20 Mayıs 2017 Cumartesi

Allahsız, peygambersiz ve vahiysiz bir adalet olamaz…

Seküler-laik düşünce düzeyinde Allah’ın egemen sayılmayıp insanın kabul edilmesiyle adaletin yerini nefis almış; böylece beşerin en önemli gıdası olan adaletin elden alınmasıyla açlık dünyayı sarmıştır.

Adalet, her ne kadar kıldan ince kılıçtan keskin ve ruhun yegâne besin kaynağı ise de, vahiy dışı düşüncelerle vicdanlar kalplerden sökülüp atılmış; nefsi yargılar hüküm sürerek haksızlığa karşı susan dilsiz şeytanlar rehber yapılabilinmiştir.

Ruhu ya doğrudan ya da dolaylı olarak dışlayıp bedene odaklı bir düşüncenin adalet gibi bir kıymeti tasa yapabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple Allah değil insan egemenleştirilmiş; nefsi arzu ve istekler vahyin üstünde tutularak, yaratıcı Allah ile yaratık insanın teorisel savaşı sürdürebilmiştir.
  
“Güç, kuvvet, bilgi ve mutlaklık kimdedir” otokritiği dahi yanlışı, şüpheyi hatta sapkınlığı aydınlatmaya yeterdir. Eğer beşerde ise, Allah’a inanmanın gereği nedir? Allah’a iman edilmişse direnmenin anlamı nedir?

“İnsan, Allah için yaratılmamışsa mutluluğu Allah da bulmasının gereği nedir? İnsan Allah için yaratılmışsa Allah’a karşı direnmenin anlamı nedir?” B.Pascal

İnsanları özgür ve zayıfı güçlü kılacağı sanılan düşünceler bilgi değil teorilerdir. Oysa bilgi, insan aklının alabileceği gerçekler olup, hayatta yaşanılanlarla örtüşen olaylardır. Teori tamamen kuram olup, her ne kadar bilimsellik adına meşrulaştırılmaya çalışsa da kanıtlanmamış hayali ürünler yani hipotezlerdir.

Allah’ın indirdiği bilgileri olumsuz; teorileri ise ‘bilimsel bilgi’ olarak  olumlu sayan sekülerizm’in 'olumlu bilgi' veya ‘olumlu akıl’dan ne kastettiği ortadadır. Ancak toplumlarca tepki doğurmaması için akıl ve bilim manipüle edilmektedir.

Allah’ı ya inkâr ederek ya da gökyüzüne yerleşip yeryüzünün egemenliği insanların iradesine vererek edinilmeye çalışılan seküler açı, yeryüzü ve gökyüzü dinlerini ve tanrılarını doğurmuş; böylece riyakârsı inanç ve düzenler karmaşası dünyayı sararak nefis güdümünde bir adalet mukim kılınmıştır. 

Oysa herhangi bir şey ya da olay, kimin iradesi doğrultusunda üremekte, biçimlenmekte, düşünce ve eyleme dönüşmekte sorgusu bile gerçeğin açık perdelerini aydınlatmaya kâfidir.

İlahiyatçıların dahi seküler-laik felsefenin etkisinde kalarak batılı meşrulaştırıcı yorumları toplumları ikileme sevk etmiş; gerçek ya bilinçli yahut bilinçsiz bir saptırmayla eğilip bükülmek suretiyle temel yapı yani adalet tahrip edilmiştir. 

Öncelikle “Din nedir?” sorusu idrak edilebilirse; tuzaklar, yalanlar ve abartılar açığa çıkabilecektir. Din, kavram itibariyle itaat, hizmet, birisinin emri altına girmek, başkasının üstünlüğünü kabul edip boyun eğmek, düşünce ve iradesine kayıtsız teslim olmak, ilkelerine ve prensiplerine koşulsuz bağlılık, kanun, ceza ve millettir. Din; her ne kadar ilahsal, vahiysel, kutsal veya ruhsal bir yapıymış gibi kabul edilse, siyasi hayattan ve devletten uzak tutulmak istense de; gerçekte sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri yasaların bütünü; akıl, duygu, bilgi, düşünce ve iradelerin tamamıdır.

Bilimsel ve siyasal her anlayış ve rejim; kendine göre dini bir düzenektir. Söz konusu yapıya göre kanunlar yapılarak egemenlik hakkı güdülür, insanların itaat ve hizmeti şart koşularak üstün addedilen hâkim gücün emri altında ve onun hükümleri çerçevesinde tek güç olunduğu tasdik edilir. Bu sebeple düzenin kurucusu, yasa yapıcısı ve yöneticisi; otomatikman tanrısal bir egemenlik hakkına da sahip olmaktadır. Dolayısıyla her toplum, idare edildiği düzene göre egemen kabul ettiği gücü veya güçleri dolaylı yoldan tanrılaştırarak, farkında olmadan tapınabilmektedir.

Düşüncenin, rejimin ve düzenin adı ve tanımı her ne olursa olsun o mutlaka bir dindir. Hatta ateizm de kural ve kaideleriyle bir dindir!

Tüm çaba, insanların kul olma yaratılmışlıklarını özgürlük manipülasyonuyla yaratıcıya karşı güçlü ve irade sahibi bir egemenlik gütmek, Allah’ın koyduğu kuralları ve mutlak iradesine rakip zafer kazanabilecek üstünlüğü pozitivist temelli argümanlarla adı sekülerizm, laisizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasizm, Marksizm ve Kemalizm gibi doktrinlerin yasa belirleyici etkileriyle dinleştirilmeleri akabinde insan tanrılaştırabilmektir. Ancak teorilerindeki düşüncelerini pratikte gerçekleştirememeleri her ne kadar toplumları uyandırmasa da kader hükümlü akış, mecrasında sürmektedir. 

Yaratıcının vahiysel dinini yani anayasasını sözde kutsallaştırıp siyasetten, devletten, kamudan ve sosyal hayattan arındırarak kendi dinlerini hâkim kılanlar, hileli yönlendirmelerle inananları şeytanca aldatmışlar ve adaleti çiğnemişlerdir. Çünkü vahyi reddeden düşünce ve sistemler, mega yalanlar zemininde empoze edilmiş abartılardır.

Toplumların yaratıcıya karşı olan duyarlılığını dikkate alarak öylesi hilelere girişmişler ki, dinin sadece kişiye özel ilahsal ve ibadetsel bir ritüel olduğu anlayışını işleyerek saygı altında yaratıcıyı dokunulmaz kılıp, hapsedercesine yeryüzünden dışlamak suretiyle tüm yetkiyi kendilerinde toplamışlar; nefsi okşayan ne varsa yerine getirerek şeytan misali insanları kandırmışlardır.

Sırf Yaratıcının düzenini kabul etmemek ve egemenliği altına girmemek adına birbirlerinin köleliğine razı olmuş ve boyun eğmeyi ayrıcalıklı bir onur vesilesi sayabilmişlerdir. Acaba böylesi bir anlayışa sahip politikacı, ilahiyatçı veya devletlerin adalet tesis edebilmeleri mümkün müdür?

Açıkça söylemek gerekirse; lâik veya demokratik düşünce temelinde yapılaşan devletlerin din ile siyaseti düşman hatları misali birbirinden ayırarak insanı tanrılaştıran hukuklarıyla ayakta kalabilme çabaları, semavi dine mensup politikacı, düşünür ve ilahiyatçıların desteklerindendir. Halkı etkileyerek yanlışı meşrulaştıran bu çıkarcı mihraklar; doğrunun, hakkın ve adaletin hâkim olmasına mani olmuş, dolayısıyla Allah dini ve devlet dini gibi korkunç bir ikilem oluşturarak, dolaylıda olsa çok tanrılı bir düzeni savunabilmişlerdir. Ancak toplumlar böylesi şeytani bir hileyi derinden sorgulamamalarından gerçeği kavrayamamış, böylece çok tanrılı ve dinli inanışları özümseyebilmişlerdir.

Öyle riyakârsı ve münafıksı bir paradoksu meşrulaştırmışlar ki, Allah’ın dini ile devlet dininin sınırları çizilmiş ve alansal müdahaleleri savaş nedeni sayarak, kıyasıya mücadele etmişlerdir. Çağlar boyu süregelen çatışmalar ve bölünmeler ırktan çok dinsel zeminde baş göstermiş, Allah ile insanın egemenlik haklarından ötürü milyonlarca insanı ölüme sürükleyerek göz açtırmamışlardır. Bir tarafta vahiysel anayasayı reddederek lâik zeminli demokratik veya sosyalist dinle kendini tanrılaştıran insan, diğer tarafta yaratıcı olma hasebiyle sadece hukukuna uyulmasını emreden Allah!...

Bu durumda Allah’ın dinine iman etmiş bir Müslüman kime itaat etmeli ve hangi tarafın dini bağlılığıyla huzuru, adaleti, mükâfat ve cezasını ciddiye almalıdır? Ya Yaratıcı Allah’ı ya da kendi gibi yaratık olan insanı!

Türkiye Halkının dini, bağlı olduğu seküler odaklı laik ve Atatürkçü anayasadır. İslam dini ve Allah’a olan inançlar bir ritüel niteliğinde olup, tamamen ruhsal bir mastürbasyon taşımasından adalet mevzubahis değildir.

"Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz." Mü’minun 34

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın. “ Muhammed 33

"Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.”  Nur 47


“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır. “ Nisa 135

Hiç yorum yok: