14 Eylül 2017 Perşembe

Vahyi olmayan devlet şeytanidir…

Batılın fışkırttığı ilkelerle beslenen politika insanları öyle sömürdü ki, adil bir yönetim olan siyaset, politikaya peşkeş çekilmek suretiyle nefse galebe çaldırılmış; böylece manipülasyonlarla hak ve adalet doğranarak altüst edilmiştir.  

Siyaset; devleti, dolayısıyla halkı yönetme erdemliği olup, insanlar arasında hak ve adaleti, huzur ve güveni, eşit hukuku, önce halkını sonra kendini güvene almayı; halkının değerlerini koruyup gözetmeyi, güce ve makama göre kayırmamayı; suçlulara hak ettikleri cezayı vererek toplumu mal ve can tehditlerinden korumayı; zalimlere karşı celalli, mazlumlara karşı lütufkâr olmayı, haksızlık karşısında aleyhine dahi olsa adaletle hükmetmeyi; kendinden ziyade emri altındaki toplumlar için kaygılanmayı; özü muhafaza edip yabacılaşmamayı; halkına karşı sultalaşmamayı; her şart ve koşulda vahyi referans almayı ve asla saltanata meyletmemeyi emreder. 

Siyaset, kısaca yaşamın bütünü, suyu, nefesi ve ruhudur. Siyasetin olmadığı bir toplumda ne düzen ne birlik ne güç ne adalet ne huzur ne de dirlik olur. Başta Hz. Muhammed olmak üzere tüm peygamberler en mükemmel devlet adamları olarak adaleti siyasetle başarmış; düşünce ve davranışlarıyla örnek olmuş, aleyhlerine dahi olsa kıl kadar haksızlık ve adaletsizliğe izin vermemişlerdir.

Seküler, yani vahyi reddeden laik düşünceler dini siyasetten baskı ve hileyle arındırsalar da, ruhun bedenden ayrılması misali ölü olmalarından aydınlık saçamamakta; böylece karanlık, kötülük, entrika, haksızlık ve adaletsizlikler egemen olmaktadır.

Allah, dinler arası hoşgörüye, hürriyete, tahammüle ve yardımlaşmaya hükmetmiyor da, seküler-laik düşünce mi sağlıyor?

Her ne kadar yasa yapıcı politikacılar yalancı iseler de, asıl günahkârlar seküler-laik rejimleri sindiren ve mücadele etmeyen toplumlardır. Yaratıcı’yı ve kurallarını benliksel gerekçelerden reddeden laik rejim, nefsi bir iktidarlık peşinde koşmaktan insanları felakete sürüklemekte; dolayısıyla insanlığı ve adaleti tüketen her türlü düşünce ve eylemleri kolayca etkileştirmektedir.

İslami rejim ile seküler-laik rejimler objektif kıyaslandığında görülecek odur ki; özgürlük adına yaratıcı ALLAH’a kulluk yapmaktan kaçınanların, seçilmiş insanlara yani kula kulluk yapılmasına çağdaşlık adıyla manipüle edilmiş olunmasıdır. Bu durumda ALLAH’a kulluk yapmak mı bir özgürlük yahut medeniyettir; yoksa beşere esir düşülerek kulluk yapmak mı? Sonuçta her iki tarafta yasalarıyla hüküm sahibi iseler; yaratıcı mı ya da yaratığa mı kulluk akılcılıktır? Dolayısıyla önyargısızca muhakeme edildiğinde; hak ve adaleti gözeticinin nefsin değil Allah’ın kuralları olduğu aşikârdır. 

İster kapitalist isterse sosyalist olsun seküler-laik yapılarda Allah adına değil nefis adına anayasa yapılır. Dolayısıyla toplumların istek ve düşüncelerine göre yapılan yasalar doğrudan Allah’ın indirdiği yasalara meydan okumadır. Ama buna rağmen yazılmış kader yani kabulüne yanaşılmayan ‘o kitap‘ her şart ve koşulda üstün gelmekte; seküler-laik yasaların ne düzeni ne de vaatlerini yerine getirememiş olmasından değişimi sürekli mecburiyet doğurarak hem yanlış sürdürülmekte hem de insanlar aldatılmaktadırlar.
   
Din dışı seküler-laik devlet düzenlerinde tanrı insandır! Çünkü hâkimiyet kayıtsız-şartsız halka yani beşere dikta edilmiştir. Toplumların Allah inancı kulakları aşıp kalplere inmediğinden söz konusu düzenler sindirilerek varlıkları sürdürebilmekte; böylece insanlar kendi kendilerine yaptıkları zulümde sınır tanımamaktadırlar.

Vahyi hükümler siyaseti; seküler-laik hükümler politikayı üretir. İnanç ile iman ve ruh ile beden nasıl farklı kuvvetler ise, ruhu temsilen siyaset ile bedeni temsilen politika da farklıdırlar. Dolayısıyla adil olabilmesi imkânsız seküler-laik politikayla yönetilen halk öyle acımasız bir sömürüyle karşı karşıyadır ki,  diri diri toprağa gömüldüklerinim farkında bile değillerdir.   

Aslında dünya, nefsi tatmin; ahiret ise ruhu tatmin üzerine kurulmuştur. Bu sebeple nefsi tatmin için politika; ruhu tatmin için siyaset vardır.

Üstünlük ve faziletleri Allah katından değil de nefisten uman insanın şeytani düşüncelere meyletmesi, aldatılarak batıla sapmasına yegâne sebeptir.  Bu yüzden fani dünyanın nimetlerine öyle aldanmıştır ki, ne Allah’ı ne peygamberlerini ne anayasası olan kitabını ne de göç edecekleri ahiret yurdunu tanımaktadırlar.  

Tamamen nefsi olan seküler-laik politikayı güden ve uyanlar bilmelidirler ki, ahirete göç etmeleriyle birlikte Allah huzuruna ‘hain’ olarak çıkacaklardır. Öyleyse dünyada sahip olunan bir şey ölümle birlikte yitiriliyor ise, o şeyin bir övüncü ve faydası olabilir mi?  
 
Anlayana sivrisinek saz, anlayamayana davul zurna az bile…

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44  

“Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (ahiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür: Allah onlara gazabetmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! Maide 80


“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.” En’am 70

Hiç yorum yok: