7 Temmuz 2010 Çarşamba

Seküler (laik) siyaset şeytanidir…

Seküler düzenin fışkırttığı ilkelerle beslenen politikacılar insanları öylesine sömürdü, hak ve adaleti doğradılar ki, siyaset gibi peygambersi yönetimi yerlerde süründürerek manipülasyonlarla nefislerine peşkeş çekip, vicdansızlığın bayraktarları ve şeytanın temsilcileri oldular.

Siyaset; devleti, dolayısıyla halkı yönetme erdemliği olup, insanlar arasında hak ve adaleti, huzur ve güveni, birlik ve beraberliği, eşit hukuku, etnik ve dini kimliklere karşı peşin yargıdan uzak durmayı, önce halkını sonra kendini güvene almayı, halkı açken kendi tok olmamayı, halkının değerlerini koruyup gözetmeyi, güce ve makama göre kayırmamayı, suçlulara hak ettikleri cezayı vererek toplumu mal ve can tehdidinden korumayı, zalimlere karşı celalli mazlumlara karşı lütufkâr olmayı, haksızlık karşısında aleyhine dahi olsa adaletle hükmetmeyi, halkının işi, aşı, barınağını temin etmeden standardını yükseltmemeyi, eşit paylaşımdan taviz vermemeyi, kendinden ziyade emri altındaki toplumlar için kaygılanmayı, dolayısıyla sokaktaki bir evsizi, hor ve hakirlik içinde kıvranan insanları mutlu etmeden kendi mutluluğu için çalışmamayı ve asla saltanata meyletmemeyi emreder.

Siyaset, kısaca yaşamın bütünü, suyu, nefesi ve ruhudur. Siyasetin olmadığı bir toplumda ne düzen ne birlik ne güç ne adalet ne huzur ne de dirlik olur. Başta Hz. Muhammed (sav) olmak üzere tüm peygamberler en mükemmel devlet adamları olarak adaleti siyasetle başarmış; yaşam standartları, düşünce ve davranışlarıyla örnek olmuş, aleyhlerine dahi olsa kıl kadar haksızlığa ve ayırımcılığa izin vermemişlerdir.

Seküler, yani dini reddeden laik düşünceler dini siyasetten baskı ve hileyle arındırsalar da, ruhun bedenden ayrılması misali ölü olmalarından aydınlık saçamamakta; böylece karanlık, kötülük, entrika, haksızlık ve adaletsizlikler egemen olmaktadır.

Aslında suçlu politikacılar değil seküler rejimler, sorgulamayan ve mücadele etmeyen toplumlardır. Yaratıcı’yı ve kurallarını benliksel gerekçelerden reddeden laik rejim, tanrısal bir iktidar peşinde koşmaktan insanları felakete sürüklemekte, temsilcilerini azdırarak insanlığı ve adaleti tüketen her türlü eylemin içinde bulunmayı etkileştirmektedir. Kimi politikacılar inançlarından dolayı karşı koymaya çalışsalar da kayıtsız-şartsız rejime bağlı yükümlülüklerinden ellerinden bir şey gelmemektedir. Ancak benliklerini bayram ettiren bir makamda bulunmalarından adaletsel bir riski göğüslemeye cesaret edememektedirler.

İslami rejimin siyasi önderlerinin ahlakıyla laik rejimin politikacılarını bir kıyaslayalım da, ondan sonra kimin hak kimin batıl ya da rahmani veya şeytani, vicdanlı yahut gaddar olduğuna karar verelim.

Tek bir elbise, bir hurma ve üflemeyle yıkılabilecek barınaklarla yetinen devlet adamları mı, yoksa saltanat sürenlerin mi hakkı ve adaleti gözetebileceği önyargısızca muhakeme edilmelidir.

Kendini halkı yönetmeye adamış bir siyasi; öncesinde ne kadar zengin olursa olsun seçilmeden veya başa geçmeden tüm zenginliğinden arınmalı, parası ve malını vekilliğine aday yoksullara dağıtmalı, idare ettiği veya edeceği halkının en alt seviyesindekinin hayat standardına razı olmalıdır. Aksi takdirde o bir yalancı, sömürücü, ikiyüzlü ve aldatıcıdır.

Hiçbir makam ayrıcalığa meşruiyet getirmemeli, ancak halktan arda kalanlar siyasi ve bürokratlara layık görülmelidir. Ancak seküler kapitalist ve sosyalist sistemler, toplumların yöneticilerini efendileştirdiğinden köle halk, maalesef geçicide olsa laf ve maskelerle gerçeğin perdelemesine izin vermekte, uyandıklarında da şikâyet etmeleri bir yana, birde daha beterinin tuzağına düşebilmektedirler.

Devletin zengin, vekil ve bürokratların güvenle saltanat sürdüğü bir düzende; halk horlanmaya ve yoksulluğa mahkûmdur. Halkı refah ve güven içinde olmayan bir devlet, ancak acımasız bir sömürgecidir.

Devrin en zenginlerinden biri olan Hz. Ebubekir, İslam’la şereflenmesinin akabinde ve halife olmasının öncesinde malını mülkünü yoksullara dağıtmış, üzerinde tek bir elbise bırakmak suretiyle dönemin en yoksulu olmuştu. Vaatlerde bulunmamış; ne kadar faziletli, adil, vicdanlı ve dürüst bir yönetici olduğunu nefsinden başlayarak halkına örnek olmuştu.

Hz. Ebubekir gelen malları Sünuh denilen yerde muhafaza ederdi. Herkesin bunu bilmesine rağmen buranın bir bekçisi yoktu. Bir gün kendisine “Ey Allah Rasûlü’nün Halifesi! Niçin bu malların başına bir bekçi bırakmıyorsun?”denildi “Bu konuda hiç bir korkum yoktur” buyurdu. “Peki niçin?” diye sorduklarında da “Kapısını kilitliyorum! Bu yetmez mi?”karşılığını verdi. Ama işin aslı şöyleydi: Hz. Ebubekir gelen malı hiç bekletmeksizin fakirlere dağıtır ve beytülmalda hiç bir şey bırakmazdı.

Hz. Ebubekir mal dağıtımı sırasında herkese eşit muamelede bulundu. Bunun üzerine Hz. Ömer “Ey Allah Rasûlü’nün Halifesi! Sen Bedir ashâbını diğerleriyle bir mi tutuyorsun? Onlara daha fazla vermen gerekirdi”. dedi. Hz. Ebubekir’se şunları söyledi: “Dünya geçim üzerine kuruludur. Geçimin en hayırlısı da ortanca olanıdır. Bedir ashâbının üstünlüklerine gelince onların üstünlükleri sevaplarındadır.”

Bir mal dağıtımı esnasında Hz. Ebubekir’e ilk Müslümanlara daha fazla vermesi teklif edildi. O ise şunları söyledi: “Onların üstünlük ve faziletleri Allah katındadır. Geçim hususunda yapılacak en iyi şeyse herkesi bir tutmaktır.”

Hz. Ebubekir halife seçildiğinde halk arasında eşit bir şekilde taksimat yaptı. Bunun üzerine bazıları “Ey Allah Rasûlü’nün Halifesi! Keşke Muhacir ve Ensar’a daha fazla verseydin!”dediler. Hz. Ebubekir’se şöyle buyurdu! “Ben onların ecirlerini satın almak istemiyorum. Geçim işinde ise hiç kimseyi tercih etmeyerek herkese eşit muamele etmek en iyisidir.”

Hz. Ebubekir vefat edip defnedildiğinde Hz. Ömer, Müslümanların ileri gelenlerini çağırttı. Bunlar arasında Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ve daha başkaları vardı. Sonra hep birlikte gidip Hz. Ebubekir’in beytülmalini açtılar. Ancak orada, içerisinde bir dirhem bulunan bir keseden başka hiç bir şey bulamadılar. Çünkü Hz. Ebubekir gelen malların hepsini dağıtıp hiç bir şey koymamıştı.

Hz. Ali mal dağıtırken azatlısıyla aynı miktarda mal verdiği bir Arap kadını itiraz etmişti. Bunun üzerine Hz. Ali şunları söyledi: “Allah’ın kitabına baktım ve orada İsmail’in çocuklarına İshak’ın çocuklarından daha fazla verilmesi gerektiğine dair bir şey görmedim.”

Bir görevli, Hz. Ali’ye gelerek “Ey Mü’minlerin Emîri! Beytü’l-mal altın ve gümüşle doldu!”dedi. Bunun üzerine “Allâhu Ekber!”diye tekbir getiren Hz. Ali, kalkıp beytülmala kadar gitti. Giderken “Elimi Müslümanların ganimetlerinden herhangi bir şeyle kirletmedim. Çünkü onları nereye verilmesi gerekiyorsa oraya verdim” mealinde bir şiir okuyordu. Oraya vardığında görevliye “Git Kûfe’nin fakirlerini buraya çağır!”dedi. Halk çağrıldı ve beytülmalde bulunan malın tamamı dağıtıldı. Hz. Ali bu dağıtım esnasında “Ey altın! Ey gümüş! Siz gidin de başkasını aldatın; çünkü beni asla aldatamazsınız” diyordu. Bu şekilde, bir dirhem ya da bir dinar kalmayıncaya kadar bütün malı dağıttı.

Sahabelerden biri şöyle anlatıyor: Bir gün Hz. Ali’nin yanına gitmiştim. Orada bulunduğum sırada kölesi Kanber gelerek “Ey Mü’minlerin Emîri! Sen beytülmaldaki bütün malları dağıtıp hiç bir şey bırakmıyorsun. Hâlbuki aile efradının da bu mallarda hakkı vardır. Ben senin için bir şey ayırdım” dedi. Hz. Ali ne ayırmış olduğunu sordu, o da “Buyurun gidelim de bakın” dedi. Bunun üzerine bir odaya girdik. Orada içi altın ve gümüş kaplarla dolu bir çuval vardı. Bunu gören Hz. Ali “Annen matemini tutsun ey Kanber! Sen benim evime büyük bir ateş mi sokmak istiyorsun?” buyurdu. Sonra da onları tartarak halka dağıttı. Bunu yaparken de “Ey dünya! Beni değil, başkasını aldat!” diyordu.

Hz. Ali’ye halktan biri; “Ey Mü’minlerin Emîri! Allah Teâlâ, sana ve aile halkına Müslümanların beytülmalinden bir hisse ayırmıştır. Sen ise soğuktan titriyorsun!”dedim. Bu sözler üzerine Hz. Ali şunları söyledi: “Allah’a yemin ederim ki sizin malınızdan hiç bir şey almadım. Şu üzerimdeki elbise de Medine’den çıkarken giymiş olduğum elbisedir.”

Hz. Ömer, bir gün dörtyüz dinarı bir keseye koyarak hizmetçisine “Bunu Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’a götür ve sonra oralarda oyalanıp bu parayı ne yapacağını öğren” dedi. Hizmetçi paraları alıp Ebu Ubeyde’ye götürdü ve “Mü’minlerin Emîri bu dinarları, ihtiyaçlarını gidermen için sana gönderdi” dedi. Ebu Ubeyde “Allah Teâlâ, Mü’minlerin Emîrine merhamet etsin” dedi ve sonra cariyesini çağırarak ona “Şu yedi dinarı falan aileye, şu beş dinarı falan kişiye götür. Şu beş dinarı da falana ver” diye emretti. Böylece hiç bir şey bırakmaksızın paranın tamamını fakirlere dağıttı. Hz. Ömer’in hizmetçisi dönüp geldi ve gördüklerini olduğu gibi ona anlattı. Bu kez Hz. Ömer “Şimdi de şu dörtyüz dinarı alıp Muaz b. Cebel’e götür. Aynı şekilde onun evinde de biraz oyalanıp paraları ne yapacağını öğren” dedi. Hizmetçi paraları Muaz’a vererek “Mü’minlerin Emîri ihtiyaçların için bu parayı sana gönderdi” dedi. Muaz da “Allah ona merhamet etsin ve kendisine bol bol ihsan eylesin!”diye dua etti. Sonra o da Ebu Ubeyde gibi cariyesini çağırarak “Şu paraları al! Falan aileye şu kadar, falan adama bu kadar ver. Falan yoksula da şu kadarını götür” dedi. Bunun üzerine Muaz’ın hanımı “Allah’a yemin ederim ki o gönderdiğin kişiler kadar biz de muhtacız. Bundan bize de bir şeyler ayır” dedi. Ancak kesede iki dinardan başka para kalmamıştı. Muaz bu ikisini de hanımına verdi.

“Hatta Serv-i Himyer gibi çok uzak memleketlerdeki bir çobanın hakkı, buraya kadar gelmek zahmetine katlanmasına gerek kalmaksızın bizzat eline verilecektir.”

Hz. Ömer hastalanmıştı. Ona bal yemesini tavsiye ettiler. O sırada beytülmalde de bir kap bal vardı. Hz. Ömer o hasta haliyle mescide gelip minbere çıkarak sahabelere “Eğer izin verirseniz o balı alayım. Aksi takdirde o bana haramdır” dedi. Onlar da alabileceğini söylediler.
Hz. Ömer, Abdullah b. Erkam’a “Müslümanların mallarını, kendilerine ayda bir dağıt” diye emretti. Ancak daha sonra bu zamanı haftada bire, sonunda da günde bire indirdi. Bunun üzerine devletin ileri gelenlerden birisi; “Müslümanların mallarından bir kısmını, daha sonraları meydana gelecek felaketlerde kullanılmak üzere bir tarafa ayırsan olmaz mı? Böylece yardıma muhtaç olduğumuz bir sırada ondan faydalanabiliriz” dedi. Bunun üzerine halife Hz. Ömer şunları söyledi: “Bu söylediklerini senin diline şeytan atmıştır. Allah onu alt etmenin yollarını bana göstermiş ve beni onun fitnesinden korumuştur. Ben gelecek senenin korkusuyla bu seneden Allah’a isyan edemem. Ben gelecek felaketler için Allah korkusu hazırlamaktayım. Allah Teâlâ “…Kim Allah’tan korkarsa Allah da onun için (sıkıntıdan kurtulacağı) bir çıkış yeri ihsan eder. Ve ona ummadığı yerden rızık verir…” ayetiyle cevap verdikten sonra, eğer senin dediğin gibi yapacak olursam benden sonrakiler için kötü bir âdet bırakmış olurum” buyurdu.
Hz. Ömer’in akrabalarından biri gelip beytülmalden bir şeyler istedi. Hz. Ömer onu sert bir şekilde azarlayarak “Sen benim Allah’ın huzuruna hain bir kral olarak mı çıkmamı istiyorsun?”dedi.

İste İslam anlayışlı siyasiler; işte seküler anlayışlı politikacılar!

Mutlaka birileri onların bir kabile ve ilkel yönetim, kendilerinin ise güçlü bir sözde hukuk ve çağdaş devlet olduğunu öne sürerek; kendileri gibi mirasyedi bir müstemleke olmayıp binbir meşakkat ve savaşlarla yoktan bir devlet kurdukları, Yaratıcılarına, millete ve atalarına nasıl ihanet ettikleri gerçeğini itirafa yanaşmazlar. Çünkü laikler için iktidar; halkı sömüren ve sınıflara ayıran bir aristokrasi yönetimidir.

Anlayana sivrisinek saz, anlayamayana davul zurna az bile…

Hiç yorum yok: