23 Eylül 2017 Cumartesi

İnsan için süs her şeydir!

Çünkü gizlenebilmesinin başkaca yolu yoktur.

Bir nutfe yani pis bir sudan yaratılan insan, yaratılışına ve fıtratsal kulluğuna bakmaksızın yaratıcısına karşı öyle kibirlenir ki, ya bedensel ya fikirsel ya bilimsel ya da maddesel süslemelere bürünmek suretiyle nefislerine göre geliştirdikleri donanımlarla öyle had aşarlar ki, hem kalıcı olmayan tadilatlarla benlik güder hem de özgürlükten dem vurarak yaratıcı kesilir.

Uygarlığın doğuşu olarak nitelendirilen Helenistik dönem, fiziksel görüngü, teori, felsefe, aldatma ve çağdaşlığın ilk merkezidir. İnsanın temel oluşumunda, ruhunda, hastalığında, rızkında, ölümünde, kaderinde ve yaşam sürecinde dilediği ilerlemeleri kaydedemeyen krallar veya politikacılar, debdebeyi şiar edinerek insanların gözlerini boyamak, etkilemek ve güçlerini pekiştirebilmek için, fikir üretmeleriyle birlikte mimarlık alanında önceliği ele almak suretiyle yenilikler yaptılar.

Bu şekilde ululuk ve egemenlik duygusu uyandırabilmek amacıyla süslemeye aşırı önem verildi. Fikirler kadar gösteriş, lüks ve konfor merakıyla zihinler ve yapılar değiştirildi. Ancak her şey, her ne kadar başkalaştırılmaya çalışılsa da, tıpkı süslü bedenlerin leşe dönüşmesi misali çeşitli felaketlerle yerle bir olduğundan, tanrısal gösterişleri kesintiye uğradı.

Kulluğunu reddeden insan, tanrısal güçte olduğunu kanıtlayabilmek adına ihtişama, azamete ve gösterişe fevkalade önem vermiş; böylece hilkatteki eşlerini etkilemeye çalışarak yaratıcılarından yüz çevirmiştir.

O gün ki, gösterişin adı ve gücü nasıl bir uygarlık idiyse, bugün de aynıdır. Değişen sadece lügat, düşünce, bilim, konfor, aksesuar, süs, boya ve makyajın cinsi, markası, kimyası, görüntüsü ve fikirsel çeşitlerdir. İşte çağdaş olarak övünülen ve insanların etkilenmesine çalışılan olgu, yaratıcının sözüne karşı geliştirilen sözlerdir.

Aslında çağdaşlık, sözde yaratıcı olabilme vasfına ulaşılan bir “sanal tanrılık” tır. Çağdaşlara göre; gerçek dünya yani kaderle ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”;yaratıcıdan bağımsız beyin hücrelerinin çalıştırılmasıyla elde edilen bilgi ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmektedir. Oysa her iki halde de kul yani yaratılmış olan insan, yaratıcısının güdümü altındadır. Kanıtı ise yaşanılan hayattır.  

Yaldızlı ve süslü laflarla iğfal edilerek gerçekçilikten koparılıp sanallığa itilen insan, bizzat yaşayıp tecrübe edindiği dünyayı da muhakeme edememektedir.   

Dünya, kötülüğün her türlüsüne sahip inanılmaz entrika ve suçların işlendiği olaylar bütünüdür. Ama seküler benliksel yani çağdaşsal anlayışlar, bilimsel, dinsel, sosyal ve siyasal alanda öylesine etkin kılınmış ki, bir sabah uyanıldığında damarların uyuştuğu, vücudun titrediği ve kalbin yerinden çıkarcasına fokurdadığı hissedildiğinde; gerçek dünyanın ne kadar çirkin, hain, acımasız ve aldatıcı olduğu anlaşılıp sorgulanmaya başlanır; böylece çağdaşlık adına dayatılan pembe hayallerle süslü âlemin sanal değil, gerçek olduğu idrak edilir.

Sanal insanın sadece biyolojik bir varlık olduğu iddiasıyla Allahsız bir beyni ve ruhsuz bir fiziği kabulüyle özgür ve egemen olma hezeyanı kendisini öyle körüklemiş ki, ateşi kucaklamaya mahkûm olmuştur.  Edindiği süslemelere güvenerek yaratıcıyı ve ruhsal varlıkları ya tamamen ya da kısmen inkâr etmesi gerçeği kavrayabilmesini engellemiş; dolayısıyla kendisinin de ne olduğunu bilmediği “bilinçaltı” gibi zihnin bir bölgesince üretilen hipotezler olarak değerlendirmesi zorunlu kılınmıştır. Hâlbuki yaratıcının güdümünde yaşanılan gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olunmasına rağmen, benlikten fışkıran ısrar ve inat, yine de gizlenmeye yeterli olamamaktadır.        

İşte insan, benliğinin tanrısal kompleksinden ötürü aldatma, görüntü ve rahat yaşamdan ibaret süsten öte mutlak bir yaptırımı olmayan bilimsel ve teknolojik gelişmeleri müthiş ve ezeli bir uygarlık ve iradesel bir yaratıcılık olarak algılamış; tıpkı bir askerin rütbeyle ödüllendirilip terfi edilmesindeki duyduğu heyecan ve gurur misali sevinebilmiştir.  

Oysa karşı çıktığı kulluğu ve yazılmış kaderini etkileyerek, yaşamını olumlu kılabilecek ve her türlü olumsuzluklardan arındırabilecek hiçbir gelişmeyi başaramamıştır. Ki, insanın iradesel bir başarısının değer taşıyabilmesi, üç temel şeyden en az birini başarabilmesiyle mümkündür.

Ölümsüzlük verebiliyor mu; yaşam garantisini yani eceli tayin edebiliyor mu;  yaşam boyunca sürekli sağlıklı kalıp hiç hasta olmamayı teminat altına alabiliyor mu?

Öyleyse yaratıcısına meydan okuyabilecek bir kibrin değiştirdiği nedir?

Övündüğü hatta tanrılaştırdığı aklıyla, bilimiyle ve teknolojileriyle süsten öte ne gerçekleştirdi? Şeytanı temsilen benliğinin onurlanmasına, gururunun okşanmasına, kendisini üstün gören kibrinin alevlenmesine ve sadece görsellikten ibaret olan süs ve debdebeyi dahi çok kısıtlı bir alanda gerçekleştirip kalan çoğunluğu karanlıkta bırakan insan, neyiyle çalım atabilmektedir? Her ne kadar insan için görünüş her şey demek ise de, yeryüzündeki nüfusun kaçı, dilediği görünüşe sahip olabilmektedir?

Aristo der ki; “Çok süslenenlere bakın, hepside gizlenmek istiyordur.”
           
Gururunu tanrı edinmiş insan, fiziksel beyninin benlikte oluşturduğu yaratma dürtüsü ve kompleksiyle ateist köklü seküler-laik düşünceleri azdırmış, dolayısıyla vahiysel din, ya doğrudan ya da eğilip bükülerek yani ılımlaştırılarak düzenden koparılmıştır. Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslüman kimlikler de bu akışa kapıldıklarından dolaylı olarak ateistleşmişler; böylece aynı kulvardaki akıntıda sürüklenmişlerdir.

Kıl boyasını keşfeden bilim adamı George Washington Carwer, Allah’a olan inancıyla tanınır ve tüm konuşmalarında konuyu Allah’a olan derin bağlılığına getirirdi. Atlanta dergisiyle yaptığı bir röportajında, kendisine bulduğu “kıl boya” ile ilgili bir soru yöneltildiğinde şöyle cevap vermişti. “Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil.”

Yaratıcı Allah ı, kaderi, ruhu ve yaratığını anlayabilme idrakine erişememiş toplumların içinde bulundukları ikilem ve karmaşa, her şeyin maddeden ve fizikten ibaret olduğu yanılgısını doğurmuş; böylece fiziki bir tanrının ihtiyacına gerek duyularak seçilen beşerler idolleştirilmiştir. 

Seküler-laik insanların tanrısı beyni yani aklı olduğundan birbirlerine karşı üstünlük taslamakta; gurur, kibir ve azamet içinde böbürlenerek ahkâm kesmekte; yaratıcılık ve egemenlik kompleksine kapılarak mutlak iradeye meydan okumakta; nefis hâkimiyetli düzenleri inşa etmekte; iradelerini hâkim kılabilmek amacıyla arşa yerleşebilecek düzeye yücelebilmenin yollarını aramaktadırlar.

Aslında insan için lüzumlu olan hiçbir gizliliğin yaşanmadığı dünyada o kadar çok örnek olmasına rağmen, hâlâ kaderin değiştirilebileceğini düşünmek anlaşılabilir gibi değildir. Çünkü insan bir yaratıcı değil, yaratılandır. Gerçeklerden ısrarla kaçan, nefret eden ve gizlenmeye çalışan insanoğlu, yaşam felsefesini, süs ve görüntü üzerine inşa ettiği düşünceye, bedene yani maddeye yoğunlaştırmakta; dolayısıyla aşağılık ve bencillik kompleksinden hiçbir zaman kurtulamamaktadır. Bilimsel yaratıcılık iddiası da bu kompleksin sonucu olarak görselliği doğurmuş ve her şeyin üstünde tutulmuştur.  Öyle ki, diriyken yaptıkları kâfi gelmiyormuş gibi, öldükten sonra dahi görüntüye önem verilebilmekte, cesetler süslenerek fiziksel güzellik ve güç gösterisine devam edilebilmektedir. Ne için ve kime karşı?

İnsanda sürükleyici güce sahip bir inat ve itiraz duygusu vardır. Bu benliğin tesirine kapılan insan, kanıtlara ve yaratıcı Allah ın haklı olduğunu bildiği halde bir türlü kabul etmek istemez. Muhakeme edebilen bir aklı ve özgür olduğunu iddia ettiği iradesine rağmen; neden kadere mağlup olabilmektedir? Hâlbuki insan, sahip olduğunu öne sürdüğü özgür düşüncesi, mantığı, iradesi ve muhakeme yetisiyle inatçı duygusuna karşı koymak ve önyargısını yıkarak gerçekleri kabul etmek zorundadır. Eğer insan, benliksel düşünce ve duygularını bastıramıyorsa, aklına ve iradesine de hükmedemiyor demektir. Bu durumda insanın nasıl aciz, güçsüz ve çaresiz bir hükümlü olduğu açıkça görülebilmektedir.

(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna.” Hicr 39-40 

“Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi.” Fussilet 25

“Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). işte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.” Nahl 63

“Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâla buna aklınız ermeyecek mi? Kasas 60 

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimizden uzaklaştıracağım, (onları anlayamayacaklar) onlar bütün mucizeleri görseler yinede iman etmezler.” A’raf 146


Hiç yorum yok: