1 Ağustos 2012 Çarşamba

Din vicdanda saklı kaldığı sürece; kutsal…


Açığa çıktığı anda irtica!

Dine verdikleri kutsallık payesiyle dünya işlerinden dışlama hilesini müminler okuyamadıklarından münafıklara dönüşmüş; dolayısıyla din, vicdanlara hapsedilerek varlıksal nedeni iktidar mücadelesini yitirmiştir.

Oysa vahiy, dinin her alanda referans alınarak toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olarak müminlerin üzerine farz kılmışken, kavram manipülasyonlarıyla akılların karıştırılması ve ilim erbaplarının ihanetleri yüzünden dinin egemenliği adına yapılması gereken mücadeleye gerek bulunmayarak, laik kurallar doğrultusunda vicdani ve hümanist bir din yapılaştırılmıştır. 

Dini vicdana, aklı da siyasete angaje etme iknasında başarılı olan pozitivizm, gerek vicdan gerekse aklı birbirinden bağımsız etkin güçler olarak tanımlayarak, aklı, kişinin iradesiyle özdeşleştirmiştir.

Hâlbuki akıl ve vicdan, ruhun direktifinde etkileşim gösterdiklerinden yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildirici kalp ve beyinden üreyen kuvvetlerdir. Neden kalpten üreyen bilgiler ruhun özmalı olabiliyor da, beyinden üreyenler bedenin iradesinden kaynaklanıyor sorusunun sorgulanmaması, yanlışı meşrulaştırmıştır. Her ne kadar akıl ya da mantık ön plana çıkarılmaya çalışılsa ve sürekli duygu ya da vicdana karşı üstün getirilmeye uğraşılsa da, aklı güden vicdandır.  Dolayısıyla vicdanı ruhla bütünleştirip de aklı ayrı tutmak mümkün değildir.

Etkin Ruh, nasıl bedenlere hayatiyet kazandıran ruhları güdüyor ise, Etkin Akıl ya da Etkin duygu da, yaratıksal akıl ve duygulara hükmediyor. Bu sebeple ne akıl, ne duygu ne de vicdan; iddia edildiği gibi özgür ve mutlak değil, Yaratıcı’nın etkisi ve yönlendirmesi altındadır. Hiçbir teorinin bu gerçeği değiştiremediği yaşamsal kanıtlarla ortadadır.

İnsan aklı ve duyguların özü; bilmek ve hissetmek ise de, insan her zaman biliyor ve hissediyor yahut bildiğini veya hissettiğini yapıyor demek değildir. Dolayısıyla insanın bilebilmeye veya hissetmeye yetili olması, mümkün olmaktan öte iradesel hiçbir şey ifade etmemektedir.
İşte gerçek ile yalanı ortaya koyan doğrular denizi, din ve laiklik adına öne sürülen düzmeceleri kanıtlamakta, böylece din ile laikliğin birbirlerine zıt ve düşman düşünceler olduğunu ispatlamaktadır.

İman etmiş bir mümin için düzenin egemeni Allah ve vahiy, etmeyenler için insan yani laikliktir. Bu vesileyle iman ettiğini ileri sürdüğü halde laikliğe bağlı siyaset yapanlar ve düzene muhalif etmeksizin razı olanların tamamı nicelikli münafıklardır.  
   
Özellikle Müslümanlar, kulluğunu kabul ettikleri Yaratıcıları Allah’ın emri doğrultusunda anayasaları Kur’an’ın dışında hiçbir anayasayı sindirmemeli, bağımsız bir devlet kurabilmeleri için mücadele etmeli ve inananı küfre götüren laiklik zehrine karşı İslam’la şereflenecek bir düşünce ve davranışta bulunmalıdırlar.

Irkları ve ateşe tapan Zerdüşt dinleri uğruna onlarca yıldır dövüşen zalim PKK-BDP terör örgütü kadar cesur ve sebatkâr davranamayan bir toplumun Müslüman olabilmesi mümkün müdür?

Hükümet, barış ve insan hakları adına Alevi, Kürt, Roman gibi birçok açılım yapmış ve Hıristiyanların haklarını gündeme almış ama dinlerinin gereği gibi yaşayamayan Müslümanlara açılımı gereksiz bulup, kucaklaştırdığı laik rejime mahkûm etmiştir. Allah’ın haram dediğini helal, helal dediğini haram sayan bir rejim ve yöneticileri, şüphesiz ki İslam’ın açık ve seçik düşmanıdırlar. Velev ki İslam’a iman ettiklerini iddia etseler, ibadet yapmış olsalar da!

Kutsal, kavram olarak “temiz olmak, temizlemek” anlamı taşıdığına göre; kutsal olan bir değeri sadece vicdana gömmek nasıl bir aklın doğrusu olabilir? Temiz olan bir değerin, toplum ve devleti temizlemekle görevli yükümlülüğünden alıkoymak, pisliğe razı olmak değil de nedir? Demek ki, dünya işlerini ve siyaseti kutsal olan dinden arındırmak, dünyayı pisliğe mahkûm etmektir. Bu mantığa göre; muhakeme edebilen hangi insan, pislik düşünce ve rejimlere saygı duyabilir? Bu durumda sekülerizm, laiklik ve Kemalizm; pis ve kirli bir düşünce değil midir?

21. Yüzyılın en dehşetli münafığı Fetullah Gülen gibi hainlerin sözde inandıkları İslam’ı, dünyevi bir bedel uğruna pis ve kirli düşüncelere peşkeş çeken fetvaları, insanoğlunun hak ve adaletin hakim olduğu tertemiz bir dünyada yaşamalarından mahrum kılmıştır.  

Geçmişte Müslüman milletimizin yardımına koşarak, ellerinde ve avuçlarında ne var ise; Gülen dostu haçlılara karşı savaşan ordumuza veren Myanmarlı Müslüman kardeşlerimizin Budistlerce kıyılmalarını izliyor, ne siyasi ne sosyal ne de askeri bir yardımda bulunmuyoruz.

Fetullah Gülen denen azılı münafık, dünyanın her bir yerinde kurduğu okullarda, zalimlere karşı direnerek barışı ve insani değerleri yüceltecek gençler yerine şarkıcılar yetiştirerek insaniyeti törpülemiş, dolayısıyla aç ve çıplak Müslüman çocuklar ve kadınlar, gaddar Budistlerce katledilirken yardımlarına koşmamışlardır. Çünkü Gülenizm’in misyonu İslam ve Allah yolunda mücadele edecek gençler yetiştirmek değil, Batı’ya kulluk edecek korkak ve materyalist bir nesil meydana getirmektir.

Unutmasın ki, Arakan’lı Müslümanlar, canlarını kurtarabilmek için nasıl kendilerini vahşi timsahların ve yılanların içindeki nehre atıyorlar ise, Fetullah Gülen ve cemaatini de aynı akıbet uğrayacaktır. Türkçe Olimpiyatları adına yaptıkları çıkartmayı, neden Arakan’lı Müslüman kardeşlerimizi kurtarmak için yapmıyorlar? o, Allah ve İslam için can verecek Müslümanlar değil, haçlılara kulluk edecek gençler yetiştirip göz boyadığı millete de gurur duydurmaktadır.

İşte laik düşünce, din kardeşliğini ortadan kaldırmış; “ne işimiz var orada, neden canımızı tehlikeye atalım” çıkarcı egoist ve materyalist bakışıyla insanlığı biçmiş, dolayısıyla dünyanın neresinde bir zulüm var ise,  zerre kadar tereddüt etmeksizin mal ve canlarıyla yardıma koşan milletimizi insanlıktan soyutlamıştır. Vicdanı olmayan bir düşünceden insani bir merhamet beklenebilir mi?  

Hak, adalet, barış, insanlık, merhamet ve eşitlik getiren İslam gibi bir değer karşısında laiklik gibi değersiz bir bencil anlayışın galebe çalmış olması, doğruluk adına mücadele etmekten kaçınan münafıkların teslimiyetlerinden ileri gelmektedir.    

Müslüman için İslamsız aldığı nefes dahi haram olduğuna göre; her alanda İslam’ın hükmü adına mücadele etmesi ve o yolda şehit düşerek Allah huzuruna çıkması, imanın temel şartıdır.

Türkiye’de mutlaka bir federasyona gidilmeli ve Müslümanlara, dinleri İslam’ın hukuk düzenine göre yapılanma hakkı tanınmalıdır. Hiçbir düşünce ve beşeri güç, Allah’ın kayıtsız-şartsız emrine müdahale edemez, keyfi bir talep olarak karşılayamaz. Türkiye’yi meydana getiren hangi toplum nasıl idare edilmek, yaşamak ve yapılanmak istiyor ise, diktayla engellenemez. Zaten demokrasi böylesi bir hürriyet değil midir?

Laik ve Kemalistlerin rejimleri var ise, Müslümanlar da tartışılmaz haklarının ardına düşmelidirler…

“Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.” Bakara 48

“ İşte o gün kişi kardeşinden kaçar; Annesinden, babasından; Eşinden ve çocuklarından; O gün, herkesin kendisine yetip artacak bir derdi vardır.” Abese 34-35-36-37

“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda savaşa çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.” Tevbe 38

Hiç yorum yok: