6 Ağustos 2011 Cumartesi

İnandıkları halde güvenemiyorlar…

İnanç ile iman, tıpkı düşünce ile eylem gibi birbirlerinden farklı kuvvetlerdir. Bir şeyi düşünebilir veya inanabilir, ama eyleme dönüştüremez yahut imanı kanıtlayıcı bir teslimiyeti ortaya koyamazsınız, o atıldır. Dolayısıyla herhangi bir kimse inandığı bir değeri ikmal edemiyorsa, o değere gerçek anlamda iman edemediğinden söz ve düşünceleri hiçbir kıymet taşımaz, bundan dolayı başkalarını da ikna edebilmesi mümkün değildir. Çünkü en iyi nasihat sözle değil, davranışla örnek olmaktır.

Bu sebeple tıpkı pratiğe geçirilememiş bir düşünce misali teslimiyetsiz bir inancın da hiçbir değeri ve önemi yoktur. Muhakeme edemeyen bir beyin nasıl sinirsel bir kümbet ise, vicdansız bir kalpte kan pompalayan bir aygıttır. Gerek düşünce gerekse inancın dilediği hedefe kavuşabilmesinin yegâne koşulu; ya tüm müdahalelerden arınmış özgür bir iradeye sahip olması, ya da hiçbir tereddüt duymadığı Mutlak İrade’ye kayıtsız bağlılıkla mümkündür. ”Mutluluğa giden tek yol vardır ve bu irademizin dışındaki şeyler yüzünden kaygılanmayı bırakmaktır.” Epistetus

Düşünmek ya da inanmak; iradesel mi yoksa kadersel midir?

Tamamen ruhsal olan düşünce ve duyguların fiziksel etkileşim gösterebilmesi iradesel değil kaderseldir. Zihinsel ve duygusal oluşumların fiiliyat kazanabilmesi, ancak ruhun hükmettiği bedeni dürterek harekete geçirmesiyle mümkündür. Aslında pozitivist teoriler, düşüncede programlandığı düzeni sekteye uğratmadan eyleme dönüştürmeli, dolayısıyla özgür iradeyi egemen kılmalıdır ama kendini ilahsal bir müdahaleden sakındıramıyor ise, kıymeti nedir?

Allah’a inanan insanın, yapmak ve ulaşmak istediği ya da rızık, huzur ve güvenliği adına talep ettiği şeyler için sürekli fiziksel bir aracıya ve desteğe ihtiyaç duymaları anlaşılabilir değildir. Hâlbuki dinleri ve geçmişlerini irdelediklerinde, yaprağın dahi yere düşmesi gibi kainatta meydana gelen her şeyin O’nun dilemesiyle gerçekleştiği, birçok olayın her türlü engellere ve olumsuzluklara rağmen nasıl başarıyla sonuçlandığı ya da güvendikleri dağlara karlar yağıp çiğlere hedef oldukları fark edebilecek bir açıklıkta olmasına rağmen; özellikle inananların Yaratıcı’nın ruhsal oluşundan yeterince tatmin olmayıp fiziksel aracılara güvenmeleri, imansı bir teslimiyetin olmadığını kanıtlamaktadır.

Güvenilen ve yaptırımı olabileceği sanılan yaratıksı gücün fiziksel etkisi ne olursa olsun gerçekte bir hiç olduğu, etkileşmeyi ve yönlendirmeyi sağlayan ruhsal gücün ise nasıl egemen olabildiği hayatın her safhasında tadılmasına karşın her nasılsa boyun eğilememekte; gerek sağlık gerek ekonomik gerek makam gerekse huzur ve güven için mutlak hükümran Allah’a değil de aracılara umut bağlanarak dolaylı yollardan tanrısallaştırılmaları, inandıkları halde iman etmediklerini ortaya koymaktadır.

Neden yaratığa dayanıldığı kadar Yaratıcı’ya güvenilmemektedir?

Allah’a inananların ateistçe düşünce ve davranışları, farkında olmadıkları çoktanrılı sapkın bir itikada neden olmaktadır. Ölümden, yoksulluktan, tehlikeden, terörden, rızıktan, hastalanmaktan, şifa bulamamaktan, sakat kalmaktan, kaybetmekten, işini veya servetini yitirmekten, savaş ve deprem gibi menfi olaylardan çekinilmesi, sözde inanılan Allah’a apaçık bir imansızlık ve itimatsızlıktır. “Eğer başınıza gelebilecek gerek müspet gerekse menfi hiçbir şey yoktur ki, onu ‘o kitapta’ yazmış olmayalım” buyruğunu insanoğluna açıklayan Allah ise, inanan bir insanın herhangi bir şey için telaş duyabilmesi ve iradesiyle olabilecekleri lehine değiştirebilmesi ya da yarınından tedirgin olabilmesi, nasıl bir imanla bağdaşır?

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” Hadid 22

Ölümle dünya yaşamının bittiği ecel ile ilgili hangi tedbir, ruhlar yaratılırken yazılmış olan eceli uzatabilir ya da hangi güç kısaltabilir? Yahut rızkı daraltabilir veya bollaştırabilir ya da musibetleri savabilir?

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa ‘Bu Allah’tan’ derler; başlarına bir kötülük gelince de ‘Bu senden’ derler.’Hepsi Allah’tandır’ de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laftan anlamıyorlar!” Nisa 78

“Tedbirini al, takdiri Allah’a bırak” yaklaşımı, birbiriyle çelişen ve irade üstünlüğü güden bir saçmadır. En talihsizi de, Allah Resulü’nün vahye tamamen aykırı bu anlayışı kabul etmişçesine iftira atarak hadis diye dayatmalarıdır. İnsanın iradesiyle tedbirini alması ve Allah’ın da mutlak iradesiyle takdirini uygulama kabulü, gizliden gizliye insan iradesini üstün kılabilme manipülasyonudur. Bir kimsenin ölmek, öldürülmek, zarara uğramak veya hastalıktan kaçabilme güvencesi, iradesiyle aldığı tedbirlere bağlı ise Allah’ın takdiri ne zaman hükmediyor, neden ziyana uğranıyor? Diğer taraftan insanoğlu aldığı tedbirlerden dolayı hakkında hükmedilmiş belalardan kurtulup takdiri engellediği ortaya çıkıyor. İnsanın zararlardan kaçabilmesi için sözde iradesiyle aldığını sandığı tedbirlerde Allah’ın mutlak iradesine rağmen mi kendini sakındırabiliyor? Bir beladan kaçarken binlercesinin her an kendisini kuşatmaya hazır olduğu bir süreçte, tamamına karşı bertaraf edici tedbirsel bir iradeye mi sahiptir?

Ayrıca birçok insan canına kıyabilmek için intihar ediyor ama eceli gelmediğinden ölemeyebiliyor.

“ De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre pek fazla değildir.”Ahzab 16

Ailem ve arkadaşlarımın korumalarla dolaşmamı ve evimde güvenliği arttırmam konusunu dile getirerek tedbirli olmamdaki ısrarlarının apaçık bir şirk, koruyup gözeten ve yönlendirenin Allah olduğunu vurgulayarak, tereddütsü bir duygunun inancımda bir güvensizlik olacağını; dayanıp güvendiğim, yardım ve destek olarak da sadece Allah’ın bana yeteceği, O’nun izni olmadan hiç kimsenin bana ne fayda ne de zarar veremeyeceğini ayetler ve yaşadığım tecrübelerimle ortaya koyarak imansı bir teslimiyetin üzerinde durmuşumdur. Bırakın kulsal korumaları, Yaratıcım Allah’a güvensizlik olacağı düşüncesiyle evimin her tarafında bulunan alarmları bile çalıştırmamaktayım. Çünkü Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibetin bana ulaşamayacağı, O’nun açık bir hükmüdür. Eğer O dilemişse, sarp ve sağlam kalelerde, etrafım ordularla çevrili olsa dahi o musibeti defedebilmem asla mümkün değildir.

“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” Tegabün 11

Hiçbir hareket ve olayın kendiliğinden oluşamayacağı temel prensibine bağlı kalarak, etkileşmeyi sağlayan kuvvetin mutlak dürtüsüyle sebepler doğmakta ve olayları geliştirerek sonuçlandırmaktadır. Zihinsel veya duygusal, fiziksel veya ruhsal her şey; kadersel düzeneğe göre olgunlaşmaktadır. Fertler veya toplumlar arası farklılık ve uçurumlar önceden kurgulanmış mutlak bir programa göre plânlanmamış olsaydı; benlikler durdurulamaz, herkes birbirini ezerek ve parçalayarak tahtı ele geçirmek isterdi. Lideri veya sultanı sarayda, halkı ise çöplükte veya cephede, işsizi sürünüp işlisi keyif halinde, zengini tok yoksulu aç, seçenin aşağılanıp seçilenin itibar gördüğü bir düzende insanların sabredebilmesi, sessiz ve sakin bir umut içinde huzur ve güven ortamın var olabilmesi kimin iradesidir?

Düşünce ve inanç, pratiğe gerek bırakmayacak bir yüceliğe ulaştırıldı. Dolayısıyla düşünen, inanan veya bilge bir insandan kanıtlayıcı bir davranış isteği hakaretle özdeşleştirildi.
Allah’a en şiddetle meydan okunan, seküler felsefenin ve insanı teoride tanılaştıran ve egemenleştiren rasyonalizm ve demokrasinin ürediği merkez olan Antik Yunan, işlerine geldikçe ve zorda kaldıklarında somut doğa olaylarına bakar ve zoraki de olsa bir Yaratıcı’nın varlığını kabule zorlanırlardı. Bunu yaparlarken de, hani neredeyse yaptıklarından utanırlardı. Onlara göre edinilmeye değer bilgi, beyin hücreleri çalıştırılarak elde edilen sanal bilgiydi ve yaşamsal olaylar önemsizdi. Evrensel gerçekler ve günlük hadiselerle ilgili somut bilgiler, onların gözünde “ikinci sınıf” bilgiydi. Öyle ki; Platon’la bir öğrencisi arasında geçen şu ilginç tartışmayı dikkatinize sunuyorum. Öğrenci, matematik dersinin sonunda, “Peki hocam” demiş, “iyi, güzel ama bütün bunların yararı?” Sonra eklemiş, “Ne gibi sonuçlar çıkar bundan?” Platon köpürmüş, kölelerinden birini çağırtmış, “Bu öğrenciye bu hafta harçlığını vermeyeceksin” demiş. Sonra da öğrenciye dönüp, “Gördün mü? Matematik dersinin böyle de sonuçları olabiliyor.”

İmansız bir inançta öyledir. İnananların kendilerini Kaf dağında gördükleri teslimiyetsiz, itaatsiz, güvençsiz ve yüzeysel bir inançla Allah’ı onayanların nasıl riyakâr davrandıklarıyla ilgili daha anlaşılabilir bir örnek vereceğim.

Yanınızda görevli bir çalışanınızı düşünün. Sizin patronunuz olduğunu sürekli dillendirip sevgi ve saygıda kusur etmiyor, bağlılığını kanıtlayan görsel her türlü tazimde bulunuyor. Lakin kendisine bir görev verdiğinizde kesinlikle ya yapmıyor ya da gelişigüzel geçiştirerek, “patronumu tanımam, sevgi ve saygıda kusur etmemem, kendisine iltifatlar yağdırmam” yeterli diye bir düşünce ve davranışı adet haline getirmesi; yanınızda barınabilmesini mümkün kılar mı? Yükümlülüklerini yerine getirmemesi hoş karşılayabilme sabrını gösterir mi, yoksa yağcılıkla azarlayıp işine son mu verirsiniz? İşte Allah’a inandıklarını iddia edenlerin durumu da aynen böyledir.

Her şeyi yönetim yönlendiren, belaları savan ya da musallat eden, rızkı verenin ve dilediğini zengin kılıp dilediğini fakir bırakan, hastalıkları ve şifayı veren, belirlediği ecel günü hakkında ölüm hükmü verdiğinin canını alan, bir saniye sonrasını sadece kendisi bilen, iş paylaşımı ve makamları dağıtan, kimin nerede duracağını ve ne yapacağını tayin eden Allah’ın olduğuna inanan bir mümin; Allah’tan bir başkasına güvenmesi, umut bağlaması, sorunlarını çözebileceğine inanabilmesi iman ile özleşebilir mi?

“Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O’nun perçeminden tutmuş olmasın. (Hepsinin hükmü, tasarrufu ve yönetimi O’nun elindedir).” Hud. 56

Örneğin zenginliğin insanı açlıktan sakındıracağını savunanlar, hayatlarında hiçbir tecrübe yaşamamış ahmaklardır.

22 yaşında olduğum 1980 yılında Almanya’ya giderek, kendime Türkiye’de az sayıda bulunan o yılın Mercedes marka otomobilini satın alarak karayoluyla İstanbul’a geliyordum. Avusturya’nın Graz kentinden benzin alırken paramı çaldırmış ve İstanbul’u arayarak belki bir tanıdık bulabileceğim düşüncesiyle Viyana’ya dönmüş ama o sırada 12 Eylül ihtilalı olmasından olsa gerek telefonla hiç kimseye ulaşamamıştım. Zaman yitirmemek için üzerimde değeri yaklaşık 30.000 Dolar olan pırlanta künyem ya da yüzüğümü satabilmek maksadıyla kuyumcuya gitmiş, kuyumcunun mücevherlerimin değerli olduğunu, polisten çalınmadığına dair bir rapor getirdiğimde satın alabileceğini söylemesi üzerine polise gitmiştim. Künyemin üzerinde yaklaşık 3 Krat elmas taşlarla yazılı soyadım ve pasaportumu göstermeme rağmen polis, büyükelçilikten bir yazı getirmemi istedi. Doğruca büyükelçiliğe gidip kapıdaki görevliye durumumu anlatmama karşın ortalığın çok karışık olduğunu ve kimsenin benimle ilgilenemeyeceğini belirtmesi, yapayalnız kalmama neden olmuştu. Altımda 70 bin marklık otomobil, üzerimde binlerce dolarlık mücevher vardı ama cebimde sandviç alacak param yoktu. Tafsilatlı olarak “Akıl mı Kader mi” adlı kitabımda yazdığım bu ibretsi olayın tamamını anlatmayacak, tam 10 gün boyunca çöpleri karıştırarak açlıkla mücadele ettiğimi, kış olmasından ötürü biten yakıtımdan dolayı soğuktan arabada titremem kimin iradesiydi? Avrupa’nın bir başkentinde açlıktan çöpleri karıştırıyor, ama dışarıdan bakıldığında herkesin imrendiği bir zenginlik sergiliyordum. Hâlbuki tıpkı çölde susuz kalmış biri gibi servetim, bir sandviç almakta bile işe yaramıyordu.

Gerektiğinde zenginliğin çöplerden bir lokma yiyeceği aramaktan kurtaramaması gibi, fakirliğinle tek başına kaldığın veya sokağa atılarak yapayalnız bırakıldığın bir sırada öyle bir oluşumla karşılaşır ve doruğa tırmanırsın ki, bunun nasıl geliştiğini; ne tanrısallaştırdığın aklın, ne iraden, ne de mantığın çözebilir…

“Olayı gördüler de nedenini göremediler.” Blaise Pascal

İnsanların inanç ve iman, ruh ve beden, mantık ve duygu, irade ve kader konusunda akıl almaz paradokslar yaşayarak diledikleri gibi az veya çok seçme hakkı bulunduklarını zannetmeleri, gerçek yaşamla hiçbir zaman örtüşmeyen hezeyanlardır. Yaratıcı ile yaratık arasındaki farkı dahi muhakeme edemeyip doğruyu yanlıştan ayıramayan bir aklın hür ve üstün olabilmesi nasıl düşünülür? Öyleyse nasıl oluyor da insana güveniliyor ve inanılıyor?

Karşılaştığı o kadar olumsuzluklara rağmen çektiği acıdan, uğradığı musibetlerden ve yönlendiremediği hayatından ders almayan, Yaratıcı’ya karşı üstün ve galip gelebilme hırsıyla yaşadıkları dünyayı cehenneme çeviren ve tıpkı intihar komandoları misali kendini yok etmeye çalışan insanoğluna güvenilip dayanıla bilinir mi? Eğer beyin ve irade, teoride iddia edildiği gibi işlevini yerine getiremiyor, doğruyu ve gerçekleri yargılamada aciz kalıp şeytanın tuzağına düşüyorsa; iradesel bir muhakeme yetisinden ve mantığın süzgecinden söz edilemez.

Anlayışları ve inançları gereği hâkimiyetin akılda olduğuna kayıtsız inanan fert ve toplumlar; kan, savaş, ölüm, hastalık, vahşet, belâ, pislik, sıkıntı, sefalet, terör ve facia içinde yaşamayı arzu ettiklerinden dolayı mı iradelerini bu doğrultuda kullanıyor, söz ve dileklerini yerine getirmiş bulunuyorlar?

Egemenin kim olduğu sorulduğunda, ateistler hariç şüphesiz herkes Yaratıcı diyecektir. Öyleyse nasıl oluyor da döndürülebiliyor, inanıp düşündükleri gibi imanlarını kanıtlayıcı bir davranışta bulunamıyorlar? Allah’a bir yönden kulluk edenler, iman etmiş sayılırlar mı?

“İnsanlardan kimi Allah’a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.” Hac 11

Vahiyle bilimi, ruhla beyni, dinle devleti, şeriatla modern yaşamı birbirinden ayırarak egemensel bir paylaşıma gidilmesi, ancak şeytani bir hipotezdir. Yeryüzü idaresini yaratılan insana, gökyüzü ve ahireti de Yaratıcı’ya bölüştürme cüretinde bulunan sefiller, haddi öylesine aşmışlardır ki, hiçbir delil düşünce ve duygularını değiştirmemekte ve akıllanabilmelerine aracı olmamaktadır. Hayvanlardan bile daha şaşkın bir yaşam sürmeleri, şüphesiz mühürlenmiş olmalarından ileri gelmektedir.

Sorgulama son derece kolay olmasına rağmen neden başarılamıyor? Özellikle vahiy referanslı müminlerin; rasyonalizme, pozitivizme, laikliğe, özgürlüğe ve demokrasiye gönül vererek savunabilmeleri, imanı kahreden akıl almaz sapkınlığın tedavisi olanaksız davranışlarıdır. İnsanın inandığı gibi iman edememesi veya inanmadığı varlığın esaretinde bir yaşama mecbur kalması, düşündüğünü gerçekleştirememesi, doğruyu savunup yanlışta ısrar etmesi, hümanizmi savunup dehşet saçması ve yarın ne olacağını kestirememesi, tüm beyinci, fizikçi ve atomcu anlayışları çökertmektedir. Demek ki doğru yola, düşünebilen bir akıl ve olmayan özgür bir iradeyle değil, Yaratıcı’nın dilemesiyle erişebileceği anlaşılmaktadır. Şu halde, insanın hiçbir seçme hakkı bulunmadığı gerçeği yaşadığı dünyada kanıtlandığı gibi, ayetlerle de tasdik edilmektedir.

“De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur; ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar ne de bir yardımcı. “ Ahzab 17

Özgür düşünebilen bir mantığın ve muhakeme edebilen bir aklın kendi iradesiyle Yaratıcı’ya meydan okuyabilmesi asla mümkün değildir. Tıpkı şeytan gibi! İnsanoğlunun benliğinde varolan yaratıcı ve egemen olabilme hırsı, Yaratıcı’nın tıpkı şeytanı saptırması misali dilediği kimseleri de saptırtarak kendine rakip ettirme ve üstün göstertme iradesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü kâinatın ve düzenin sahibi kendisi olduğu için, “bir bilgi”’ye göre birbirine zıt olan olayları iyi veya kötü, doğru veya yanlış, güzel veya çirkin, sevgi veya nefret ayırımı yapıp ruhlar arasında tasnif ederek paylaştırmıştır. Buna göre, kendi düzeni ve dileği doğrultusunda “bir bilgi” gizemi içinde imtihan söz konusudur. Tıpkı yaşadığımız dünyadaki aykırılık ve farklılıklar gibi!

Ramazan ayı geldi ve Müslümanlar oruç tutup güvençsiz ibadetlerini çoğaltacaklar. İlim sahibi hocalarda her adıma binlerce sevap dağıtacak ve cenneti müjdeleyeceklerdir. Ne yazık ki kendileri imansı bir teslimiyette olmadıkları için, kalpleri şüphe ve tereddüt içindeki Müslümanları da kendilerine benzetip imansız bir inançla arşa yükselteceklerdir. Ezelde yani ‘ o kitap’ta programlanmış olarak ruhlar âleminde ‘bir bilgiye’ göre yapılmış olan sınavın, fiziki dünyada güncelleştiğini bile bilmekten bihaber sömürücüler, kaderin günlük ya da yıllık belirlendiğini ve değişebileceğini vazetmeleri, saptırılmış olmalarının bir sonucudur.

“Eğer Allah sizi azdırmak istemişse, ben size öğüt vermek istesem de nasihatim size fayda vermez. Çünkü O, sizin Rabbinizdir. Ve nihayet Ona döndürüleceksiniz.” Hud 34

Korkaklık imansızlıktır…

“İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” Al-i İmran 175


Hiç yorum yok: