7 Temmuz 2015 Salı

Gücün kanıtı savaş…

Zayıflığın kanıtı ise barıştır!

Savaşı bilmeyen barışı bilemez, dolayısıyla savaş istemeyen barıştan da yana değildir; bu sebeple savaşa öyle koşulmalıdır ki, insanlık onur ve şerefi, hak ve adalet için batılın yani şerrin hükmü altında olmayan bir barış gelebilsin. 

İnsanoğlu yaratıldığından itibaren savaştan asla kaçamamış, büyük bir çoğunluğu barış adını verdiği korkaklığının doğurduğu zilletsi tutsaklığı kazanç saymasından savaşma cüretini göstermek yerine katledilip yok olmaktan kurtulamamıştır.

Var olabilmek için ruh ile beden nasıl ayrılamaz bir bütün ise, barış ile savaşta öyledir. Barış isteyebilecek kadar savaşa hazır olmayanın barıştan kastı adil bir hak gütmek, tartışılmaz değerlerini üstün kılmak yahut bağımsızlık değil, nefsinin keyfiyeti için güçlünün müstemlekesi altında kalmaya razı olmaktır.

Bir toplumun savaşı isteyip istememesinin bağlayıcı iradesel hiçbir yaptırımı yoktur. Çünkü dünyaya gelmekle birlikte başlayan savaşı durdurabilmek mümkün değildir. Ancak kötülük tamamen engellenir, nefisler dizginlenir, hırslar bastırılır, azgın benliklere zincir vurulabilir ve Allah’ın hükmettiği Kur’an anayasa olursa; değil savaş, en adi suçlar dahi ortadan kalkar.

Ne var ki, hak ile batılın üstünlük adına kıyasıya mücadele ettiği bir dünyada kıyamete kadar savaş bitmeyecek ve iyinin barışa kavuşabilmesi için savaş, tıpkı su ve gıda misali kaçınılmaz bulunabilinirse, barış ve insanlığa ulaşılabilecektir.

Savaş, oruçtan farksızdır; peki barış nedir diye soracak olursanız, oruç ardından açılan iftar gibidir!

Yaratıcı Allah’ın, hem Tevrat hem İncil hem de Kur’an’ı Kerim’de savaşı emreden hüküBuyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm. mleri dikkate alındığında, kötülüğün yani batıllığın savaşsız önlenemeyeceğini ortaya koymaktadır. Yoksa merhamet sahibi Allah, yarattığı kullarının ölmelerini, öldürülmelerini yahut mahvı perişan olmalarını ister mi? Lakin doğrunun, iyiliğin, hak ve adaletin hâkim olabilmesi ve cennet gibi bir âlemin hak edilebilmesi için şeytana yani batıllığa karşı savaşı zaruri kılmıştır.

“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” Tevbe 111

“Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” Hz. Muhammed (s.a.v)

Kendisi için insanı yaratan Allah’a karşı nefsi hiçbir düşünce, duygu, davranış ve amele izin ve kıymet verilmemiştir. Velev ki, yaşamı boyunca ne kadar iyilik ve insaniyet için yararlı işler yapmış olsa da! Kimin adına, kimin rızasını kazanmak ve memnun edebilmek için!

Ancak ve ancak Allah için verilen canlar, yapılan savaşlar, çekilen eziyetler, gösterilen sabırlar, hizmetler ve yardımlar ziyadesiyle karşılık bulup mükâfata duçar olur. Aksi takdir de vatan, millet, devlet, ulus, ganimet, toprak, ırk ve beşer gibi şeyler batıldır ve Allah nezdinde hiçbir değere tabi tutulmayacağı gibi büsbütün küfre götürmektedir. Dolayısıyla Allah adına olmayan değerlerin tamamı şeytan yani nefis adınadır.

Dünyanın birçok yerinde hor ve hakir davranılan sözde Müslüman toplumların zulüm altında yaşadıkları yakarışı, iman etmiş mümine yaraşır bir sürünme ve alçalma değildir. Müslüman’ın var olabilmek için savaşmaktan başka hiçbir çaresi ve yolu da yoktur. Bu sebeple zulme uğrayanlar ve batılın ayakları altında ezilenler Müslüman değillerdir.

Güya rab olarak iman ettikleri Allah’a karşı öyle güvensizlik içindedirler ki, Allah’tan başka güçlere hatta kendilerine zulmeden, fitneye boğan, savaş açan batıl kuvvetlerden dahi medet umarak dilenebilen Müslüman olabilir mi? Sonra da Allah’tan yardım ve destek beklemek bambaşka trajedi! Dolayısıyla Allah’ın hükümleri apaçık ortadayken, hayvanlardan da daha aşağı mahlûklar gibi itilip kakılacaklar ya da zalimlerin zulümlerine ve esaretlerine sessiz kalacaklarına savaşsalar ya! Ama iman, kulağı aşıp da kalbe inmemiş ise, cesur olabilmeleri ve savaşabilmeleri mümkün değildir. 
    
“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14

Allah’tan daha güçlü bir varlık olmadığına göre; nasıl olurda Müslüman, batıl güçlerden korkabilir ve savaşmaktan kaçınabilir? Önemli olan galibiyet ya da mağlubiyet değil, Allah’ın emrettiği vazifeyi yerine getirmektir. Ki, şehadete ve ahirete nasıl iman etmişler ki, sanki başka bir sebepten ölmeyip dünyada kalacaklarmış gibi münafıklıkta sınır tanımıyorlar. Dolayısıyla Müslüman sanılan o toplumların dostu Allah değil, şeytan olduğu ortaya çıkıyor ki, korkudan boyun eğebiliyorlar.
    
“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175

“Buyurdu ki: Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm.” Ta-Ha 42

Müslümanlıkla şereflendirilmiş iman ehli, haksızlık ve adaletsizliklere karşı batılın gücü, kuvveti, etkisi, silahı ve sayısı ne olursa olsun tereddüt etmeksizin göğsünü siper etmekte zerre kadar tereddüt duymaz; Müslüman kimlik taşıyan maskeliler ise çeşitli gerekçe ve bahanelere sığınarak, kökü olmayan pis bir ağaç misali zillet içinde ayakta durmaya çalışır. 
  
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” Al-i İmran 142


Türkiye’deki gibi; “analar ağlamasın, gençler ölmesin” devlet politikası, iyi ile kötüyü eşdeğer ve kardeş tutan hümanist güdümlü öyle pespaye ve teslimiyetçi bir anlayıştır ki, artık o devletin ziyanını engelleyebilecek bir çözüm kalmamıştır. Ki, bu yüzden PKK/HDP denen iblis güruhu meydan okumuyor mu? İçerisindeki teröre caydırıcı olamayan devlet, yabancı düşmanlarına karşı yaptırım uygulayabilir mi?  

Hiç yorum yok: