20 Temmuz 2012 Cuma

Dinsiz siyaset kırımdır…


Bedenin öldürülüp ruhun yaşıyor olması nasıl cinayet suçunu savamıyor ise, dinsiz bir bilim yahut bir siyasette kitlesel bir cinayettir.

Ruhsuz bir bedenin çürümesi misali dinsiz bir devletinde her türlü zihinsel ve duygusal mikrobu üreterek insani değerleri, hakkı ve adaleti bertaraf eden enfeksiyonel varlığı, şüphesiz şeytani parazitlerin topluma girmeleriyle mümkün olmaktadır. Topluma bulaşan şeytani mikroorganizmalardan dolayı binbir türlü kötülüklerin doğmasında etkin olan devletin, toplumun korunabilmesi için tek çözüm olan Yaratıcı’nın kurallarını reddetmesi, apaçık salgınsal bir kırımdır.

İnsaniyeti yücelten vahyi ahlak yerine seküler ahlaka odaklanılmasından tüm toplum enfeksiyon kapmakta, dolayısıyla insanı insan yapan değerler çürütülüp nefsi galebe çaldıran hastalıklar hızla yayılmaktadır. Bu sebeple insanlığı katleden ateizm merkezli sekülerizm veya laisizmin hâkimiyeti durdurulamadığı takdirde, sağlıklı muhakeme edebilen vicdanlı bir insanın kalabilmesi mümkün değildir. Maneviyatı biçen köklü hastalıkların bulaşıcı etkilerinden dolayı insanlığın nasıl korkunç bir tehditle karşı karşıya olduğu, yaşanılan olaylarla ortadadır.
   
Laiklik din ve vicdan özgürlüğü değil, din ve vicdan katlidir…

Nüfusunun büyük çoğunluğu mümin olan bir millete dinin emirleri gereği yaşamalarına, sosyalleşmelerine ve siyaset yapmalarına izin vermeyen ceberut totaliter laik rejiminin sorumlusu, dine ve insanlığa fiyat etiketi koyan çobanlardır.

Laik devletin kurulmasından bu yana iktidara gelen Müslüman imajlı münafıklar; “din mi, laiklik mi” seçimiyle ilgili halka giderek referanduma dahi cesaret edememişler, bilakis laikliğin destekçileri olarak kökleştirmişlerdir. Oysa hiçbir Müslüman, aşk ve tazimle iman ettikleri Allah, Peygamber ve Kur’an karşıtı laiklik gibi dinsiz bir devletin varlığını ve idaresi altında yaşamayı kabullenebilmesi her ne kadar imkânsız ise de, makam ve iktidar uğruna İslam yerine laikliği savunabilecek kadar alçalmış politikacı ve din adamlarının hüküm sürüp Allah’a ihanet ederek Müslümanları aldatmaları, hak din İslam yerine şeytani olan laikliği mukim kılmıştır.

Ateizmin çağdaş, teizmin çağdışı propagandasıyla dine karşı oluşturulan karalama, Müslüman kimlikleri öyle etkilemektedir ki, “çağdaşım ama dinime de bağlıyım” karmaşıklıklarıyla tek başına dindar olmaktan utanır hale gelmişlerdir. Oysa çağdaşlığın hangi amaç ve hedefle kullanıldığını dair bilmeyen sefiller, sözde iman ettikleri Ortaçağ karanlığı olarak aşağılanan Peygamber efendimize ve Kur’an’a hakaret ettiklerinin farkında bile değildirler. Çünkü ateist ya da deistlerin sık sık vurguladıkları çağdaşlık, kafaları karıştırıp boş inanç olarak dışladıkları İslam’ı siyasetten sildikleri gibi yaşamdan da tamamen elimine etmek içindir. Dolayısıyla hem Müslüman hem de çağdaş kompleksliler, komedi gösterisinde bulunan tiyatrodaki oyunculardan farksızdırlar.

İslam referanslı liderler, partilerini ve kendilerini tanıtırlarken dini hassasiyetleriyle değil, “Anadolu gelenekleriyle bağdaşan bir partiyiz” ifadeleri, münafıkların kâfirlerden daha aşağı, pespaye ve rezil olduklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca muhafazakâr söylemleri de, sözde İslam’ı koruma amacı güden kamuflajlı bir düşünce taktiği ise de, laikliğin değişmesine karşı direnç gösteren ve ateist değerlerin korunmasını savunan bir muhafazakârlığa dönüştüğü de inkâr edilemez.

Muhafazakârlık, her ne kadar teist kanadın siyasi bir ideolojisi olarak kabul görse de, gelişen süreçte aslında ateizmi kollayan sol bir ideolojidir. Sonuç olarak din ile ateizm aynı anda üreyen düşünceler olmasından, savunulan değişim ya da devrimler, rahman ve şeytan temelinde renklenirler. Hatta ateist düşünce, kendini dinle yakınlaştırılmasına şiddetle karşı çıkarken; dini düşünce, özellikle siyasette ateistleşebilmektedir. Dolayısıyla toplum düzeninde iddia edilen değişimi ateistler değil teistler yapmaktadır. Asıl devrimciler dine inananlar olup, haçlılarca ve dahili uzantısı azınlıklarca güdülüp başkalaştırılmaktadırlar. Bir avuç solcu-laik ateistin Türkiye’deki egemenlikleri, bu gerçeğin apaçık bir kanıtı değil midir? Dini siyasetten koparan ateist rejimden başka bir delile ihtiyaç var mıdır?

Özel hayatlarında Müslüman, siyasette ateist olan dönmelerin din karşıtlarınca Allah ile kul arasına hapsedilen vahyi anlayışa dolaylı yollardan destek çıkma ihanetleri, İslam’ı, Allah ve Resulünün emrettiği doğrultudan çıkarmalarına neden olmuştur.

Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’in asli görevi, toplumu sevk ve idareyle düzeni inşa edici devlet yöneten bir siyasetçi olmasıydı. Siyaset, devlet yönetme olduğuna göre; dinin siyasetten ayrılmasıyla geriye ne kaldığını düşünmekten bile aciz mahlûklar, ateizmin siyasi terminolojisi olan laikliği çağdaşlık, din ve vicdan özgürlüğü manipülasyonuyla hazmederek, Allah ve Resulünün evrensel kurallarını hiçe saymak suretiyle vahyi katletmişlerdir.

Dinde zorlama yok ama laiklik gibi ateist bir düşüncedeki zorbalık; hangi anlayışın baskıcı ve totaliter olduğunu ispatlamaktadır.

İnanma veya inkâr etme tamamen Allah iradesinde olduğundan dolayı düşünce ve itikatta kesinlikle zorlama yoktur. Bir başkasının haklarına müdahale ve tecavüz dışında her düşünce ve inanç sahiplerine saldırı olmadığı müddetçe tahammül etmek veya saygı göstermek, İslam’ın olmazsa olmazıdır. Ancak köpük misali her an yok olmaya hazır laiklik gibi düşünceler, tedirginliklerinden ayakta kalabilmek için cebir, tehdit ve şiddet kullanarak, temelsiz varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Bu sebeple hiçbir anlayış cebren dayatılmamalı ve her insan, inancı gereği siyasileşme ve yaşama hakkına sahip olmalıdır.  Ki, İslam’ın varlık amacının tamamen siyasi olma nedeni, insanlığı yücelterek barış, hak ve adalet getirici eşsizliği ve suçu önleyici otoritesindendir.

Ruhun bedenden ayrılması karşılığı nasıl ölüm gerçekleşiyor ise; dininde siyasetten ayrılmasıyla küfür gerçekleşiyor. Ancak kendilerini dinin yaratıcısı ve sahibi zanneden din düşmanı jakobenler,  dinle siyaseti birbirinden ayırma hükmü vererek, apaçık Allah oldukları iddialarıyla ahkâm kesebilmekte ve iman etmiş tek bir siyasetçi çıkıp da, “haddini bil, sen Allah değilsin ve dinin kurallarını Allah ve Resulü koyar” itirazında bulunamamaktadır.
    
Siyasetten arındırılmış İslam, Allah ve Resulüne isyandır! Zaten İslam’ın hedef ve gayesi, Allah hükümlerinin tatbiki ve Allah iradesine teslimiyettir. Hiçbir laik düşünce ve iktidar, kendini Allah yerine koyarak neyin yapılıp yapılmayacağı konusunda Müslümanlar adına hüküm veremez ve din özgürlüğünü kısıtlayıcı yasaklar getiremez.

Dinim İslam, bana siyaseti emredip Allah hükümlerine göre devletleşmemi emretmiş olduğu halde; Allah’tan değil çapulculardan korkup ya da az bir bedel karşılığı ayetleri satarak münafıklıkla yaftalanmamı kimse bekleyemez.

Kişinin inanmama konusu ne kadar demokratik bir hak ise, inandığı gibi düşünme ve yaşaması da o kadar haktır. Ancak ateist laik rejim, vazgeçilemez ve tartışılamaz bu hakkı, Müslümanların elinden almaktadır.

Düşünün ki, tarafsız olması ve hiçbir ideolojiye bağlı bulunmaması gereken mahkemeler bile, gizli bir tanrı kabul edilen Atatürk siluetleri karşısında tüm insanları yargılayabilmektedir. Dolayısıyla Müslüman, Hıristiyan, Yahudi veya diğer dinlere mensup insanlara apaçık bir taciz ve saldırı olan bu dayatma, şüphesiz adaleti de töhmet altına sokmaktadır.

Geçen gün mahkemede yemin etmekle mükellef bir Müslüman’ın tanrısı Allah üzerine yemin edeceğini bildirmesi üzerine yargıç tarafından tutuklanarak cezaevine gönderilmesi, durumun vahametini ortaya koymaktadır. Yargıç, sadece rejimin gereğini yapmıştır.

Buna benzer bir olay benim de başıma gelmiş, fikirlerimden dolayı yargılandığım mahkemede ayetle savunma yaptığım esnada, yargıç; “burada ayet okuyamazsın” diyerek beni tutuklamakla tehdit etmiş ama geri adım atmamıştım.

Çünkü ben bir Müslüman’ım ve inancımın gereği yapmam gerekeni hiçbir güç engelleyemez. Ki, evrensel insani kurallarda bu hakkı bana tanımakta ve savunma özgürlüğümün kısıtlanmasına karşı durmaktadır.
  
Sonuç olarak; her inanç sahibine dinleri doğrultusunda siyaset yapma ve yargılama hakkı, muhakkak ki demokrasinin ve özgürlüğün kaçınılmaz bir yükümlülüğüdür. Ne var ki demokrat şövalyeler, konu dini özgürlük olunca hemen baltalara sarılır ve ulumaları yeri göğü inletir.

Her kim İslamsız bir siyasetten yana ise; o, apaçık bir fasıktır! Velev ki alnı secdeden kalkmamış ve yıllar boyu oruç tutmuş olsun!

Ki, içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan Ayını baz alırsak; Allah’ın anayasasına muhalefet eden birinin tuttuğu oruç, kıldığı namaz ve yaptığı dua kabul olabilir mi?

7 Şubat 1923’teki açıklamasında İslamsız bir siyasetin olamayacağını vurgulayan Mustafa Kemal, Anayasanın Kur’an olacağını vaat etmemiş miydi?

“Millet Allah birdir, şanı büyüktür. Selameti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Cenab-ı Hak tarafından dinimizi tebliğe resul yapılmıştır. Kanuni esasi hepinizce malumdur ki Kur'an-ı Azimüşşan'dan ayetlerdir.” Mustafa Kemal

“Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” Maide 49
  

Hiç yorum yok: