25 Ocak 2017 Çarşamba

Vahiy dışı söze sifon çekiniz!

Çünkü ubudiyet yani kulluk ya da diğer bir ifadeyle bağlılık, güven veya itaat, yalnız ve yalnız yaratıcı Allah’a duyulması gereken bir haktır; mükellefiyettir; mecburiyettir.

Bedenen insan görünümünde ama ruhen mahluka dönüşmüş yığınların cirit attığı dünyada iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan ayırabilmenin zorluğu öyle bir mahlukluğu doğurmuş ki, insanlık silinerek mahluklar tanrılığı oynamaya koyulmuşlardır.

Ancak gerçek ile yalanı yani hak ile batılı ayıran bir süzgece sahip olmayan akıl, insan değil mahluktur!

Günümüz vahiy dışı seküler-laik-demokrat tüm düşünce ve pozitivist bilimi üreten Antik Yunan uygarlığı, çözemedikleri olaylar karşısındaki zorluklarını somut doğa olaylarına bakarak aşmaya çalışılırlardı. Ancak felsefelerine tamamen ters araştırmalarını yaparlarken, hani neredeyse yaptıklarından utanır ve teorilerindeki korkunç çelişkiyi felsefi bombardımanlarla gizlerlerdi. Çünkü onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilmesi gereken tanrı bilgeliğiydi ama bugüne değin hiçbir kul asla başaramamıştır.  

İnsanoğlunun nefsini fevkalade etkileyen ve çağdaş hüviyet kazandıran yaratıcılık hırsı biyolojik ruhsuz bir beyni ve fiziği odaklandırmakta; böylece insanın bir yaratık değil özgür ve egemen tanrısal bir akıl ve irade sahibi olabileceği hezeyanını doğurmaktadır. Allah, ruh, melek, cin ve şeytan gibi göksel varlıkların ya tamamen ya da kısmen inkâr edilmeleri, sınırlarının daraltılmaları veya bilinçaltının ürettiği hipotezler olarak değerlendirilmeleri, benliksel kompleksin egemen olabilme ihtirasından kaynaklanmaktadır.

Hâlbuki yaşadıkları gerçekler karşısında sayısız olay ve delillere şahit olan beşerin fikrindeki inkârsı ısrarcılığı, yine de pratikte yaşadığı gerçekleri saklamaya yeterli olmamaktadır. Ne de olsa yaşadıkları dünyayla ilgili somut bilgiler “ikinci sınıf bilgi”, nazari aleminin ütopik düşleri ve karşılığı olmayan teori, felsefe ve düşünceleri ise “birinci sınıf bilgi” olarak kabul görmekte; böylece kendilerince yaratıcı olabildikleri kanısına kapılarak, “beyinci tanrısal” varlıklarını yalanlarla sürdürebilmektedirler. Onlar için önemli olan bilginin hakikat ya da hilâf olması değil, beyin hücreleri çalıştırılarak mı yoksa ruhsal yahut vahiysel mi elde edildiğidir.
  
Oysa insan, halifelikle yüceltilmesine rağmen neden bizzat içinde yaşadığı gerçek hayatı muhakeme edemiyor, hiçbir dayanağı ve yaptırımı olmayan abartıların peşine takılıp gören bir kör, duyan bir sağır ve kavrayamayan bir kalbe sahip yaratık olabiliyor? Bir an olsun otokritik yaparak kendini, gelişmeleri, her türlü olayı tattıkları ve kaderin hükümsel varlığını açıkça gözlemledikleri dünyayı hiç irdelemiyor mu?

“Mutlak İrade”’ye karşı “özgür irade”’yi egemen bir yaptırım gibi kullanmaya çalışan benlik, yaratıcıyla olan iradesel savaşında kozmetik üründen öte temelde hiçbir şeyi keşfetme ve değiştirme başarısı gösterememiş, pozitif bilime, evrim teorisine ve seküler psikolojiye sığınarak, tüm çaba ve teorilerine karşın kadere olan mahkûmiyetinden asla kurtulamamış ve kendini darmadağın eden olumsuzlukları engelleyememiştir.

Ölümlü bir insanın iddiası, hakimiyeti, sahiplenmesi ya da iradesi olabilir mi?

İnatla yaratıcı Allah’a karşı üstün gelebilmek adına birçok düşünce ve hipotezler üretmiş, lâkin kadersiz hiçbirini pratik yaşamda hayata geçiremeyerek mağlup olmaktan sıyrılamamıştır. Vahiy ile bilimi ya da siyaseti birbirinden ayırabilecek kadar akıllara ve gerçeğe aykırı davranmaları nefisleri azdırmış; hatta inananlar dahi tuzağa düşerek, kendilerini güçlü ve iradesel görmek suretiyle ahkâm kesebilmişlerdir. Benlikler şeytana dahi pabuç çıkaracak bir hadsizlikle öyle azmış ki, boya ve badana yeteneklerini yaratıcılıkla özdeşleştirebilmişlerdir. Mamafih Allah izin vermeseydi onları dahi yapamazlardı!

Bunca düşüncelere, eğitimlere, yasalara ve bilime karşılık; neden olumsuzlukların, musibetlerin ve kötünün önüne geçilemediğine dair tatmin edici açıklamalar yapılamayıp çözümler üretilememekte; dolayısıyla yaratıcıyı, vahyi ve kaderi reddeden tüm anlayışların çöpsel yığınlar olarak kümbetsel beyinlerde dolgu malzemesi vazifesi gördüğü ortaya çıkmaktadır.

Vahyin tüm açıklığıyla vurguladığı; ölümü, eceli, hastalığı, kaybı, yoksulluğu, kötüyü, korkuyu, suçları, felâketi ve vahşeti durduramayan sözde yaratıcı bilim ve seküler-laik düşünce; bırakın bütün bunları, en sıradan olumsuzlukların bile önüne geçememekte, buna rağmen benliklere hitap eden teorileriyle toplumları etkileyebilmektedirler. İnsan için en keskin son ve en acı yaşam olan ölüm, hastalık ve ecel karşısındaki acziyeti, şüphesiz muhakeme edebilen akıllara somut bir ipucudur.

Eğer ölümle her şey sona erebiliyor, hastalık ve sakatlıkların kahır sonuçları engellenemiyor, eceller belirlenemeyip durdurulamıyor ise; öyleyse seküler düşüncelerin ve pozitivist bilimin üstünlüğü ve yaratıcılığı nedir?

Antik Yunan uygarlığının zirveye çıkıp en çok geliştiği dönemler Kral İskender yönetiminde olmuştur. Yunan kültürü içinde bir eğitim almış olan İskender, babası Filip’in ölmeden önce hazırlamış olduğu ortamı kaybetmemiş, Antik Yunan kültürünü batıda Makedonya’dan doğuda Hindistan’a, kuzeyde Fergana’dan güneyde Mısır çöllerine kadar yaymış ve günümüz seküler düşünce ve batı medeniyetinin temelini atmıştır.
Bir gün İskender, seferden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öyle akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki İskender’i çok etkilemiş, hayranlığını ve takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı zamanda bilge bir filozoftu. İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegâne hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş. Böylesi güçlü bir çalım karşısında o yoksul halk; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük kral! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizi nasıl ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin?” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında, İskender hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye hakim olup gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün altın, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bir şekilde bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?” İskender, duyduğu gerçekler karşısında, sanki savaşta mağlup olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde gerçekte bir “hiç” olduğunu anlamanın ezikliğiyle, boynu bükük bir şekilde oradan ayrılmış.

İnsanoğlunun sahip olup böbürlendiği geçici güç ve kudretlerinin bir kısmını ya da tamamını kaybettiklerindeki tavırları, tıpkı üzerine ölü toprağı serpilmiş ruhsuz cesetlerden farksızdır. Fıtratı gereği; anlık ve sürekli olmayan güçlere, cazibelere, makamlara ve rütbelere; benliklerini azdıran ödül, başarı ve iltifatlara karşı müthiş zaafları, yaşadıkları gerçekleri anlaşılmaz kılmakta, ancak yenilgilerine kadar süren rüyaları; mal, sağlık ve can gibi ağır bedeller ödemelerine dek uyanamamaktadırlar. Gerçi ani şokla uyansalar da acı dindikten sonra yine uykuya dalabilmektedirler. Neden fikirlerinde meydan okudukları yaratıcı Allah’a ve kâinatsal kadere karşı güçlerini kanıtlayamamaktadırlar?

Benlikleri tahrik edip baştan çıkaran “özgür irade” iddialı seküler temelli anlayışlar, “Mutlak İrade”’yi yani kaderi reddetmelerine neden olsa da insan için her şeyin bittiği o en keskin son olan ölüm, geçici de olsa geride kalanları etkileyebilmekte, böylece geçici görsel kıymetlerin dayaksızlığı kanıtlanabilmektedir. Bununla beraber her ne tedbir alırsa alsınlar, etraflarını saran binlerce musibetlere karşı çaresiz kalıp zararlarından kurtulamamaları iddialarını çökertmekte, o inanıp güvendikleri yaratıcı bilimin, makamın ve zenginliğin fiziki yaşamda kalıcı hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak bilime ve felsefeye dayalı yaldızlı ve makyajsı abartı ve gösterilerin yığınları etkileyebilmeleri, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün iradelerce seçilememesinin bir delili oluyor ki; bu durumda yaratıcı bilim ve siyaset safsatası, insanoğluna icat ettirilen en dehşetsi yalandır. 

Neden teori ve felsefelerindeki iddialarını gerçekleştiremiyor, insanlara vaat ettikleri o aydınlık, zengin, mutlu ve güvenli tekdüze yaşamı sunamıyorlar? Allah’a kul olmayı bir esaret addedip, kendilerine kul yapmayı bilim ve aydınlıkla özdeşleştirebiliyorlar. Neden halkın tamamı kendileri gibi şan ve şöhrete, zenginliğe, güvene ve her türlü haklara sahip değiller? Saltanatlık, dokunulmazlık, soyluluk ve özgürlük; sadece kendilerine midir? Her ne kadar tanrılığı oynasalar da yaşamın gerçekleri yalancı olduklarını belgelenmekte, bu sebeple laik yönetimlerin bertaraf edilmeleri kaçınılmaz hale gelmektedir.

Söze değil eyleme ve yaşadıklarınıza bir bakıp kendinizi onlarla kıyaslayın ki, sizi yaratan ve yöneten Allah’a mı, yoksa onlara mı kulluğun daha akılcı ve gerçekçi olduğunu anlamaya çalışın.

Muhakeme edebilen hiçbir akıl, kula kulluğa geçit vermez…

Kimisi adaletsizlikten, kimisi haksızlıktan, kimisi yoksulluktan, kimisi işsizlikten, kimisi borçlardan, kimisi güvensizlikten, kimisi umutsuzluktan, kimisi ahlâksızlıktan, kimisi hastalıktan, kimisi kalkınamamaktan, kimisi suçlardan, kimisi terörden sürekli şikâyet etmekte, idare edenleri suçlamaktansa; neyle idare edildiklerini yahut hangi düşünceyle yönetildiklerini hiç sorgulamayarak, köklü bir çözümden yana tavır alınmamaktadır. Sadece birkaç dakikalık muhasebe bile; savunulan ve uğruna yollara düşünülen vahiy dışı düzenlerin, şikâyetlerin hangisine çare üretebildiğini ve kökten ne verebildiğini tahlil eder, dolayısıyla yaşamsal sırrın engellenemez sıkıntılarının gerçek sebebi öğrenebilinir. Barış, sevgi, eşitlik, adalet, hukuk ve uygarlık adına dayatılan düşüncelerin; bazen acı, bazen hüzün, bazen dehşet içinde yaşanılan olumsuzlukların hangisini önleyebilmiş ve dualitiye son vererek talepleri karşılayabilmiştir? Gerçekte toplumları hangi düşünce ve ilkelerin mağdur ettiğini sorgulamayıp sadece kişi merkezli anlık suçlamalarla çözüme kavuşabilmek mümkün değildir.

Unutmamalıdır ki, insan bir yaratıktır ve yaratıcısı Allah’ın dışında herhangi bir kul yani hilkatteki eşleri tarafından güdülebilecek düşüncelere rağbet etmeyecek bir üstünlüktedir. Ancak kim olduğunu bilmeden yahut öğrenmeden insanlığıyla övünebilmesi kendisini mahluklaştırmış; böylece kula kulluk yapmayı imtiyaz belleyebilmiştir. 
     

 “De ki: Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz.” Zümer 64

Hiç yorum yok: