çatışmaya yol açmaktadırlar.

Meclis ve hükümetin duyarsızlığı, hele çözümün seçimlerden sonraya bırakılacağı duruşları düşmanlığı ve çözümsüzlüğü daha da körükleştirerek önlenemez bir fecaate taşıyacak boyuttadır. Artık vaatler ve ötelemelere tahammülün kalmadığı, alçakça aşağılanan halkın nereye kadar sabredeceği kestirilememektedir. Hükümetin, MHP’nin çağrısına kulak vererek türbanı çözüme kavuşturabilmek adına derhal referanduma gitmesinin hayati zorunluluğunu dikkate alma mecburiyeti vardır. Aksi tavrı apaçık bir aldatmacadır.

“Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” Platon

Hiç yorum yok: