14 Temmuz 2015 Salı

Mülkün sahibi kimdir?

Kimine göre yaratıcı Allah; kimine göre devlet; kimine göre millet; kimine göre sultalaştırılmış lider, kral, sultan; kimine göre de ulu ve kurtarıcı kabul ettiği dini, askeri yahut siyasi önder.

 “(Resulüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” Al-i İmran 26

Mülk, hükümranlıktır. Yaratıcı olarak tek tanrıya inanmış Hıristiyanlık, Yahudilik ve Deistlik de gökyüzünün mülkiyetini Allah’a; yeryüzünün mülkiyetini de beşere paylaştırmış düşünce ve din düzeyinde, Allah’ın Mutlak İrade’sine kayıtsız-şartsız iman olan İslam’a inanmış Müslüman toplumlarda “demokrasi” yani millet iradesi üstünlüğünü gütmelerinden birbirlerinden pek farklı değillerdir.

Oysa göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti yalnızca Allah'a aittir. O dilediğini yaratır; dilediğini diriltip öldürür; dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları bahşeder; dilediğine zenginlik, dilediğine fakirlik; dilediğine sağlık, dilediğine hastalık; dilediğine güç ve zafer, dilediğine zayıflık ve yenilgi; dilediğini en yüksek makamlara,  dilediğini ise sokaklarda süründürür; dilediğine refah ve bolluk, dilediğini beterin en beteriyle yaşatır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir. Diğer bir ifadeyle, istediğini istediği gibi yapmaya gücü yetendir. Çünkü Allah, “el-Aziz” ismi azamiyle mağlup olabilmesi mümkün olmayan mutlak galiptir.

“Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyle kadirdir.” Maide 40

Hükümranlıktan nasiplenmiş gibi irade iddiasında bulunanlar, her şeyi çok iyi bilebiliyorlar mı; her şeyi görebiliyorlar mı; her şeyi işitebiliyorlar mı; zihin ve kalpte gizlenenleri okuyabiliyorlar mı; daima rahatlık ve kolaylık verebiliyorlar mı; her şeyin içyüzünde gizli olanlardan haberdarlar mı; hadiseleri tayin ve tespit edebiliyor ve menfi olanları lehlerine çevirebiliyorlar mı; istediğini istediği gibi yapmaya güçleri yetebiliyor mu; en ince işlerin bütün inceliklerini bilebiliyorlar mı; başlarına gelebilecek musibetleri engelleyebiliyorlar mı; idaresi altındaki her şeyi kollayıp koruyabiliyorlar mı; dileklere karşılık verebiliyorlar mı; olumsuzlukların meydana gelmesine mani olabiliyorlar mı; yoksulluğu, suçları, zararları, felaketleri, acı ve elem veren her şeyi ortadan kaldırabiliyorlar mı; can bağışlayıp hayat ve sağlık verebiliyorlar mı; ihtiyaçları ve sıkıntıları giderebiliyorlar mı; her zaman ve her yerde hazır ve nazırlar mı; her an olup biten her şeye tedbir alıp idare edebiliyorlar mı?
   
“Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.” Nisa 53

Göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ın yönetimi ve iktidarı altında ise, beşerin herhangi bir iradesinin, Allah’ın izni ve dilemesi olmaksızın inisiyatif gösterebilmesinin imkânsızlığı yaşanılan hayatın apaçık bir kanıtıdır.

Öyleyse beşere yüklenen hükümranlık iddiası şirkin ve aldatmanın ta kendisidir.

Sözde Müslüman Türkiye’de mülkün yani hükümranlığın sahibi Atatürk ise, Allah kimdir? Ki, mahkeme salonlarında dahi Atatürk’ün portresi altında, “Adalet mülkün temelidir” anlayışıyla hüküm verilmektedir. Nasıl bir satanistliktir ki, hüküm sahibi Atatürk’e bağlılıkla suçlu suçsuzdan ayrılarak adalet yerini bulacakmış! Yine TBMM’de, Atatürk’ün portesi altında; “Egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir” itikadıyla yönetim mevcuttur. Milletin Atatürk ile özdeşleştirildiği bir düşünce düzeyinde egemenlik, dolaylı olarak milletindir denmiştir. Oysa bahsi konu olan egemenlik yine Atatürk’ündür. Atatürk üzerine yeminlerin edildiği, mozolesine varılıp karşısında rükûa varılarak nefeslerin tutulup tazimde bulunulduğu ve tekmil getirildiği Atatürk yanında Allah nerdedir? “o olmasaydı biz de olmazdık” imanı Atatürk’ü yaratıcı bir tanrı seviyesine öyle konumlandırmıştır ki, Türkiye’nin Müslüman bir ülke değil putperest Kemalist bir ülke olduğunu kanıtlamıştır.

Asıl mesele ölüp gitmiş Atatürk değil, mesele yıllardır ölü olan Atatürk’ü mülkün yani hükümranlığın sahibi kılan küfür yani batıl anlayışın sürmesi ve yanlışa sessiz kalan Müslüman kimlikli dini ve siyasi güruhun hiç oralı olmayıp tepkisiz kalabilmeleridir.

Ne İslam’ı be arkadaş! İslam, manası itibariyle Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyet ve hükümlerine itaattir ama İslam olduğunu ileri sürenler, Atatürk hükümranlığına boyun eğip ilkelerini yol edinerek riayette tereddüt duymayan öyle putperest münafıklardır ki, az ve geçici bedel karşılığı yaftalandıkları fiyat etiketleriyle imansızlıklarını ortaya koymaktadırlar.

Onların nefsi istek ve arzularına göre inandıkları İslam nedir biliyor musunuz; tıpkı kerhanedeki fahişenin ezan okunduğu zaman fuhşa ara vermesi, namaz vakitlerinde namaz kılması ya da iftarı açması akabinde fuhşa, alkole, binbir türlü suça devam etmesi gibidir. Nasıl ki fahişe gelirini yitirmemek için ibadetle fuhşu ayrı konumlandıran bir inancı sürdürüyorsa, onlar da makamlarını, kazançlarını ve çıkarlarını kaybetmemek için hak ile batılı yani imanla küfrü bir arada götürmektedirler.
       
İslam’dan ahkâm keserek toplumun karşısına Müslüman maskesiyle çıkmak suretiyle fetva veren din adamlarıyla nasip dağıtan politikacılar öyle pespaye, yalancı, satılmış, ikiyüzlü ve namussuzlardır ki, biri de çıkıp hükümran sahibi Allah’tır; değil Atatürk, yaratılmış hiçbir beşer hükmedemez; Allah’tan başka hiç kimsenin iradesi üstün değildir, seçimi ve ilkeleri geçersizdir cüretinde bulunamıyor. Dolayısıyla asıl tehlikeli, sahtekâr, düşman ve asi olanlar da, halkın karşısına çıkarak İslam adına masal anlatan hurafecilerdir. Bunlar kafalarını toprağa gömüp bedenleri açıkta olan devekuşu gibidirler. Sürekli geçmişteki iman sahiplerinin takvaları, amelleri yahut kahramanlıklarından bahsedip, kendilerinin küfür içindeki hallerini ve korkaklıklarını dile getirmeye yanaşmazlar. Kimsede sen nesin, batılı-küfrü kötülüyorsun ama küfürle mücadele etmediğin gibi birde sindiriyorsun, o zatların sana faydası yok, herkes kendi ameliyle haşrolunacaktır, Allah’ın değil Atatürk’ün hükümranlığına boyun eğen sen değil misin demiyor!
    
“Millet İradesi” üstünlüğü devasa bir yalan ve Allah’ın mutlak hükümranlığına ortak olabilme tecavüzüdür. Ki, “millet iradesi” olabilmiş olsaydı, öncelikle yaratıcısına karşı kendini asileştiren batıl düzeni alaşağı eder ve sömürücülerin canavarsı dişlerinin arasında öğütülmeye razı gelmezlerdi. Demek ki, haksızlık ve adaletsizlikleri dileyen milletin iradesiymiş ki,  bela ve musibetlerden sakınılamamaktadır.

Aidiyeti içinde olduğum milletin iradesi Atatürk’ün hükümranlığını kabul etse dahi, bir Müslüman olarak ne o iradeye tanıyıp saygı duyarım, ne o iradeye meşruiyet kazandıran dini ve siyasi anlayışı takarım, ne de Türkiye’yi önüme serseler Allah’ın hükümranlığını peşkeş çekerim. Allah olduğu için var isem, Allah’tan başkası yoktur. 
     
Bir de, “helal kazanç, helal gıda, helal kesim, faizsiz bankacılık, İslam’a hizmet” vesaire gibi sömürülere ne demeli! Haram yapıda helal! 
   
“(Yine) bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” Bakara 107

“Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye sor.” Mü’minun 88


“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

Hiç yorum yok: