11 Temmuz 2012 Çarşamba

İslami anayasa istiyorum…


Ne o, şaşırıp; bu adam yine kafayı yedi diye mi düşünüyorsunuz?

Oysa asıl kafayı yiyenler, Yaratıcının yarattığı insanoğluna gönderdiği anayasaya karşı böbürlenerek kendilerini Allah yerine koyan yasa yapıcılar ve itaat eden sefillerdir.

Bana; Allah’a, Resulüne ve anayasa Kur’an’ı Kerim’e iman etmiş bir Müslüman olarak batıl hiçbir düzen ve seküler (LAİK) anayasayı kabul etmemem emredilmiştir. Zerre bir meylimin dahi İslam’dan dışlanacağıma ve ebedi lanete uğrayacağıma hükmedilmiştir. Dolayısıyla geçici bir heva ve heves uğruna ebedi ahiret hayatıma ziyan etmemin nasıl bir mantığı ve kazancı olabilir?

Müslümanlığın temel esası, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmek ve Resulüne kayıtsız-şartsız itaat etmektir. Dolayısıyla her Müslüman, iktidara karşı haklı talebini yerine getirmekle mükellef olup, ölene dek mücadelesini sürdürmekle yükümlüdür.

Allah, nefsi tatmin edici ibadetler üzerinde değil toplumsal düzendeki İslam egemenliğinin mukim kılınmasını ve yeryüzünde din tamamen Allah’ın oluncaya kadar mücadeleyi şart koşmuştur.

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.” Bakara 193

İnsanoğlunun yaratılmasıyla beraber Allah’ın gönderdiği elçilerin öncelikli görevleri iktidarlara tebliğde bulunup düzenlerini Allah’ın dini üzerine inşa etmeleri, böylece zalimlere doğru yolu göstererek emri altındaki toplumlara hak ve adaletle hükmedebilmelerini temini içindir. Tüm Peygamberler bu esas adına görevlerini ifa etmiş, kişilerden ziyade iktidarlarla mücadelede bulunmuşlardır.

Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’de küfrün egemen olduğu Mekke’den Medine’ye hicret ederek önce İslam devletini kurmuş, sonra İslam’ı yeryüzüne yayarak insanlığı yeşertmiştir. Hâlbuki Mekke’ye hâkim kâfirler, “sen bizim düzenimize karışma, tanrılarımıza dil uzatma, dilediğin serveti verelim; bizde sana karışmayıp inandığın gibi yaşamana izin verelim” teklifte bulunmalarına karşın Peygamberimiz, altın tepside sunulan önerilerini reddederek Allah’ın vahyettiği yoldan ayrılmamıştır. Azgın iktidarlara karşı savaşarak baskı ve zulüm altında yaşayan toplumlara huzur ve güven sağlamış, insanı insan yapan değerleri halifelikle yüceltmiş insanoğluna sunmuştur.

Nasıl oluyor da Allah’a kulluğu ve Müslümanlığı kabul etmiş biri, hakkı olan özgürlüğü zorbaların inisiyatifine terk ederek dininin hükmü gereği mücadele etmekten kaçınabilmektedirler?

Türkiye’de baskı ve yasak gören tek toplum Müslümanlar olmasına rağmen hiçbir şey yokmuş gibi sergilenen tavrın nedeni İslam karşıtı rejimin tanıdığı gözden ırak kısıtlı ibadetler ise, o ibadetlerin suratlara çarpılacağı gün pek uzak değildir. Sanki çakma Müslümanlar Allah’a değil laik rejime ibadet ediyorlar! Müslüman’ın ne yapıp yapmayacağını Allah değil de devlet karar kılıyor ise, kimin kulu olunuyor?
    
Apaçık İslam düşmanı ve terör yandaşı İstanbul Barosu denen sözde hukukla iştigal eden bir kurum, Müslüman kadınların örtülerine müdahale ederek avukatlık yapmalarına izin vermeyip, hükümette halkının uğradığı zulme seyirci kalabiliyor ise; Müslüman olarak ne yapılması gerekliliği ayetlerle açıklanmıştır. Geçmişte de aynı barbarlıktan dolayı Gümüşhane Baro Başkanını öldüren İzzet Kıraç adlı Allah için kendini feda eden bir mümini savunduğum ve her türlü desteği verdiğimden ötürü hakkımda ölüm fermanı çıkarılmış, tuttuğum avukat “Şadoğlu’nun köpeği” diye saldırıya uğramış ve aleyhime dava açılmıştı. Allah’ın rızasını kazanabilmek için ne yaparlarsa yapsınlar, hepsi vız gelir…

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır.” Maide 33

Müslümanların laik devlet kurulduğundan itibaren zincirlere vurularak görülmemiş baskı-zorbalıkla hor ve hakir bırakılmaları halen sürebildiği halde; PKK-BDP teröristlerinin dil özgürlüğü gerekçesiyle onbinlerce insanı öldürüp silahlı isyanlarını demokratik bir talep olarak değerlendirenler, neden dininin vazgeçilmez kuralı olan İslami bir anayasa isteğine şiddetle karşı çıkarak aşağılamalarıyla yetinmeyip savaşa dahi kalkışılabiliyor? Demokrasi gerekçesiyle acımasız terörist Leyla Zana ile görüşerek uzlaşma arayışı içinde olan Başbakan Erdoğan, benim İslami anayasa talebimi bir hak olarak mütalaa edebilecek mi? Acaba iddia edilen ırki Kürt sorunu, Müslümanların sorunlarını kamufle edebilmek için midir?

Ak Partinin 11 yıldır tek başlarına iktidar olmalarına karşın örtü sorunun halen devam ediyor olması, dolambaçlı yollardan sözde çıkardıkları genelgelerle türbanı çözme hileleri, yaşanılan olaylarla kanıtlıdır.

Turgut Özal’a ölmeden 3 ay önce bir mektup göndermiş ve kendisini Allah’ın indirdiği hükümlere göre milleti idareye davet etmiştim. Her ne kadar mektubuma karşılık vermeyip davetimin gereğini yapacak tek adım atmamış ise de, ölümüyle birlikte hesap sorucu Allah’ın gereğini yapacağına şüphe yoktur.

Acaba insanın istediğini seçme özgürlüğü olan demokrasi, Allah anayasasının hüküm süreceği bir rejime karşı ise, demokrasinin anlam ve mahiyeti nedir? Güya Müslüman kimlikleriyle boy gösteren politikacılar, önderler, ilahiyatçılar ve yazarların biri dahi “İslami anayasanın” mutlak şartını ortaya koyma cesaretinde bulunmayıp Batılı türden laiklikten dem vurmaları ve takipçilerinin de yakalarına yapışmamaları, Türkiye’de vahyin buyurduğu tek bir Müslüman’ın olmadığını ispatlamaktadır. Her ne kadar nüfusunun % 99’u Müslüman olan bir ülke isek de, yapılacak bir referandumda hiç kimsenin İslami bir rejimi istemeyeceği muhakkaktır.  Yeni düzenlenen anayasada bile değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez olan laiklik, açıkça İslam’dan daha kutsal ve asla dokunulamaz bir anlayış olarak varlığını sürdürmektedir.

Türkiye’de İslam’ın, Kürtçe bir dil ve ırk kadar dahi önemi bulunmamakta ama camiler dolup taşabilmektedir. Birkaç gün sonra mübarek Ramazan Ayı; sanki İslam ülkesiymişiz gibi 11 ay boyunca ayetleri alay konusu yapanlar; İslam’ı anlatan yayınlar hediye edecek, programlar yapacak, iftar sofraları düzenleyecek ve Ramazan ayının faziletlerini anlatacak fakat özde İslam olmayacak! Böyle bir komediye dünyanın başka bir ülkesinde şahit olunabilir mi? Allahaşkına, bu Müslüman müsveddeleri kime secde ediyor, kime oruç tutuyor ya da dua ediyorlar?

Herkes inancında hürdür. Ne var ki, devlette olsa kimse kimsenin dinine karışamaz, yaşam biçimine zorlayamaz, haklarını kısıtlayamaz, dininin vecibelerini yönlendiremez, elindeki güce güvenerek aşağılayamaz ve dışlayamaz.

Ben, bir Müslüman olarak ne devletin ne de TBMM’nin değil Allah’ın kuluyum. Dolayısıyla Allah’ın indirdiği anayasaya bağlı kalmak dinimin bir zaruriyetidir. Allah’ın bir ayetine değil vatandaşlığımı, Türkiye’yi verseler dahi yan dönüp bakmam. Bir saniye sonrası meçhul olan bir payitahtlık uğruna yaratıcım Allah’ı karşıma alabilecek bir cesarete sahip değilim.

PKK-BDP’ye gösterilen tolerans talebime gösterilmiyor ise, derhal vatandaşlıktan çıkarsınlar!

İslam devletinin olmadığı bir yerde İslami müesseseler kurmak, küfre rıza gösterircesine mücadele etmeksizin ibadet yapmak; ölünün kırık kolunu tedavi etmek gibidir!

Ne zaman ki, “halka hizmet Hakk’a hizmet” anlayışı yerine “Hakk’a hizmet halka hizmet” alır, o zaman İslam’ın adaleti egemen olur…

“Yoksa Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Tevbe 16    

Hiç yorum yok: