28 Ekim 2010 Perşembe

Laikliği kabul edenlerin din özgürlüğü bir aldatmacadır...

Dünyanın her tarafını gezdim gördüm; her inanç ve kültür sahibiyle iş ve arkadaşlık yaptım; siyasi, askeri, din ve bilim adamlarıyla sohbetlerde bulundum ve sonunda Türkiye gibi riyakâr bir siyasete, inanışa ve topluluğa rastlamadım.

Din kurallarını seküler anlayışı çerçevesinde belirleyip yasak ve özgürlükleri dikta eden bir rejimin sadece Türkiye’de var olduğu, “devrim ve laik yasalar” ilkesi gereği mutlak itaati mecbur kılarak halkı hegemonyası altına almasının doğru mu yoksa yanlış mı olduğu tartışması tamamen beyhudedir.

Laikliği ve din karşıtı devrimleri onamış bir milletin din hürriyetiyle ilgili hiçbir talebi olamaz. Hele laikliğe, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağına yemin ederek devlet olan siyasilerin türban misali inanç ve ibadet özgürlüklerine ilişkin serzeniş ve girişimleri apaçık bir ikiyüzlülük ve aldatmacadır.

Laikliğin vahyi reddeden bir sekülerizm olduğunu inkâr eden, Atatürk’ün bir kurtarıcı olarak dine özgürlük ve millete egemenlik kazandırdığını savunan politikacıların güç ve makam uğruna dinlerini ve müminleri peşkeş çekerek laikliği ve Atatürkçülüğü meşrulaştırıp kökleştirmelerinin korkunç ve paradoksal sıkıntısı yaşanmaktadır.

Vahye ya da türbana geçit vermeyen laik rejim bayraktarlarına karşı duyulan tepki ve nefretin ulumaktan öte hiçbir haklılığı ve yaptırımı bulunmamaktadır. Hem laikliğe bağlılığını dile getirecek hem de vahyin kurallarına sadık olduğunu iddia edeceksin. Diğer bir ifadeyle hem inkâr edecek hem de iman edeceksin!

Onlar, değiştirilmesinin teklifini dahi yasaklayan laik rejimin muhafızları iken, SEN KİMSİN?

Din lehine olabilecek herhangi bir düşünceyi dahi “laikliğe aykırı” gerekçesiyle en sert tepkilerle püskürten, yargılayan ve partileri kapattırabilen bir düzende, herhangi Müslüman bir politikacının “dine aykırı” söylemine hiç şahit olunmamıştır. Çünkü hepsi gizli veya aşikâr laik düzenin koruyucularıdırlar…

Din adına fetva verilmesinin yasak olduğu laik bir düzende; resmi bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ne işe yaradığı çoğu kişinin zihninde bir sorgu oluştursa da, laik egemenliğin İslam’i düzene karşı bir kalkan misyonu yürüttüğü, böylece laikliği meşrulaştıran bir güvence aracı olduğu, ancak rejimin dinle ilgili öngördüğü direktifler doğrultusunda varlığını sürdürdüğü bilinmelidir. Dinle ilgili emirleri Allah, peygamber ve Kur’an’dan değil doğrudan laik devletten almakta, modernleşme hareketinde çok önemli adımlar attıklarını ifade ederek, peygamberin davranış ve yaşamını gericilikle yaftalamaktadırlar. Örneğin tartışılan türban ile ilgili bir fetvaya dahi cesaret edememekte, apaçık bir hüküm olan başörtüsünü geleneksel dini bir vecibe olarak algılandığı açıklamasıyla nasıl laik bir papalık kurumu olduklarını kanıtlamaktadırlar. “Laiklik artık oturdu” diyebilen Diyanet İşleri Başkanı Müslüman olabilir mi?

Aslında hiçbiri savunduğu fikir ve inançta samimi olmayıp, her kesim birbirinden korkmaktadır. Başta devlet olmak üzere laisizm yanlıları cami, ezan, namaz, oruç ve hac gibi İslam emirlerine olurluluk vererek müminleri zapt etmekte, Müslüman kimliklerde laikliği İslam’la özdeşleştirerek sığıntı da olsa bürokrasi, meclis ve hükümette yer alabilmektedirler. Dolayısıyla ortada ne laiklik ne de İslam kalmakta, özün değil sözün egemen olduğu münafıklık yediden yetmişe herkesi kuşatmaktadır.

Laiklik ve Kemalizm’e karşı dik duramayıp ekonomik veya siyasi kaygı güdenlerin dinleri ve inançlarıyla ilgili dilenci misali herhangi bir hak iddiaları söz konusu değildir. Aynı şekilde diyanet teşkilatına ve dinin bazı buyruklarına izin veren rejimin de laiklik adına türbanı yahut başka bir ayeti yasaklaması mümkün değildir. Halk iradesi dışında zorla dayatılan düşünce ve yasalar bir uzlaşma perspektifinde değerlendirilse de, neticede savaşsı bir ayrılığı getireceği tartışılmazdır. Birbirini yok etmeye çalışan iki zıt anlayış diktasal bir rejimle değil, ancak bireylerin özgürlükleriyle uzlaşı ve barışı doğurur. Adil, tarafsız ve eşit hassasiyetle dengeyi sağlaması gereken devlet, laik ve Atatürkçü olduğunu vurgulayıp kendini meydana getiren diğerlerine düşman kesilmesi kaosu ve savaşı tetikleyen bir ayırımcılıktır. Kimin laik ya da Müslüman’ca yaşamasına devlet değil bireyler karar vermelidir. İnsaniyetsizliği, çatışmayı, tahammülsüzlüğü, bölünmeyi ve saldırganlığı teşvik eden rejimin ta kendisidir.

Gerek politikacılar gerekse toplumun rızasıyla laiklik ve Atatürkçülük anayasayla hükme bağlanmışken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın laiklik uyarısı meşrudur. Başsavcının bildirisini TBMM’ni vesayet altına alma, haddi aşma ve hakaret etme benzeri tepkiler, ancak trajikomik gösteriden başka bir şey ifade etmemektedir. Laikliğe ve Atatürkçülüğe yemin etmiş ve laik rejimin tüm kurallarını kabul etmiş bir meclis, hükümet ve halkın dinle ilgili özgürlük arayışları tabi ki laikliğe aykırıdır. Madem insan haklarına aykırı ve antidemokratik olduğunu iddia ediyorlar; Türkiye’yi laik bir rejimle ve kurtarıcı Atatürk ilkeleriyle yönetenler kendileri değil mi?

İstanbul Üniversitesinin eski rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun; “Bu yasak kararı uygulanmaya başladığında hiç bir sorun olmadı. Öğrenciler başlarını açmaya başladılar” açıklaması tüm gerçeği özetlemekte, yasağı başlatanlardan daha aşağılık yasağa teslim olup saçlarını açan ve açtıranların olduğu ortaya çıkmaktadır. Ölümüne ciddi bir deriniş sergilenseydi yasağın devam edemeyeceğini dolaylı olsa da Alamderoğlu itiraf etmektedir.

Dinler arası diyalog girişimiyle hak din İslam’ı Hıristiyanlık ve Yahudiliğe peşkeş çeken Müslümanların yüzkarası Fetullah Gülen, verdiği fetvalarla türbanlı öğrencilerin ya saçını açtırarak ya da peruk taktırarak direnişi kırdırıp din aleyhtarlarını cesaretlendirmiş, dolayısıyla Müslüman imajı türbanı “adet bezine” dönüştürerek kutsallığını yitirtmiştir. Amaçları hak düzen İslam değil para ve müstemlekesel bir iktidardır! Haklar ancak mücadelesel dik bir duruşla elde edilir. Bundan dolayı sürmekte olan türban yasağının asıl sorumluları Fetullah Gülen, diyanet ve Müslüman maskeli politikacılar olup, başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya ve Kemal Alemdaroğlu gibiler onların yanında masumdurlar. Para, saltanat, şöhret, itibar ve dokunulmaz makamlar varken; neden rejime direnip de fırsatları tepelim ve peygamberlerin yaşadığı o meşakkatli yolları izleyerek rahatımızdan ve canımızdan olalım benliği aleniyken; neyin hesabını soruyor ve hakkını arıyorlar? Özellikle Fetullah Gülen, tıpkı şeytanın ilmiyle sapıtması misali dinden çıkmış bir kâfir midir?

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.” Al’i İmran 100

Önce kendinize bakın da ondan sonra başkalarını suçlayın…

Şeriata laiklerden daha insafsız ve celalle saldıran Müslüman kimlikli materyalistler, saltanat koltukları ve harami kazançları altlarından kayar korkusuyla rejime dost görünebilmek maksadıyla vahye iman etmişlere vurdukça vururlar.

Örneğin muhafazakâr olarak bilinen Yeni Şafak Gazetesinin daha etkili ve inandırıcı olabilme hasebiyle Cumhuriyet Gazetesinin bile yapmayı onuruna yediremeyeceği bir iftiraya kalkışarak, dünyanın birçok yerinden ödül töreni maksadıyla gelen saygın İslam âlimlerini Cübbeli Ahmet Hoca üzerinden provoke etmeleri, münafıkların ne denli daha tehlikeli olduklarını ortaya koymaktadır. Sözde siyaset dünyasının türban sorununu tarihe gömmek üzere seferber olduğu propagandasıyla “Karagöz-Hacivat” oyununu referans göstererek, halkla âlimlerin buluşmalarını engelleme komplosunun senaristi gizli bir mason teşkilatı olan Bildenberg’ci binbir surat Fehmi Koru, teşvikkâr da Ak Parti olduğu kuvvetle muhtemeldir. Unutulmamalıdır ki 28 Şubat darbesi, cübbeli ve sarıklı alimlere verilen iftar yemeğinden yapılmış, dolayısıyla Ak Parti ve malum gazeteler hala bu paranoyadan sıyrılamamışlardır.

Hıristiyan, Yahudi ve mason dostlarını memnun edebilmek için papa, rahip ve hahamlara kırmızı halılar serer, U2 rock grubunu Dolmabahçe de ağırlayarak boğaz köprüsünü kapattırıp emirlerine amade eder, şerefli atalarımızı soykırım yapmakla aşağılayan tecavüzcü zalim Ermenilerin iddialarına meşruiyet kazandırabilmek için İdare Mahkemesinin yasak kararına rağmen İstanbul’da toplantılar düzenlerler; ama sıra dünya Müslümanlarının “İnsanlığa Hizmet Sempozyumu” adı altındaki ödül verme törenine gelince, düşmanlardan daha çok düşman kesilirler. Acaba o ödül Mahmut Hoca’ya değil de Fetullah Gülen’e verilseydi başta Bülent Arınç olmak üzere cumhurbaşkanı, başbakan, tüm hükümet üyeleri ve diyalogcu masonlar orada bulunmazlar mıydı? ABD’nin düşman ilan ettiği İslam âlimlerine müttefiki Başbakan Erdoğan nasıl dost olabilir?

Birkaç velinin kızlarını türbanla ilköğretim okuluna göndermesi, 10-12 yaşları arasındaki sokak defilelerine bikinilerle çıkan kız çocuklarından daha büyük yankı yapabilmesi, çocuk pornosu gibi bir sapıklıkta neden dünya birinciliğine ulaştığımıza açık bir delildir. Yeni Şafak ve Zaman gazeteleri gibi münafıkların ilköğretim okuluna gönderilen türbanlı öğrencilerin güya türban çözümüne darbe olarak nitelendirilmeleri, laik oligarşiye gösterdikleri yaltakçılık değil de nedir?

Münafıklar tarihe gömülmeden ne türban sorunu çözülür ne din özüne kavuşabilir ne de sömürü sona erer…

Aslında saç örtüsü türbanın, sokaklarında kamu alanı sayılarak yasaklanmasını ve hak etmeyen işbirlikçi sürüngenlere nefes dahi aldırılmamasından yanayım.

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab. 36

Son derece açık ayet hükmüne göre; Allah’ın bugünü ya da geleceği bilmekten aciz görerek İslam’ı modernleştirmekle övünen laik papa Ali Bardakoğlu ile dinler arası diyalogun bayraktarı Fetullah Gülen sapık olmuyorlar mı?

Hiç yorum yok: