9 Ocak 2015 Cuma

İslam, cihad ve şehadettir!



İslam, Allah iradesi ve hükümlerine kayıtsız ve şartsız teslimiyet; şeytanın temsil ettiği haksızlık ve kötülüklere karşı mücadele; hak ve adaletin tesisi için cihad, suçlulara ceza, adaletin egemen olabilmesi için ırk, din, sınıf ve mevki ayırımı yapmaksızın hukuk önünde eşitlik, zenginin yoksulu gözetmesini emreden bir düzendir. Kötülüklerin elçisi şeytan ile iyiliklerin elçisi Peygamberlerin vahyi hükümler çerçevesinde mücadelelerini meşrulaştıran âlemşümul bir imandır.

Fitne, kötülük, haksızlık ve adaletsizliklerin ortadan kalkabilmesi için şeytanla yani batılla cihad zorunluluğu tartışılmaz bir kural olup; şeytanın kıyamete kadar misyonunu sürdürecek olmasından dolayı kötülüklere karşı mücadele için gerekli olan savaş, iyinin var olabilmesi mutlaktır. Dolayısıyla İslam, batılla yani şeytanla diyalogu reddeder ve cengi şart koşar.

“Ancak Müslümanlar kardeştir, gerisi düşmandır” hükmü gereği, Müslüman olmayanlarla kardeşlik, birlik hatta dostluk çatısı altında bütünleşmek yasaklanmış ve haram kabul edilmiştir.   
Vahiy, her ne kadar açık ve seçik ortada ise de, işbirlikçi müfessirlerin yorumlarıyla budanan ayetler, kötüye karşı savaşmaktan korkanların barış, sevgi, hoşgörü ve diyalog şemsiyesi altına sığınarak ve kendilerini emniyete alabilmek amacıyla kardeşlik yakarışlarıyla dinleri ve insanlıklarına ihanet edip yaratıcıları Allah’a bir güvensizlik ve vaatlerine itimatsızlık duymaları, vahyin açıkladığı Müslüman olmadıklarına bir kanıttır.

Barış, ancak İslam egemenliğinde ise geçerlidir. Peygamberimizin müşriklerle yaptığı ilk Hudeybiye barış anlaşması, İslam hukuk devletinin egemenliği altında yapılmıştı. Vahyin temel mesajı, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar batıllarla ve işbirlikçilerle savaşmak farz kılınmıştır. Ayrıca Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve Allah’ın indirdiği hak düzeni bozmaya çalışanların nasıl cezalandırılacağı da Maide Suresi 33. Ayetinde açıkça emrolunduğu halde, Allah’ın gücünden ve yaptırımından değil de batıl güçlerden korkanların “barış ve kardeşlik” söylemleri, ancak ürkek sefillerin siperlendikleri bir örümcek kalkanıdır. Onlar barış ve kardeşlik dedikçe batıllar cesaretlenip daha da vurmakta, dolayısıyla ne yakarışları ne de teslimiyetleri bir fayda vermektedir. Müslümanların hem yaratıcı Allah’a inanıp hem de tutsaklığa razı olabilmeleri, kimin güçlü ve mutlak hükümran olduğu ikilemline neden olmakta, böylece inanıldığı gibi iman edilemediği ortaya çıkmaktadır.

İslam’ı insafsızca nefislerine peşkeş çeken fetvacılar, sözde taptıkları Allah için emredilen yolda dimdik yürümektense, kenarından kıyısından aşındırdıkları nefsi fetvalarıyla Allah’ı kandırabileceklerini sanmakla kalmayıp, iman sahiplerine de kötü rehber olarak Allah’ın yolundan alıkoymaktadırlar. Tıpkı Budistler gibi kendilerince zikir yaparak kalplerini temizleyeceklerini düşünen tasavvuf ehli, kesinlikle İslam değil nefislerine tapan gizli putperesttirler. Zikir, Kur’an’ın ta kendisi olup, Ahzab Suresi 36. Ayette buyrulduğu gibi; “kendi istek ve düşüncelerine göre değil, Allah ve Resulü’nün emrettiği hükümlere itaat etmekle emrolunmuşlardır.” Aksi takdirde sapıklığa düşmüş oldukları beyan edilmekte olup, yaptıkları ibadetlerinde hiçbir kıymeti bulunmadıkları buyrulmaktadır. Eğer her nefsin dilediği gibi Allah’a ibadet yapması meşru ise, neden Allah o kadar hükmü vahyetti ve uyulmasını şart koştu? 
 
“Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsi istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür.” Tevbe 9
 
Haramın helal, helalin haram sayılıp Allah’a isyan üzerine kurulmuş bir düzende; hangi kalp kötülüklerden temizlenebilir, Allah’ın muhabbetine bağlanabilir, Resulünün söz, hareket ve ahlakına uyabilir ve yolundan gidebilir? Öyleyse Peygamberimiz ve ardından gelen halifeler ve ashap, neden bir köşeye sinip de kalplerini kötülüklerden arındıran bir yol izlemeyerek ve batılla iş tutarak ömürlerini Allah’ın dinini egemen kılabilmek için cihad yapmak suretiyle onca meşakkati göğüsleyip binlerce şehid verdiler? Devekuşu misali kafalarını kuma gömercesine mücadeleden kaçanların ibadetlerini, Tibet’e çekilerek kalp ve zihin temizleyen Budistlerle aynı çatı altında bütünleşmeleri, inandıkları tanrılar farklıda olsa güdülen aynı tasavvufi bir yol olduğunu ortaya koymaktadır.

Acaba eşleri, çocukları, ticaretleri ve mallarına bir halel geldiğinde ne yapıyorlar? Örneğin evlerinde otururlarken, eş ve çocuklarına tahammül edilemez hakaretlerde ya da taciz ve tecavüzde bulunulsa, hiçbir tepki vermezler mi? Diyelim, vermediler. O zaman o eş ve çocukları, “sen ne korkak ve ahlaksız birisin, bize dil ve el uzatıyorlar ama kalkıp da tek bir kelime etmiyor ve savunmuyorsun, yazıklar olsun senin gibi bir veliye” demezler mi? İşte Allah, Tevbe Suresi 24. Ayette, “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler; size ALLAH’tan, RESUL’ünden ve Allah yolunda CİHAD etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”
 
Ayette de açıkça belirtildiği gibi, Allah yolunda cihad etmeyen, söz değil eylemle Allah’ı ve Resulünü her şeyden üstün tutmayan; ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da, dehasal bir ilime sahip olsa da, hizmet etse de, vaaz yapsa da, Kur’an okusa da, hacca gitse de, zekât verse de cennete giremez.

Ancak ilimleriyle böbürlenerek ahkâm kesen batıl güdümündeki fetvacılar, her kesimce beğenilmek,  takdir toplamak ve seküler rejime hoş görünebilmek adına dinleyenlerini tanrılarmışçasına cennete gönderirler. Oysa Allah, Ali İmran Süresi 142. Ayet gibi birçok hükmünde buyurduğu üzere; “Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden ve felaketlere karşı sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız” hükmünü açık bir buyrukla dikte etmiştir.

Kimi sakallı-cübbeli-şalvarlı, kimi takkeli, kimi metro seksüel, kimi şallı, kimi kravat ve takım elbiseli medyatikler; İslam’ın düzen kurucu, ilahi bir rejim, bir anayasa, bir hukuk, yasa yapıcı, siyasi ve cihadi bir din olduğunun altını çizmek yerine; deniz kenarındaki midye kabukları ya da daha düzgün çakıl taşları toplamak misali çocuk kandırırlarcasına hurafeleri ve seküler rejimce tehlike ihtiva etmeyen ibadetlerden bahsederler. Peki, İslam’ın hükmetmediği bir diyarda, nasıl İslami ibadetlerden bahsedip Kur’an’ı kişiselleştirebiliyorlar?

Öyle ki, Allah ve Resulüyle dalga geçercesine İslam’ın şartı beş diyerek, diğer bütün hükümleri şart olmaktan çıkarmışlardır. Ki, o beş şartın ikisi olan hac ve zekâttan fakirler istisna olup, böylece fakirler için üçtür. Çünkü laik rejim, vahye müdahale edip öyle mecbur etmektedir.  Dolayısıyla diğer hükümleri çiğneyerek önemsiz bulan ve Allah’ın emirlerine muhalefet etmekten sakınmayan fasıklar, günaha dalanların ta kendileridirler.

“Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” Maide 49 

Temel bilgiden ve İslam’ın ne olduğundan bihaber insanlar, kendilerine cennet vadeden o çokbilmişlerin ki, en iyi bilen şeytan olduğunu da göz ardı etmeden, yılda bir ay oruç, günde beşer dakikan 25 dakika namaz, bir kere hac ve anlamını bilmedikleri kelime-i şahadet ve kalp temizliğiyle cenneti müjdelerler. Madem cennet bu kadar kolay; Allah’ın dinini egemen kılabilmek için eş ve çocuklarını bir daha görmemek üzere cihad ederek bedenleri parçalanan, aç ve susuz kalan, zindanlarda işkenceler altında inleyen, bir daha gün yüzü görmeden zincirlere bağlı canlarını feda eden, doğan çocuklarına sarılamadan şehid olanlar, dünyanın zevk ve nimetlerinden istifade edemeyen ve o lezzetli doyumsuz yiyeceklerden tatmayanlar aptal mıydı?

Herkes kendince hizmet ettiğini sanarak günahlarından arınıp sevap kazandığını ve Allah nezdinde itibar edindiğini sanıyor. Oysa Newton’un bilimde kullandığı analiz türünün aynısı politika ve tarikatlar dünyasında paranın, kibrin ya da diğer saklı emellerin açığa çıkartılmasında kullanılsaydı, vahyin emrettiği İslam’da anlaşılmış olurdu.

Herkes kendince Allah rızası adına hizmet ettiği övgüsüyle günahlarından arınıp sevap kazandığını sanıyor. Kendine hak yolunu değil batılı yol edinmiş olanların sözde yaptıkları hizmet ve bağış nefisleri içindir.

“De ki: İster gönüllü verin ister gönülsüz, sizden (bağış) asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz yoldan çıkan bir topluluk oldunuz.” Tevbe 53

Ağzınız açık, uykudan mahrum bir dikkatle izlediğiniz ve cennete girişinizi garantileyen o fetvacı fasıkları hiç sorguladınız mı? 

Allah’a olan imanı reddedip aklın üstünlüğünü kabul eden laik kamuflajlı ateist bir rejimle yönetilen düzendeki İslam, tıpkı ölünün kırık kolunu tedavi etmekten farksız bir inançtır. İslam’ı yüzeysel bir sevgi, hoşgörü ve barış dini gibi iktidar ve egemenlikte hiçbir iddiası bulunmayan pasif bir inanç olarak göstermek öyle bir manipülasyondur ki, kutsallık adına hapsedip zincir vurmaktır. İslam’ı mumyalanmış bir cesede dönüştürerek müzede sergilenme çabaların dilenilen sonuca ulaşabilmesi mümkün değildir. Çünkü İslam’ın sahibi kul olan insan değil yaratıcı Allah’tır. Bu sebeple cihadı yani savaşı farz kılmış, kulluğun sadece ALLAH’a yapılması için İslam’ın bir düzen ve yasa yapıcı olduğuna hükmetmiştir. 
  
Yaratıcıları ve ayetlerini dünyadaki geçici menfaatleri için satan din adamları ve politikacılara itibar eden, hele bir arada görünmekten yahut sıvazlanmaktan, tenlerine ya da eşyalarına dokunduklarında ve bir arada fotoğraf çektirmekten gurur duyarak arşa yükseleceklerini zannedenlerden daha zavallı kim olabilir?

Doğru yahut yanlışı nefiste arayan; hak ve adaleti eğip büken; kazanabilmek için batılı kabullenen; Allah’ın hükümlerine çıkar etiketi koyan; Allah’ın düşman, hain ve zalim dediğine hoşgörülü davranıp kardeşlik ve dostluk birlikteliği kuran kâfirin ta kendisidir. Müminin dostu, Allah’ın dostudur; müminin düşmanı, Allah’ın düşmanıdır!  

 “O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 7

Hiç yorum yok: