10 Haziran 2016 Cuma

Madem bugünü tartışmaktan kaçıyorsun;

Öyleyse her işin merkezi olan dünü konuşalım!

Hutbe ve kürsülerdeki geçmiş ile ilgili mevzular hiç bitip tükenmez ve bir türlü günümüze gelinip olaylar tartışılmaz.

Neden?

Vahyin siyasete yani devlete karıştırılması cinayettir; ihanettir ve gericiliktir!

Nüfusu Müslüman ama devleri ateist olan Türkiye’de “Haydi Bismillah” demenin dahi yasak olduğu seküler-laik cumhuriyet din ile devleti sadece cenaze törenlerinde bir araya getiriyor.  

İnsanların idrak etmesi için değil de öğrenip bilmeleri için gösterilen çaba ne işe yarar? İdrak etmedikten sonra bilmenin hiçbir işe yaramadığı amellerimizle orantılıdır.

Öyleyse bilmeyecek; idrak edeceğiz ya da etmeye çalışacağız! Bilip de idrak etmemek ruhsuz beden gibidir. Amele götüren bilmek değil idraktir. Dolayısıyla bilip de idrak edilmemesinden sorunlar çözülememekte; iman edilememekte; güven duyulamamakta ve yalanlar gerçek, gerçekler yalan olmaktadırlar.
Dolayısıyla yıllardır gerek vahiyle gerekse rivayetlerle kıssasını duyduğumuz Hz. Musa’yı dahi idrak edememiş olmanın cehaleti içinde bocalıyor ama uhdesini idrak edebilmek için çabalamıyoruz.
 
Hz. Musa’nın doğduğu gün, doğan erkek çocukların öldürülmesi için talimat veren Firavun, tüm çocukları öldürmesine karşın kendisini öldürecek olan düşmanı Hz. Musa’yı öldürmeyi başaramaması, hatta sarayında kendi elleriyle besleyerek büyütmesi nasıl bir bilgi ve iradenin sonucuydu? Tek başına yenilemez sanılan Firavunu ve ordusunu yok etmesi kimin başarısıydı? Hz. Musa’nın Firavuna karşı verdiği mücadelede çektiği sıkıntılar, maruz kaldığı saldırılar, fiziksel yalnızlığı ve gösterdiği mucizeler, hangi aklın ve düşüncenin yapabileceği gelişmelerdi?

Kâhinler, Firavun’a, yeni doğacak bir erkek bebek tarafından öldürüleceğini bildirmeleri üzerine, Firavun, o gün doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emreder. Askerler evleri basarak doğan bütün erkek çocukları öldürür. Ancak Hz. Musa’nın annesi, çocuğunu koruyabilmek amacıyla bir sandığa koyarak nehre terk eder. Suyun akıntısıyla Hz. Musa’yı taşıyan sandık, Firavun sarayının önünde durur. O sırada nehrin kenarında dolaşmakta olan Firavunun karısı, sandıktaki bebeği görünce çok sevinir ve saraya götürür. Firavundan saklı Hz. Musa’yı evlat edinip büyüterek yetiştirir.

O gün, doğan bütün erkek çocuklar öldürülmüş, sadece Hz. Musa sağ kalmıştı. Üstelik Firavunu öldürecek olan çocuğun karısı tarafından sarayında büyütülmesi, kaderin hiçbir güç tarafından durdurulamayacağı ve değiştirilemeyeceği gerçeğini gözler önüne seriyordu. Ayrıca, cennetle mükâfatlandırılan Firavunun karısı, bu davranış sebep kılınarak o eşsiz yaşama lâyık görülmüştü.

Firavunu öldürecek olan Hz. Musa için alınan namütenahi önlemler ve işlenen katliamlar dahi mutlak iradenin takdirini engelleyememişti. Kader, herkes gibi Firavunun da akıbetini belirlemiş, tüm güç ve hâkimiyetine rağmen hakkında yazılmış olandan kaçmasına, ordusuyla birlikte Kızıldeniz de boğularak ölmesine mani olamamıştı. Yaratıcı, olabilecekleri kâhinlere hissettirmiş ve Firavun’a duyurtarak tedbir almasına fırsat tanımıştı. Peki, tedbir uğruna binlerce çocuğu katletmesi bir fayda sağlayıp takdiri önlemiş miydi?

Örneklendirilen olayların tamamı yaşamın değişmez gerçekleri olup, Mutlak İrade’yi kanıtlayan somut gelişmelerdir. Tıpkı yapılan uyarılar, istihbaratı bilgiler, istihare veya rüyalar gibi! Firavun, bütün çocukları öldürtmesine ve alınan tüm önlemlere karşın Hz. Musa’dan sakınamamış, muhteşem kudreti ve ordusuyla ona mağlup olmuştu. Herhangi bir şeyi bilmek ve ona karşı tedbir alarak fayda temin edilebileceğini sanmak, lehte hiçbir kaçışa olanak sağlamamaktadır. Aksi takdirde ne bir kayıp ne de bir ölüm gerçekleşirdi. Neticede tedbiri aldıran da tedbiri aştıran da Yaratıcı Allah’dır!

Güç ve yetkileri tamamen Allah’ın tasarrufunda olan iktidarlar, nasıl bir hiçken o kudrete ulaşabilmişlerse; süreleri dolduğunda yine bir hiç olarak geldikleri ebediyete geri dönmektedirler. Çünkü “Bir”in altı sıfırdır. Kimileri hayattayken, kimileri de ölümünden sonra şöhrete kavuşur. Güçlü ve hırslı benlikleriyle kendilerini tanrılaştırarak yıkılmaz ve yenilmez zannedenlerin belirlenmiş süreleri dolduğunda nasıl sarsılarak devrildiklerini görürsün. Tıpkı depremlerde yıkılan yapılar gibi! Saltanatlarını kaybederek, ya bir pislikmiş gibi fırlatılıp hor ve hakir bırakılır, ya hastalanarak yok edilir veya öldürülerek zillet içinde yaşamlarına son verilir. Kaderin akışını ve sürecini değiştirebilmek mümkün olmadığı için, her canlı, hakkında yazılmış olanı yaşamaya tutsaktır.

Allah öğretir; bilgi sahibi kılar; bildirirde! Ama ameli, hidayeti yani iradeyi hükmü altında tutuyorsa öğrendiklerinin, bilginin, bildiklerin ne işe yarar?   

Neden hidayeti dilediğine verdiğini hiç düşündünüz mü?

Ayrıca özgür bırakılsaydın yahut cüz’i bir serbestîye sahip olsaydın kul olur muydun?


"Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." Bakara 255

Hiç yorum yok: