22 Kasım 2016 Salı

“Geleceğin yüzkarası olacaktır.”

Ancak seküler-laik çevreler, o yüzkarasını öyle parlatıp arkasına düşmüşler ki, maymundan geldiklerini kabul edebilecek kadar alçalmakta sınır tanımamışlardır.  

Oysa yeryüzünün halifeleri olarak yaratılmışlardı!

“İnsan, kendini bir yaratıcının müdahalesine layık görecek kadar küstahtır.” C. Darwin

Evrim teorisi olan materyalist-Darwinist ütopyasının maymuncusu Charles Darwin, gençliğinde çok başarısız ve öğretmenleri tarafından “aptal” olmakla aşağılanan bir öğrenciydi. Dindar, saygın ve ünlü bir hekim olan babası, oğlu Darwin’in çok iyi ve dindar yetişebilmesi için çok çabalamış, her türlü özveriyi ve fedakârlığı yapmasına rağmen, istediği sonuca ulaşamamıştı. Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan baba; “Seni anlaşılan ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor. Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır” diyerek, Darwin’i evlatlıktan reddetmişti.

Darwin, teorisi gereği neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinlerine ayak uyduramadı; çevre koşullarının etkisinde kalamayarak kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı?

Tüm çağların sözde sayılı bilim adamlarından biri kabul edilen Charles Darwin, hayvanlara özellikle de böceklere derin ilgi duymuş ve çocukluğundan itibaren aldığı dini, sosyal ve kültürel eğitimi dışlayarak tersine çok farklı bir yapılanmaya meyletmişti. Her türlü girişimlere, terapilere, öğütlere, babasının ve çevresinin baskılarına karşın düşünce ve davranışlarının önüne geçilemedi; eğitimcileriyle sürekli çatışarak okuldan atıldı. Ancak babası umudunu yitirmemiş ve din adamı olmasını teşvik ederek, zorla papaz okuluna göndermişti.

Ne var ki kilisede kalmaya hiç eğilimi yoktu ve kaderi kendisini hayvanlar âlemine çekip yaratıcısını inkâra itmiş, özünün maymun olduğu inancına götürmüştü.

Neydi kendisini etkileyen ve başka mecralara yönlendiren güç? Neden iddia ettiği “Doğal Seleksiyon”’nun gereği çevresiyle bütünleşemiyordu?

İnkâr ettiği yaratıcısı ve hakkında yazılmış olan kader, kendisine öyle bir kapı açmıştı ki, Kraliyete ait bir araştırma gemisinde masraflarını kendisi karşılamak koşuluyla genç yaşta uzun süreli bir seyahate çıkmıştı. Darwin, beş yıl süren yoğun bir araştırmayla dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler topladı, gözlemsel bilgiler edindi ve notlar aldı.

Doğa, herkes gibi onun için de tükenmez bir laboratuardı. Zaten somut olan her türlü delil ve bilgiler, gerçek dünyanın kendisi değil midir? Gözlem yoluyla değişik türlerin nasıl oluştuğu konusuna yoğunlaşmış, kimi türlerin uyum sürmesini, kimi türlerin ise uyumsuzluğa düşmesini çevresel koşullara yorumlayarak, tamamen kendiliğinden oluşan amaçsız, ruhsuz, başıboş fiziksel bir materyalist dünyanın varlığına inanmış; dolayısıyla her şeyin bir ilkten geldiğini yani yaratıcıyı reddetmişti. Hâlbuki edindiği bilgiler, şahit olduğu gerçekler ve gözlemlediği olaylar, yaratıcısız bir varlığı değil, mutlak bir yaratıcıyı destekleyici kanıtlarla doluydu.

"Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." Einstein

Ayrıca insan DNA’sının şifresini çözen ve dünyanın en önemli genetik uzmanlarından olan Dr. Francis Collins, 30 yıl öncesine kadar ateist bir Darwinistken, bilim laboratuarında Allah’ı hissettiğini ve inandığını açıklamıştı. “Allah’ın var olduğuna dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Allah’a daha da yakınlaştırıyor. Laboratuarda çalışırken Allah’ı hissetim. Kesinlikle bizden daha büyük bir güç var ve ben O’na inanıyorum. DNA’nın şifresini çözmek beni Allah’a daha da yakınlaştırdı. Hastalıktan kırılan insanlar gördüm. Bilim onlardan ümidini kesmişti. Ama mucizevi olarak hayata döndüklerini gördüm. Bu da Allah’ın işidir.”  

Çok güçlü bir Allah inancı olan ünlü TIP dâhisi Pasteur, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle meslektaşı akademisyenlerin pek çok sözlü saldırısına uğramış ve bilim çevrelerin yaptırımlarıyla karşılaşarak, önü kesilmek ve üniversiteden atılmak istenmişti. Bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur, doğa bilimcisi Darwin’in aksine, “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcının eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür” tespiti ve gerçeği keşfedilmenin başarısıyla keşiflere imza atmıştır. 

Evrim teorisi, Darwin’i her ne kadar tatmin etmiyor ve kâinattaki olaylar hipoteziyle çatışıyorsa da ısrarını sürdürmekten vazgeçmiyor, doğal seleksiyonla ilgili "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyebiliyordu. Arı ve karıncaların koloniler halinde yaşayarak davranışlarının kendi teorik mekanizmasıyla örtüşmemeleri Darwin’i şaşırtmış ve “Ne söyleyebiliriz ki?” itirafında bırakmıştı. Ayrıca arılar için, “Arıyı, büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” sorgusu ve çözümsüzlüğü, mutlak iradenin ve ruhsal bilgilendirilmenin anlaşılmasına yeterli bir ipucuydu. Çünkü farklılıkların, aykırılıkların, dönüşüm ve değişimlerin doğuşu, sevk ve idaresi; sahipsiz, programsız, ruhsuz ve yaratıcısız olamazdı. Çünkü gökyüzündeki programsal dengenin yeryüzünde de bulunması gerekti. Evrimin doğa ve çevre koşullarına göre değiştiği iddiası, onların da aynı biçimde değiştiği gerçeğini göz ardı etmemeliydi. O zaman kimin kimi değiştirdiği, yönettiği, yönlendirdiği ve etkilediği sorusu doğuyordu ki Darwin, ailesine, eğiticilerine ve çevresine karşı çıkarak bambaşka biri olabilmişti.

Türlerin sabit olmayıp sürekli değişkenliği, verimlilikleri ve kabiliyetleri, bu değişimi sağlayan egemen gücün kimliğini açıklamaya mecbur bırakıyordu. Canlılar için yaşamı, güçleri doğrultusunda iradeleriyle var olma ya da yok olma savaşı olarak değerlendirmek, temel dayanaktan yoksun hayalî bir anlayıştır. Hangi canlı iradesiyle kaybetmek veya yok olmak ister? Güçlülerin zayıfları yok ettiği teorisi, gerçek yaşamla örtüşmemektedir. Gözle görülmeyen bir virüsün, zayıf ve kuvvetsiz bir sineğin, arı veya karıncanın, ya da sıradan bir insanın dahi nasıl tehlikeli olabildiği ve en güçlü varlıkları nasıl yok edebildiği yaşanılan gerçeklerdir. Tarihteki yıkılmaz sanılan koca imparatorlukların nasıl bir avuç insanla silindiği de unutulmamalıdır. Sadece her şeye hükmeden mutlak güce sahip yaratıcı gibi bir varlığın diğerlerini yok edebileceği doğrudur.

Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla gereksiz veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleşmiştir. Teorisine göre, “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır. Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” Bu düşünce, 19.yy. acımasız kapitalizminin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganını ve düzenini doğurmuştur. Ancak hiç kimse ne dilediğini yapabilmiş, ne de varmak istediği yerde kalıcı olabilmiştir. Seleksiyon, tabii şartlara en iyi uyabilen canlıların üreyip kalması, zayıf canlıların yok olmasıdır. Bu teoriyle, her an değişkenlik gösteren çevrenin canlılar üzerinde etki veya tepki doğuran sebeplerin nasıl olgunlaşıp yönlendiği, zayıfların güçlü, güçlülerin zayıf düşebildiği bir düzenekte, evrimin hangi temel fiziksel dayanağa göre itici bir güç olarak ilerlemeyi sağladığı pozitif bilimce kanıtlanamamıştır.

İnsanoğlunun maymundan türediğini savunan Darwin, M.Ö. 6.yy da evrimden ilk söz eden İyonyalı filozoflarla aynı paralelde düşünüyordu. Onlar da canlıların sudan oluştuğunu ve atalarının da balık olduğunu, bugünkü formlarına evrimleşerek ulaştıklarına inandılar. Kendileri gibi insani bir yüce yaratılmışlığı değil de hayvanları değer alarak nasıl oluşabildiklerini çözümlemeye çalıştılar. Ancak hiçbir hayvanı evrimleştiremedikleri gibi, evrimleşen bir hayvana da asla şahit olamadılar.

Darwin de Buffon gibi, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştikleri görüşündeydi. Ama nasıl?!?
Örneğin bilim adamlarınca hâlâ çözülemeyen ve büyük bir sır olarak kalmaya devam eden “Monark Kelebekleri”’nin inanılmaz yaşamları, Darwin’in evrim teorisini yerle bir etmektedirler.

Monark kelebekleri, sonbahar döneminde gerçekleştirdikleri hayranlık uyandırıcı göçle bilinirler. Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte tam 3200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, akıl almaz bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar. Kanada’dan havalanan bu dev kelebek bulutunun hedefi Meksika’dır. Bu ülkeler arası yolculukta izlenen rota son derece hassas programlanmıştır. Kelebekler, Meksika’da her defasında hep aynı dağların yamaçlarını bulur ve kışı buradaki volkanik kayalarla kaplı arazide geçirirler. Burada Aralık’tan Mart’a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla sürdürürken yalnızca su içerler. İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü ziyafeti çekerler. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile gündüzün eşitlendiği gün koloni tekrar geldiği yere dönmek üzere kuzeye uçmaya başlar. Bu durum pozitivist bilim adamlarınca büyük bir merak konusudur. Kelebek gibi küçük bir canlı nasıl olup da 3200 kilometre gibi uzun bir mesafeyi havada kat edebilmekte, yön bulabilmekte, milyarlarca defa kanat çırptığı bu yolculuk için enerji depolayabilmektedir? Dahası, milyonlarca kelebek nasıl olup da aynı anda bu kararı verebilmektedirler? Bilim adamları için asıl bilmeceyi ise, kelebek nesilleri hakkında bilinenler oluşturuyor. Bir senede dört ya da beş nesil Monark Kelebeği yaşar. Sonbahar göçünü bu nesillerden sadece bir kuşak gerçekleştirir. Bu neslin ömrü diğerlerininkinden çok daha uzundur. Diğer nesiller ortalama 6 hafta yaşadıkları halde göç eden nesil 6 ay kadar daha uzun yaşayabilmektedir. Böylece göç eden nesiller her sene yenilenmiş olur. Bir diğer deyişle, göçe hazırlanan nesil bu yolculuğa ilk kez çıkmakta, 3200 kilometre uzaktaki bölge, ya da geçilecek yollar hakkında ‘hiçbir şey’ bilmemektedirler. Bir göç nesli, bir önceki sene göç neslin, torunlarının torunlarıdır. Bu kelebekler nasıl olup da hiçbir bilgileri, haritaları ve yön belirleme pusulaları olmadan bu ‘bilinmeyen’ yolculuğu başarabilmektedirler?

Öyleyse Darwin, neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle çevre koşullarının etkisinde kalmadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı? Neden tüm gayret ve baskılara rağmen hekim veya papaz olamadı, dindar bir babanın ve çevrenin üyesi iken, nasıl soy kütüğünü hayvana endeksleyerek ateist oldu ve insanken nasıl maymundan türediğine inanabildi? Madem insanı etkileyen doğa ve çevresel şartlar ise, çevresinde örneği olmayan böyle bir inançla nasıl özdeşleşebildi? Düşünen, konuşan ve üreten insanları değil de; neden maymunları ata ve öz edinebildi?

Darwin, “geri ırk” olarak aşağıladığı Müslüman Türk Milleti için aynen şunları söylemişti. “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri, ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün, Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağılayıcı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini görüyorum.”

Günümüzde dahi Batı’nın bu düşüncesi hiç değişmemiş ve durağan yanardağ misali patlamaya hazır bekleyişi sönmemiştir. Ne acıdır ki Türk Devleti, politikacıları, yazarları ve sözde bilim adamları, sırf Allah inancını ve İslam’ı yok edebilmek için lâiklikleri gereği yıllardır Darwin teorisini bir öğreti olarak okullara sokarak yıkıcı katkılarda bulunmuş; ateist, imansız, vicdansız, hain ve terörist insanların çoğalmasının sorumlusu olmuşlardır. Din Bilgisi dersinde öğrencilere yaratıcının Allah olduğu öğretilirken, bir sonraki felsefe dersinde ise insanların maymundan türediğini öğretebilmiş, Allah ve kitabı Kur’an, laiklik ve çağdaşlık adına büyük bir tehlike kabul edilerek kamuda ve okullarda ya yasaklanmış ya da sindirilmiştir.

İşte itimat edilen ve örnek alınan beyinlerin, nasıl akılsız ve muhakemeden yoksun birer kümbet oldukları açıkça anlaşılabilmektedir. Eğer beyinlerinin fiziksel varlıkları iddia ettikleri gibi doğruyu yanlıştan ayırabilen bir etkinlikte olabilseydi; hayvanlardan daha aşağı niteliğe sahip bir dünya ve doğal seleksiyona dayalı medeniyetler oluşurdu. Bilgileri, keşifleri ve farklı medeniyetleri yaratan Allah, aynı zamanda kontrolü de iradesinde muhafaza ederek dengeyi sağlamaktadır. Atmosferde yaşayan ve görünmeyen cinlerle, yerde yaşayan insanların yaratılış amaçları aynı olup, fiziksel nitelikleri farklıdır. İnanılmaz bilgisiyle cinleri temsil eden şeytanla, insanları temsil eden politikacılar ve pozitivist eğiticilerin pek farkları yoktur. Birinin ateşten, diğerinin topraktan yaratılmasının dışında!

Zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yaparak, içeri sızmayı, bir manada duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için eksiklik ve zayıflık sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan benlikçi materyalist zekâların ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur ve sonunda ya itiraf ederler, ya kaçıp saklanacak bir yer ararlar ya da yandaşlarınca saf ve masum insanları zehirlemeye devam ederler. Sıkıştıklarında içgüdüye sığınır ama kendilerinin bilinç dışı bir hali olarak kabul ederler. İçgüdü ile zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yöneldiğidir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu ve bir bakıma, bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Paranoya bir ikilem içinde paradoks yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır.

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. (Bunların)  hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da)  dır. Hud 6

“Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.” Hud 56 


“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler. Enam 116

Hiç yorum yok: