18 Şubat 2010 Perşembe

Yargıçlar da ilahiyatçılara benzedi…

Toplumların şah damarı “inanç ve adalet”‘tir. Böylesi hayati kuvvetleri düzenleyen, nefislerin suça veya harama meylini engelleyerek insanlığı pekiştiren din ve hukuk’tur. Eğer bir toplum da din ve hukuk yozlaştırılır, sultalaşan gücün buyruğu altına sokulup özlerini biçen yorumlara kalkışılırsa, ortada düzeni sağlayacak ne din kalır ne de hukuk. Tıpkı ilahiyatçıların vahyi silip hurafeleri din edinmeleri gibi, yargıçlar da hukuku ayaklar atına alıp baskın benlikleri etkisinde kıyasıya kutuplaşarak adaleti lağvetmekte, dolayısıyla çıkan kargaşa ve çatışmadan halk da ölümcül derin yaralar almaktadır.

Oysa farklı düşünce, inanç, medeniyet ve kültürü zengin bir çeşit değil baskın aracı kullanarak kurumları ve halkı düşmansı kamplara ayıran resmi ideoloji, düzenin canı olan adaleti doğrayarak etkin güçlerin riyakâr mezesi yapmış, böylece insani değerlerden, hoşgörüden ve barıştan kopup sürekli birbirlerini eleştiren, yeren, dışlayan, hor ve hakir bırakan karmaşayı iktidar hırsı lehine meşrulaştırarak, birlik ve beraberlik yerle bir edilmiştir.

Velev ki doğru olmuş olsa dahi devlet ve halk dirliğinin temeli olan adalet bayraktarları savcı ve hâkimlerin ayarlanması ya da ideolojiler çerçevesinde yönlendirilmesi gibi cinayetsi bir düşünceyi yargı üyelerinin ve sözde siyasilerin dile getirebilmeleri, apaçık bir intihardır. Zaten binbir meşakkat, çeşitli zorluk ve sıkıntılarla baş etmeye çalışan insanlar, eğer adaletin de eğilip büktürüldüğü, güçlere peşkeş çekildiği, sınıf, rütbe ve düşünceye göre biçim değiştirdiği, kayırıldığı veya müsamaha gösterildiği inancıyla bütünleşirlerse; bilinmelidir ki savaştan, depremden ve namütenahi felaketlerden çok daha korkunç bir sonun beklediği hayal olmasa gerek.

Hukuk karşısında dağdaki çoban-sokaktaki evsiz ile tepedeki cumhurbaşkanı-genelkurmay başkanı olmak üzere yerlisi yabancısı, dindarı Atatürkçüsü, yargıcı-sanığı her birey eşit olması gerekirken; maalesef resmi ve sosyal statüye, düşünce ve inanca göre ayrıcalıklı bir muamele yapılmakta, dolayısıyla tabela devleti olmaktan öteye gidemeyerek adaletin yerini derebeylik alıp, böylece hukuk adına ürkütücü dalaşmalarla kıyamet koparılmaktadır.

Yüksek yargı, Danıştay, HSYK ve YARSAV gibi tamamen Atatürkçü ideolojik kurumların adalete ve vicdana meydan okuyucu duruşları hukuk’u paçavraya çevirmekte, suçlu yandaşlarını kollayabilmek amacıyla devleti ve milleti nasıl tahrip ettiklerini muhakeme dahi edemeyerek ortalığı kasıp kavurabilmektedirler. Hâlbuki eşit adalet dağıtmakla yükümlü savcı ya da hâkimler; gerek kendilerinin gerekse hakkında hüküm verecekleri kişilerin düşünce, inanç ve makamları ne olursa olsun adaletle şahitlik etmek zorundadırlar. Velev ki ana, baba ve yakınlarının aleyhine dahi olsa! Ancak böylesi bir hakkaniyet huzur ve güveni tesis eder; ne açlık, ne kıtlık, ne felaket ve ne de başka sıkıntılar, adaletin hüküm sürdüğü toplumlarda terörü, kaosu ve isyanı tetikleyecek sebepler olmaktan çıkarır.

Milletimizi hunharca bölerek birbirine kıydıracak olan “milletle mücadele eylem planı” ihanetiyle ilgili kamuoyuna deşifre olan belgeyi, eğer Genelkurmay Başkanı “bu bir kâğıt parçasıdır” diyebiliyorsa, o devletin bağımsız bir hukuk devleti olabilmesi mümkün müdür? Halkın seçtiği hükümeti sırf düşünce ve inancından dolayı devirebilmek için toplu katliamlar ve toplama kampları planlayan rütbeli teröristleri yargılayan onurlu ve vatanperver yargı üyelerinin adaletle hükmedebilmelerini önleyebilmek için yerlerini değiştirmek isteyen HSYK’nın hukuk ve adalet yanlısı olabileceği düşünülür mü? Kendi savcı ve hâkimlerini adaletsi kararlarından dolayı fişleyerek ve yaptırımlar uygulayarak totaliter ideolojilerinin egemenliğine çalışan yüksek yargının hukuk ve adalet kaygısı olabilir mi?

Bugüne kadar hükümetler ve halkın üzerindeki yaptırımını sürdüren ideolojik yargı, seçilmiş hükümetleri ve meclisi rutin işlerden sorumlu gelip geçici kukla görmelerinden kendilerine karşı olabilecek herhangi bir müdahaleyi hiç düşünmemişler, hukukun işlemesi ve adaletin yerini bulması yönünde atılan adımları bağımsızlıklarına saldırı feryadıyla halkı manipüleye koyulabilmişlerdir.

Ergenekon terör örgütü üyesi olmak, görevi kötüye kullanmak, tehdit ve iftiradan hakkında toplanan kanıtlar doğrultusunda önce gözaltına alınıp sonra tutuklanan Erzincan Başsavcısıyla ilgili hukuka başkaldırabilecek kadar haddi aşan yargı üyeleri, Türkiye’nin nasıl bir diktatörlükle yönetildiğini ispatlamışlardır. Türkiye’de ilk defa bir başsavcının aranması, gözaltına alınması ve tutuklanmasıyla ilgili şoksal tepkiler, bugüne kadar işlenen adaletsizliğin, ideolojik kayırımın ve suçluda olsalar otokratların dokunulmazlığına açık bir ispattır. Hukuk önünde söz konusu şüpheli bir başsavcının sokaktaki vatandaştan ne ayrıcalığı var ki, onlar gözaltına alınıp tutuklanabiliyorlar da başsavcının gözaltına alınması ve tutuklanması sorun olabiliyor?

Madem öyle; rejimin bağımsız bir hukuk devleti değil de ataist diktatörlükle yönetilen bir derebeylik olduğu itiraf edilsin de, millet haddini bilsin ve adalet umudu taşıyarak hak arama saflığına kalkışıp başını belaya sokmasın…

Suçun üzerine giden ve oligarşiye son vermek isteyen savcı ve hâkimleri hükümetin ayarladığı ve yönlendirdiği iddiası, akla, diğerlerini kimin ayarladığı ve yönlendirdiği sorusunu getirmektedir. Anayasada ki kanunlar ve yasalar anlaşılabilir bir açıklıkta değiller mi ki savcı ve hâkimlerin hukuksuzluk yaptığını, ne gariptir ki yargı üyeleri iddia edebilmektedir. Ancak diyeceksiniz ki Kur’an apaçık ortada ama değişik yorumlarla tamamen zıt fetvalar verilebilmekte, dolayısıyla insanlar neyin doğru veya yanlış olduğuna karar veremeyerek, serseri mayın misali patlayacakları ortamı bekliyorlar. Eğer yargı, kendi aralarında yıkıcı sorunlar yaşıyor ve tıpkı dinde olduğu gibi kişiye ve ideolojiye özel yorumlarla ahkâm kesebiliyorlar ise, hukuk ve adaletten bahsedebilmek imkânsızdır.

Hangi hukuk yasasına göre savcılara ve mahkemelere özel yetki verildi ki, başsavcının sorgulanması ve tutuklanması akabinde bu yetkiler HSYK tarafından kaldırılabildi? Madem savcıların özel yetkileri kanunlar aykırı, bugüne kadarki soruşturma ve kararlarının meşruiyeti ne olacak? Ya da söz konusu yetkiler suçlu meslektaşlarını kapsamıyor mu? Sözde bağımsız ve eşit hukuk; suç karşısında hangi insan haklarına ve hukuk normlarına göre yargıca güvence sağlıyor da halkı tutsak bir köleden farksız değerlendirebiliyor?

YARSAV Başkanı Tarhan’ın "bugünden itibaren artık Türkiye'de hiçbir yargıç, Cumhuriyet savcısı, Yargıtay, Danıştay, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) yargıç üyelerinin güvencede olmadığını" açıklaması, akıl almaz bir hezeyandır. Acaba özgürce suç işleyemeyeceklerini, kanunlara karşı keyfi ve taraflı davranamayacaklarını, ideolojilerindeki suçluları kayıramayacaklarını ve yasaları diledikleri gibi yorumlayamayacaklarının telâş ve kaygısını mı gütmektedir? Doğru ve dürüst bir kimsenin güvence endişesi, hangi mantığın bir korkusu olabilir?

Ataist olmayanların vatan haini yobazlar ve gericiler diye sınıflandırılıp aşağılandığı bir rejim de başka kim böylesine esip gürleyebilir?

Bir tarafta şüpheli ve toplanan delillerle suçluluğuna kanaat getirilerek tutuklanan bir başsavcı, dğer taraftan gerçekleri ortaya çıkarıp halkın aşayişi sağlayabilme adına adaletle hükmetmeye çalışan Erzurum başsavcısı başta olmak üzere yaklaşık beş savıcının aleyhine soruşturma başlatılarak yasal gereğinin yapılabilmesi için dikte edilen suç duyurusu; nasıl izah edilebilir ve hangi vicdan ayağa kalmaz? Suçlu bir başsavcı, adalet peşinde koşan bir başsavcı ve beş savcıya bedel tutulabiliyorsa; vay milletimin haline! Yani suçlu bir putperestsen dokunulmaz, değilsen dürüst bile olsan suçlusun mu demek isteniyor?

Sen kölesin köle kal, ne haddine adalet aramak...

HSYK, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal'ın yetkilerini kaldırmakla yetinmeyip, Van Savcısı Ferhat Sarıkaya misali görevden atmak ve ömür boyu kamu haklarından mahrum bırakmakla da kalmamalı, ya müebbet hapse ya da özel bir izinle idama mahkûm etmelidir ki, hukuk ve adalet arayan diğer yargı üyelerine de ders olsun…

Artık daha fazla bir şey söyleyecek takatim kalmadığından, güzel Türkiye’min, merhametli ve sabırlı halkımın nasıl bir diktacılığın baskısı altında ezildiğinin ızdırabı içinde Allah’a sığınıyorum…
İşte Atatürkçülük; İşte İslâm!

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa. 135

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkiyle bilmektedir.” Maide. 8

Hiç yorum yok: