7 Ocak 2015 Çarşamba

İnsan, değil özgür irade…



Cüz’i bir iradesi dahi bulunmuş olsaydı, yaratıldığından itibaren derinliklerinde sakladığı yanardağ misali patlamaya ve lâvlar fışkırtmaya hazır yok edici nefsinin neler yapabileceği tahmin bile edilemezdi.

İnsan fıtratında var olan ihtiras, hırs, benlik ve kötü duyguların herhangi bir olumsuzluk halinde nasıl kızgın bir demire dönüşerek karşısındakini cezalandırmak isteyeceği dürtüsü, zayıf yaratılmasının bir sonucudur. Eğer her yapılan hata ve yanlışa karşılık verilmesine müsaade edilseydi, yeryüzünde sağlam ve canlı tek bir insan kalmazdı.

İnsan, nefsinin kustuğu kin ve nefretin esaretine kapılarak kötülük yapabilmek için sayısız girişimlerde bulunup eylemsi planlar yapar ama koruma, gözetleme, denge ve düzen gücünü elinde bulunduran Allah’ın müdahalesiyle çoğu kez muvaffak olamaz. Olsa da Allah’ın izniyle gerçekleşir.  Her insanın yapmak isteyip de başaramadığı birçok olay gibi!

Önceden programlanan ruhun, zihin ve duygular aracılığı ile düşünce ve davranışları “o kitap”ça güncelleşmektedir. Hakkında yazılmış kader doğrultusunda kimilerinin kötü düşünceleri nasıl bir vahşete, sapıklığa ve canavarlığa dönüşüyorsa, kimilerininki de iyilikle emrolunduğundan sevgi, sabır, hoşgörü ve merhametle kötüye karşı dengeyi muhafaza etmektedir. Yaratıcı tarafından kontrol edilmeyen, iradeye terk edilen ve başıboş bırakılan hiçbir ruhun var olabilmesi söz konusu değildir. Zaten beden tarafından idare edilemeyen, denetlenemeyen ve yönlendirilemeyen bir hayatın nefsin inisiyatifinde olabilmesi mümkün değildir. Ancak ucube beyinler, “İnsanlar, ruhunun güzelliğini ortaya çıkarabilir” veya “ruhlarını yönlendirebilir” tezini savunurlar. Bu, nasıl bir bilim, mantık ve anlayıştır ki, biyolojik beden, ruhu kontrol edebilen ve onu yönlendirebilen bağımsız ve egemen bir güç düşünülebilmektedir. Hâlbuki ruh olmadan bedenin hiçbir değer taşımadığı mezarlarla kanıtlıdır.

Kimin doğru yolu bularak hidayete ereceğine, kiminde yanlış yola girerek sapıtacağına sadece Allah karar vermektedir. Onun içindir ki geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanların birçoğu bizzat yaşadığı deliller, mucizeler, öğütler ve kılavuzlara rağmen doğru yola girememiş; birçoğu da pislik ve kötülüğün cehenneminden hidayete kavuşmuştur. Nasıl?

İslam toplumunda yaşayan bir insanın laik, ateist, hıristiyan veya yahudiliği kabul etmesi; gayrimüslim toplumda yaşayan birinin de İslam’ı seçmesi gibi! Veya varlıklı olduğu halde hırsızlık yapanla, açlıktan süründüğü halde değil hırsızlık, borç dahi almaktan kaçınan kimse misali!

İnsanoğlu ne kadar reddetse de yaratılmış bir kuldur ve hakkında yazlamış olanı değiştirebilecek ne özgür ne de cüz’i bir iradeye sahip olamadığından, ancak hakkında takdir edilenle yetinmeye mecburdur. Ruh, doğrudan Mutlak İrade’ye bağlı oluşundan düşüncede beliren farklı fikirler ve kalpte oluşan duygular iradeyle gelişmemekte, lehe veya aleyhe çevrilememektedir. Ki, yaratıcı Allah dahi “o kitap”’ta yazdığı ve “bir bilgi”’ye göre düzenlediği olaylara müdahale etmemekte ve hiçbir kulunun yazgısını değiştirmemektedir. Ancak insan, yaşamdaki olası değişimini doğrudan iradeye ya da iktidar gücüne bağlayarak, değişimi kendi gerçekleştirmiş gibi öyle bir yanılgıya düşer ki, sözde makûs kaderini yendiği zaferiyle Allah’a meydan okur.

Oysa eceli gelen ölecek, zarar görmesi gereken görecek, parçalanması gereken parçalanacak, kazanması gereken kazanacak, belaya uğraması gereken uğrayacak, refaha ulaşması gereken de ulaşacaktır. Her ne kadar gerçek böyleyse de, insanların mücadeleye devam etmesi, hırsları, çabaları, keşifleri ve düşünceleri, yine kadersel yazgının bir neticesidir. Hiçbir insanın, iradesel bir başarı ya da başarısızlığı mevcut değildir. Biri yücelmesi gerektiği için yücelir, diğeri de alçalması gerektiği için alçalır. Her ışık süzmesinde çok büyük enerji gizlidir. Peki, nedir o ışık süzmesi diye soracak olursanız; ruh’tur!

Hiç düşündünüz mü; her kulun ruhu, doğrudan Allah’ın ruhundan olup, neden beden ya da madde Allah’tan değildir diye? Allah’ın beden ve maddeyi yoktan var ederek yaratması ile ruhu, kendi ruhundan göndermesindeki amaç nedir? Ruhun ölümsüz, bedenin ölümlü olması ne ifade ediyor?

Kaderin sadece bir karayazı olduğunu düşünmek, kendi kaderini kendinin belirleyebileceğine inanmak, kaderle inatlaşırcasına savaşmak, kaderin iradeyle tayin edilebileceğini sanmak, temel dayanaktan yoksun ütopik bir hezeyandır.
   
Beşeri hiçbir güç, ne kendisinin ne de bir başkasının kaderini çizemez ve çizileni de değiştiremez.  Çünkü her canlı bir kuldur ve kaderin tutsak bir kölesidir. Kader, Yaratıcı’nın mutlak iradesi olarak hem karayı hem de akı belirler. İnsan bir tanrı ve Yaratıcı’dan daha güçlü bir varlık olamadığı için, Mutlak İrade’yi aşarak kendi, yakını, halkı veya tabiatın biyografisini çizemez.

Her düşünce, davranış ve oluşumlar kaderin akışı içinde olgunlaşmakta ve şartlar ne olursa olsun insan iradesi ne özgür ne de cüz’i hâkim olamamaktadır. Yoksa savaşı, musibeti, belayı ve ölümü isteyebilecek; canını ya da organını kaybedebilecek, zararı veya yok oluşu talep edebilecek; baskı, şiddet ve zulmü sahiplenebilecek; sefalet ve yoksulluğa razı olabilecek; sıkıntı ve hastalığı dileyebilecek; acı ve dehşetten zevk alabilecek bir insanın var olabilmesi mümkün müdür? Aslında herkes kördür; geleceği bilemediği için karanlığa doğru yürür ve ne olacağını kestiremez. Aydınlık sandığı yol cehenneme, karanlık sandığı yolun cennete çıkması, nefsine hükmeden kaderindendir.  

İradesel bağlamda tarafları birbirleriyle mukayese ederek güçlü-zayıf, zengin-fakir, tembel-çalışkan, zeki-aptal, bilge-cahil, ilkel-uygar bir yaklaşımla aşağılamak ya da yüceltmek doğru değildir. Çünkü hiçbir insanın iradece üstünlüğü yahut alçaklığı mevzubahis değildir. Yaratıcı dilediğini yüceltip dilediğine alçalttığından, kulu güçlü kılabilecek hür bir irade mevcut değildir.

Dünya hayatı, tıpkı gökten indirilen bir yağmur gibidir. Su sayesinde yeryüzünün bir bölümü gürleşir, zenginleşir ve güçleşir; yoğun soğuk, kuraklık veya sıcaktan dolayı bir bölümü vasat kalır; diğer bir bölümü ise çorak yapısından verime kavuşamaz. Daha sonra oluşan bir rüzgâr, yangın, fırtına, afet, salgın, hastalık, musibet veya savaşla her şeyin savrulduğunu ve darmadağın olduğunu görürsün. Rahmet, bereket, kıtlık ve felâket nasıl ki birey, toplum ve iktidarların iradeleri ve bilgileriyle gelişmiyorsa; diğer ayrıcalık ve üstünlüklerde aynı programsal oluşumun bir sonucu olarak meydana gelmektedir.

Gücüne, teknolojisine ve iktidarına imrenilen toplumların bir sebeple çöküşleri ve sabun köpüğü misali yok oluşları, iddia edildiği gibi egemen olamadıklarından ve iradelerinden kaynaklanan imtiyazsal bir üstünlük ve bilgi taşımamalarındandır. Çünkü her şeye iktidar eden ve yöneten Yaratıcı’dır. Geçmişteki toplumların tarihlerinde ki zafer, kültür ve eserlerine müthiş önem veren günümüz insanlarının, kendilerinden çok daha güçlü ve bilgili toplumların nasıl yerle bir olduklarını kavrayamamaları, iradesel bir muhakeme yetileri olmadıklarını da kanıtlamaktadır. Tıpkı fiziksel körler gibi bakıyor, inceliyor, araştırıyor, irdeliyor ama idrak edemiyorlar. Oysa insan her şeyi duyuyor, bizzat yaşıyor ama tepki veremiyor. Tartışılmaz somut deliller karşısında gerçeklerin anlaşılamamasının sebebi nedir?
  
“Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat sağırlara -üstelik akılları da ermiyorsa- sen mi duyuracaksın?” Yunus 42

“Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da daveti duyuramazsın.” Neml 80

(Resulüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin.” Rum 52

(Resulüm!) Sağırlara sen mi işittireceksin; yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi ileteceksin?”  Zuhruf 40

“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

Hiç yorum yok: