20 Kasım 2016 Pazar

ALLAH mı, insan mı?

Yahut yaratıcı mı, yaratık mı?  

Vahiy, türlerin olduğu gibi "o kitap”ça programlanarak yaratıldığını kanıtlar, seküler bilim ise ilkel hücrelerden başlanarak evrimleşildiğini ve türlerin kendiliğinden, diğer türlerden meydana geldiğini iddia eder.

Pozitivizm etkisindeki gerek din, gerekse bilim adamlarının yaşamla örtüşmeyen teoloji ve teorileri zihinleri karıştırmakta, aklı ürettiği sanılan sinir kütlesi fiziki beyin ile dirimsel enerjinin ta kendisi olan ruh harmanlanarak, Allah ya inkâr edilmekte ya da iradesine sınırlamalar getirilmektedir.

Yaratıcısız bir yaratığın olamayacağı temel kaidesiyle ruhsuz bir bedenin, beynin, hücrelerin, kalbin, gözlerin, kulakların, burnun ve dilin hiçbir koşulda işlev göremeyeceği her ne kadar aşikârsa ise de maddi dünyadaki yanılgılar fiziki bir yaratıcı ihtiyacını doğurmakta, dolayısıyla “yaratık insan” yüceltilerek özgür veya cüz’i irade savıyla tanrılaştırılmaktadır.

Din ve bilim adına gerçeği perdeleyen hurafe ve faraziyelerin egemen baskısı vahyi, Etkin Aklı ve Mutlak İradeyi örselemekte, yaşamın evrensel gerçekleriyle bütünleşmeyen dayanıksız fikirler insanoğlunu sarsmaktadır. Hiçbir şey bilmediği halde çok şey bildiğini sanarak bağımsızlığını ve egemenliğini ilan eden iradesiz insan gerçeğini Einstein şöyle özetler; “Uzun yaşamımda öğrendiğim tek şey var. Gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır.”

Seküler-laik yani pozitivist bilim ve siyaset, insanoğlunun en büyük yalanı ve küfrüdür!

Akıl, zekâ ve düşüncenin beynin iradesince varolduğu iddiasında bulunan seküleristler, yapısı ve işleyişi bilim için hala sır olmakta devam eden beyni, “Tanrı, ruh, melek, cin ve şeytan” gibi metafizik varlıkların inkârında araç ederek, aslında farkında olmadan soyut olan aklı da reddederler. İnsanı tamamen maddi bir varlıktan ibaret görenler; beyne, göze, kulağa, buruna, dile, hücrelere ve tüm organlara hayat verip işleyişlerini sağlayan ruhu her ne kadar refüze etmeye çalışsalar da, ruhun bedenden ayrılmasıyla gerçekleşen ölümü teorilerince izah edemezler.

Maddeye fiziksel özellik kazandıran enerjiyi yok sayabilecek kadar cehalette ısrar edenlerin, birde bilim adına ahkâm keserek canlının biyolojik yapısına odaklanıp, yaratıcının da aynı maddi hücrelere sahip olma zorunluluğuna vurgu yapmaları ve akıl sahibi olunabilmesi için mutlaka beyine sahip olma mecburiyetini dile getirmeleri bilimsel bir fecaattir.

Yaratıcının ruhundan üreyerek ve Etkin Aklından bilgilenerek yaratılan ve donatılan insan aklının somut olan hücresel maddelere bağımlı olduğu ve fizyolojik yoldan etkileştiği düşüncesi öylesi korkunç bir mantığın ürünüdür ki, duyguya ve imana muhalif geliştirdikleri ve de sözde hiç yanlarından eksik etmeyerek yol gösterici olarak benimsedikleri “Mantık” teorileri kendilerini gerçeklerden koparmakta ve sanal âleme tutsak kılmaktadır. Buna rağmen bilim adına savundukları trajikomik düşünceleriyle de fiziğin sancaktarlığını metafiziğe kaptırmamaya çalışarak, ilahsal enerjisiz yani ruhsuz bir dünyanın varlığını kanıtlamaya çabalamaktadırlar. Seküler-laik-demokrat bazlı düşüncelerin mantık hilesiyle müminlerle tartışmaya girerek uyguladıkları baskılarla haklı çıkabilme arayışları, şüphesiz gerçeğin açık perdelerini kapatmaya yetmemekte ve Yaratıcının Mutlak İrade’si engellenememektedir.  
  
Yaratıcı, her türlü bilgi, düşünce, anlayış ve davranışları insanoğlu bedenen yaratılmadan önce dilediği gibi paylaştırarak ruhlara nüfuz etmiş ve bu temel esasa göre dünyanın formasyonunu, maddenin, fiziğin ve olayların vuku bulmasını iradesince güncelleştirmiştir. Ruhsal akliyat, düşüncelerin, duygu ve fiziki oluşumların; bireysel, toplumsal ve evrensel fıtrata denk görsellik ve güncellik kazanabilmesi amacıyla vahiyle bildirdiği iyi veya kötü, doğru veya yanlış şeyler için peygamberi, şeytanı, ruhu, bedeni ve maddeyi aracı kılmış, yol gösterici ilmiyle de perçinlemiştir. Böylece faydalı veya zararlı tüm düşünce, fiiliyat ve unsurların hudutlarını çizmiş ve buna bağlı kâinatsal bir düzen konumlandırarak soyut veya somut tüm olayları ezelde yaratmıştır.

İyi ve kötüyü temsilen Peygamber ve şeytan özüne bağlı şekillenen düşünce, davranış ve keşiflerin gelişerek düzen içinde varlık kazanması ve mücadelesi, varoluş ve yokoluş amacına uygun biçimlenmektedir. Düşsel ve davranışsal uygulamaların hiçbiri beyinsel, öğretisel, araştırısal, rasgelesel, gözlemsel veya iradesel etkiyle gerçekleşmemekte, ancak kusursuz ve her şeyin birbirine denk gidişatından öyle sanılmaktadır.

Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden, sonradan hiçbir şey ne kendiliğinden ne de iradece türememekte, gelişmemekte, etkileşmemekte ve evrimleşmemektedir. Eylemsel bilgiler, her ne kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda varolan ekinsel olgulardır. Bilim ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan her türlü araç, gereç ve sebepler, fizik için gerekli olan görsel veya göksel mazeretlerdir.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda güncelleştirerek, durağan maddeye fiziksel işlev kazandıran bilgiyi ve eylemi gütmektedir. Bireysel, toplumsal ve evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkıya veya müdahaleye izin verilmemektedir. Rahmani veya şeytani her düşünce ve davranış, Mutlak irade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak gelişmekte ve kadersel düzen kendi mecrasında akışına devam etmektedir.

İnsanların dine veya bilime olan güvenleri iradesel değil kaderseldir. Zaten din ile bilimi, tıpkı ruh ile beden gibi birbirinden ayırmak bir ölümdür. Einstein, bu gerçeği şu sözleriyle özetlemektedir. “Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir. Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır.”  Ya da;Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes, tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür." Yahut G. W. Carwer’ın ifade ettiği; "Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil."


Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından ve dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışındandır. Bu sebeple din ile bilimi ya da Allah ile insanı düşman kutuplara ayırarak birbirine kırdırmakta ve akıl almaz bir kavgaya sürüklemektedirler. 

Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun Yaratıcı’dan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya yenilgisine olanak olmadığını düşünür. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir. Beyin psikolojisinde ise bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal ve rasgelesel kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul eder. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemenleşmesine neden olan özgür irade; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı bulunabilen mutlak bir güç olarak tanımlanır, dolayısıyla ilahi kadere meydan okunur.

Din, bilim ve siyaset öyle egemenlik ve irade savaşı içindeki bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürdürülür ki, Mutlak İrade, özgür irade ve cüz’i irade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla çelişkili düşünceler, anlayışlar, dinler, felsefeler, idoller ve tanrılar üretilir. Aslında herkesin içinde yaşadığı gerçek dünya, tektir. Bu sebeple Etkin Akıl ve Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar, bu tür anlamsız, dayanaksız ve sonuç getirmez saçma tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları "o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dâhilinde gereğini yaparlar. Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da, yüceltenin de alçaltanın da Yaratıcı olduğu içyüzü aleni ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken, tartışmanın hiçbir yarar getirmeyeceği ve getirmediği de açıktır.

Yaratıcıya kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeye inananların fikirsel mücadeleleri, yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın düşler deryasında devam eder, hayat ise tartışmaların ötesinde programlandığı doğrultuda devam eder. İşbirliği içindeki Tanrı referanslı deist rasyonalistler ile kökten inkâr eden ateistler, tanrısal kimliklerinden dolayı Müslümanları durmaksızın aşağılar, iktidar olmamaları için taciz, baskı, şiddet ve savaşa başvururlar. Fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan, hisseden, tadan ve idrak edebilen insanoğlu, nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara, dinlere, keşiflere ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor veya ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebeplerle başkalaşabiliyorlar?

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun, özgür veya cüz’i irade felsefesiyle rasyonellik, laiklik ve demokrasi adına insanı egemen kılacak anayasal düzenlemeleri meşru sayan ulus veya bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz, açık veya gizli ateisttir. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına ve dinlerine inandıklarını iddia etseler de bağlı oldukları anlayışlar vahyi değil ateist köklüdür. Bundan dolayı Müslümanlara karşı besledikleri kin ve öfke ile giriştikleri savaş, esasen Yaratıcı Allah’adır.


Tanrı referanslı Hıristiyan ve Yahudiler gibi ateistlerde "özgür irade"yi, Müslümanlar da "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaşamla ve Kur’an’la örtüşmeyen tutarsız ve çelişkili fetvalarda bulunarak, ‘Mutlak irade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar. Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: “İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Tanrı mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?” Bu yüzden vahiysel dinin çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene hâkim olmadığını ve yalan söylediğini düşünen ateizm kaynaklı rasyonalizm ve pozitivizm, mantıklı ve tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında, her ne kadar ne olduğunu bilmeseler de mantık denen bir anlayışa sığınırlar.

İlâhiyatçılar öyle bir paradoks içindedirler ki, bazen "İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Allah özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; Allah mı, insan mı?!? Bilimciler de yöneten ve yönlendirenin beyin olduğunu söylerler ama kayıplara ve olumsuzluklara kanıtlayıcı hiçbir cevap veremezler. Hangisi doğru; Allah mı, insan mı?

“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (bir şeyi dilemenize izin vermesi) sayesinde (o şeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah âlimdir, hâkimdir.” İnsan 29 

“Onun dilemesi hariç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.” Bakara 255

“Oku ve öğren! İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin erkemdir (en cömerttir).” El-Alak 3.4.5      

“Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup, hapseden olamaz. O’nun tuttuğunu ondan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir.” Fatır 2

“Allah kimi hidayete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” A’raf 178


“Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat, «Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım» diye benden kesin söz çıkmıştır. “ Secde 13 

“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” Casiye 23

Hiç yorum yok: