14 Şubat 2010 Pazar

Org. Başbuğ, savcı ve hâkimleri tehdit ediyor…

Bugüne kadar halkı ve seçtiği hükümetleri psikolojik baskı altında tutarak hegemonyalığı altında yöneten Genelkurmay, inançlı-cesur savcı ve hâkimlerin adalet lehine kararlılıklarından fevkalade rahatsız olup, tehdit ve şantajı caydırıcı bir silah olarak kullanmaktan kaçınmamaktadır. Doğrudan katliama yönelik yapılmak istenen kanlı planların üzerine giderek, suçlu üyelerine hak ettikleri cezalara çarptırmak ve ordudan dışlamak yerine; tüm Türkiye’ye meydan okuyarak ya acımasız ihanetleri halkıyla paylaşan TSK’nın şerefli üyelerini ya haklarında dava açıp yargılamaya başlayan yargı üyelerini ya onurlu medya mensuplarını ya da hükümeti hedef alarak, sabırlarının taştığını haykırmak suretiyle hukuk dışı isyanları örtbas edebilmek amacıyla bundan böyle hiçbir ihanetin deşifre edilmemesini, soruşturmaların durdurulmasını ve sürmekte olan davaların da kapatılmasını; salmaya çalıştığı korkuyla önleyebilme çabaları, Türkiye’de egemen olan rejim gerçeğini ortaya koymaktadır.

Hâlbuki iç güvenlikten sorumlu polis teşkilatı, “çürük elma” diye yaftaladıkları Genel Müdürlerinden polisine kadar yasa dışı olaylara karışmış her mensubunu gözaltına alarak yargıya teslim etme erdemliğinde bulunup, içindeki kirlileri adalet ve millet aşkı adına kesinlikle sahiplenmemektedir. Aynı hukuksal saygıyı, adil duruşu ve millet sevgisini göstermekle yükümlü olan Org. Başbuğ, kendi “kurtlu armutlarını” haklayarak yargıya teslim etmek yerine, feryadı basarak hedef şaşırtmaktadır.

Org.Başbuğ’un örtülü suçladığı savcı ve hâkimler, TSK’yi yıpratmaya yönelik kanunsuz ne bir iddia hazırlamış ne de dava açarak bir kastın içinde bulunmuşlardır. Sadece bozguncu hainlerin kurdukları terör örgütleri ve hazırladıkları belgelerin doğruluğunu incelemişler, kanıtsal raporlarla son derece hassas ve ciddi bir araştırmaya koyulup, bütün baskılara rağmen adı geçenleri sorgulamak faziletinde bulunarak, belgelerde yazılı olanlarla karşılaştırmak suretiyle doğruluğuna karar kıldıktan sonra devletin ve halkın bütünlüğü, huzur ve güvenliği adına terörist suçluların hesap vermesinde kararlılık göstermişlerdir.

Hatırlayacağınız üzere ulumalara kulaklarını tıkayan, tehditlere pabuç bırakmayan hukuk ve adalet yanlısı yargı üyelerinden Van savcısı Ferhat Sarıkaya, Şemdinli olaylarından sorumlu tuttuğu eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve askerler hakkında dava açmış, akabinde despot bir karşılığa uğrayarak, söz konusu suçluların yargılanamayacağı ültimatomuyla önce disiplin cezasına çarptırılmış, sonra görevini kötüye kullanma gerekçesiyle savcılıktan el çektirilip yaşamı boyunca hiçbir kamu kuruluşunda görev yapmama gibi bir zorbalığa mahkûm edilmişti. İşte rejim; nerede hukuk…

Gerek CHP, gerek HSYK, gerek yüksek yargı, gerekse ataist baro ve sendikalar, Genelkurmay’dan icazet almadan adım atmazlar. Aynı dilde konuşur, aynı düşmanda birleşir, aynı hedefe tepki gösterir ve aynı duruşu sergileyerek, ideolojileri doğrultusunda kenetlenirler.

Yetkili üst kurumlarca imzası onaylanan isyancı Albay Dursun Çiçek’in hala ısrarla korunabilmesi ve masum addedilerek görevini sürdürebilmesi, hangi gerekçeyle savunulabilir?

Org. Başbuğ, “Biz bütün bu olayların, bize karşı yapılanların arka planını biliyoruz. Ama birileri gereğini yapar diye susuyoruz, devlet adamı olmanın gereği olarak susuyoruz. Devlete ve hukuka saygımız var ama bunun da bir sınırı var. Eğer bu sınır aşılırsa bildiklerimizi halkla paylaşmaya başlayacağız. Bizim de elimizde pek çok bilgi var. Bunları açıklamak zorunda kalacağız. Biz öyle lafla yapmayız başkaları gibi, somut verileri koyarak yaparız...” açıklamaları, açık bir şantaj ve gözdağıdır. Bugüne kadar belgelerin düzmece ve mensuplarının iftiraya uğradığına dair tek bir şikâyette bulunmuşlar mı, yoksa kanıtları yok edebilmek için panikle evrakların orijinallerini mi imhaya koyulmuşlardır?

Eğer bütün bu darbe hazırlıklarının komplosal bir arka planı var ve Genelkurmay’da susuyor ise; nasıl oluyor da devletin yargısı böylesi bir senaryoda başrol oynuyor? Birilerinin gereğini yapması için sustukları ifadesiyle hükümeti kastediyorsa, neden haftada birkaç kez görüştüğü Başbakan’a hiçbir şey söylemiyor da, medya aracılığıyla şantaja ve tehdide başvuruyor? Şayet bildiği şeyleri doğru varsayarsak, birilerinden mi korkup da sustuğunu ve neden bugüne kadar bekleyip bildiklerini yargı ve halkla paylaşmadığını açıklayabilir mi? Söylediklerini kanıtlayamaz ise; darbecilere arka çıkmaktan, delilleri karartmaktan, yargıyı töhmet altında bırakmaktan, rütbe ve makamını çıkar amaçlı kullanmaktan, hukuk dışı plan ve eylemleri cesaretlendirmekten yargılanmalı ve zaten kalması gereken o kotlukta daha fazla oturmamalıdır!

Hükümeti, yargıyı, şerefli gazetecileri, diktatörlük ve darbe karşıtı halkı TSK’ya karşı bir düşmanmış gibi empoze eden Org. Başbuğ, ya elinde somut ne varsa açıklayacak ya da lafla milletin ordusuyla milleti sindirmekten vazgeçecek…

Org. Başbuğ’un ihanet eden kötü amaçlı kanunsuz general ve subayların üzerine gidilmesini TSK ile özdeşleştirmesi o kadar yıkıcı ve aşındırıcı bir hezeyandır ki, derhal bu söyleminden vazgeçmeli ve TSK’yı gaddar ve hain darbecilerle birlikte anmamalıdır.

Milletimizin resmi veya sivil hiçbir bireyi TSK’ya saldırmaz, güç ve bütünlüğünü acze uğratacak herhangi bir düşünce ve eylemin içinde yer almaz. Ancak aşırı ataist ideolojinin şövalyeleri, irtica ve bölücülük adına milletimizin dini ve etnik kitlelerine öyle düşmanca tavır almışlardır ki sanki “kendi halkını düşman gören bir ordu” görüntüsüyle birlik ve beraberliğimizi doğramışlardır. Bu sebeple Org Başbuğ, TSK ve milletin düşmanını dışarıda değil, tıpkı polis teşkilatındaki gibi içeride arayıp empati yapmalı, hassasiyetle gerçeği aydınlatmaya çalışan yargıya, özgürlük savaşçısı gazetecilere ya da huzur ve güven içinde korkusuzca yaşamak isteyen halkı hedef almayıp, bulunduğu makamın sorumluluğuyla tehditkâr beyanatlardan kaçınmalıdır. Ayrıca suçlular o kadar aleni ki aramasına bile gerek bulunmamakta, yeter ki gölge yapıp yargıyı ve adaleti engellememeye özen göstermelidir. Tabii ki o çetenin ideolojik bir üyesi değilse!

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, âdeta ülke cumhuriyetle yönetilmiyormuş gibi totaliter bir diktatör edasıyla TSK’nın değişmeyeceğini vurgulayarak, tıpkı “eski tas eski hamam” misali putperest ideolojiye sahip olmayanlara devlette ve sokakta göz açtırılmayacağını, gerekirse katliamsı darbelerin de mubah sayılabileceğini örtülü bir üslupla ifade edebilmektedir. Kuruluş felsefesi temelinin “Atatürk sevgisi ve ulus devlet” olduğunu, dolaysıyla Türk silahlı Kuvvetlerinin değişmeyeceğini ve değiştirilemeyeceğini üzerine basarak dikte eden Org. Başbuğ, dolaylı olarak milletin hiçbir düşünce, tercih ve iradesinin mevzubahis olmadığını, böylece seçimlerin, meclisin, hükümetin ve canını veren şehitlerin tutsak bir köleden farksız önlerine sunulandan öte hiçbir talep hakları bulunmadığını belirterek, açıkça meydan okumasını sürdürebilmektedir. Hiç kimse ama hiç kimsenin özgür bir anayasanın hayaline kapılmaması uyarısında bulunan Org. Başbuğ, atılacak en ufak bir adımda, her an hazır ve tetikte bekleyen Anıtkabir Tapınak Şövalyelerini karşılarında bulacaklarını itiraf edebilmektedir.

Org. Başbuğ, kükreyerek Türk Ordusunun Muz Cumhuriyetinin bir ordusu olmadığı haklı uyarısını yaparken; sindirmeye çalıştığı Türk milletinin de bir Muz milleti olmadığını hatırlamasını isterim. Bu sebeple orduyu milletten ayrı tutmaya çalışan bir anlayış, ülkemiz aleyhine en tehlikeli anlayıştır…

Neden hiç demokrasi sözcüğünü kullanmadığımı ve bayraktarlığını yaparak insanları kandırmadığımı; ya Allah’ın ve kaderin egemenliğine ya da monarşi veya diktoryaya karşı siyasi literatüre sokulan bir manipülasyon olduğunu düşündünüz mü? Sözde demokrasi anlayışıyla vekilleri, meclisi ve hükümeti seçersiniz ama hükümetin ve devletin başları, bırakın dilediğiniz özgürlükte lehinize kanun yapmalarını, eşlerini dahi çizilen sınırların içine sokamamakta, özel izinlerle kapıyı aralama acziyeti içinde kıvranabilmektedirler. Tıpkı hapishanedeki mahkûmlar gibi! Demokrasi, resmi ideolojilerin ve sistemin otoriter yapısını kamufle edebilmek amacıyla kullanılan bir aldatmacadır. Onun için darbecisi de yandaşı da gerçeklerden habersiz ahmaklarda demokrasiden dem vurur ama demokrasinin nasıl bir düzmece olduğunu araştırıp öğrenmeye kalkışmazlar…

Başbakanın eşi bile bir hastayı ziyaret maksadıyla türbanından dolayı emrindeki hastaneye gidemiyorsa, sokaktaki vatandaşın vay haline. İşte demokrasi, nerede hürriyet!

Dini inançlardan dolayı süre gelen yasakların ve bölücülüğün en radikal uygulayıcısı olan Genelkurmay, Başkanı Org. Başbuğ aracılığıyla Başbakan eşinin GATA’ya alınmamasıyla ilgili yaptığı açıklama; kimi politikacı ve köşe yazarı zavallılarca iyi okunamamış, özrü kabahatinden daha sarsıcı duygudaşlığı alkışa neden olmuştu. Bakın, Org. Başbuğ ne demişti. “Sayın Başbakan’ın eşinin GATA’yı ziyareti konusunda bir şeyler söylenmesi kanaatindeyim. Tabii bu olayda aslında ben baktığım zaman Sayın Başbakan’ın eşi var olayda. Çok sevdiğimiz saydığımız bir sanatkâr Nejat Uygur var. Ki o da bir asker çocuğuymuş. Bir de tabii ki Sayın Nejat Uygur’un eşi var. Şimdi üçü olayın odağında. Açıkça söyleyeyim, bu özel bir durum. Altını çizmemiz lazım. Bu nedenle de bu özel durumlarda olaylara insani boyuttan bakmak doğru olur diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu olay, tabii bu kapsamda özel de olduğu için gerçekten insani boyut içeriyor.”

Genelkurmay Başkanın ziyaretin yasaklanmasıyla ilgili elemsi gerekçeleri öylesine ürkütücüydü ki, insanlık dışı skandala Nejat Uygur, eşi ve Başbakan’ın eşi muhatap olduğundan özel bir durum ihtiva ettiğini, bundan dolayı insani boyut içerdiğinden savunulmasının mümkün olmadığını söyleyebilmektedir. Org. Başbuğ’un tamamen materyalist burjuvazi anlayışıyla sosyal statüsü ve gücü olmayan halkı dışlaması ve aşağılaması, yasaktan da daha derin bir sorunu açığa çıkarmıştır. Türkiye’de vahye inanmak ve iman etmenin nasıl bir sınıfa mahkûm edildiğini ortaya koyan bu anlayışla sevgi, barış ve eşit hakları tesis edebilmek mümkün müdür? İşte Atatürkçülük; nerede eşitlik!

Keşke bu olayın yaşanmamasını ifade eden Org. Başbuğ, nasıl bir mantık güdüyor ki olayı özelleştirebilmekte ve genelleştirilmemesinin altını çizerek, milyonlarca şehit ve şehit adayı eşi, anası ve kızının türbanı türban gibi görsel inanç ve ibadet özgürlüklerinin olamayacağı düşüncesiyle insan saymayabilmekte, çağdışı yasakları himaye edebilmektedir. Acaba Başbakan’ın eşi, söz konusu sanatçı ve eşinin üzüntüleri insani boyut içeriyor da, binlerce vatan evladının zulümsel gözyaşı ve ağıtlarının insani hiçbir değeri yok mu? “Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” Platon

Silahlı Kuvvetlerde subayların yaptığı hataların kişilerle sınırlı kalmadığından ve kişilerin yaptığı hataların kuruma mal edilmesinden sözde dert yanarak, Ekim ayından beri sürekli gündemde olmaktan ve gündemin tepesinde yer almaktan rahatsızlığını dile getiren Org. Başbuğ; acaba bunun tek sorumlusunun suçlulara kol-kanat geren davranışının olduğunu hiç sorguladı mı?

Algıyı oluşturan yargı mı, yoksa yargıyı engellemeye çalışan kendileri mi? Diğer bir anlatımla, Genelkurmay sözcülerinin her platformda söz kondurmayı sindiremediği suçlu mensuplarının yargı tanımaz cesaretlerinin arkasındaki gücün TSK olduğu imajı, otomatikman yanlışların kişisel boyutta kalmayıp kurumsallaşmasına yol açmaktadır. Eğer iddia ettikleri gibi hiyerarşi düzenindeki askeri savcıları bağımsız olsalardı, zaten bu bağışlanamaz hain planlar ne sivil yargıya ne de kamuoyuna akseder, olayların detayı bu kadar büyümeden ve dillenmeden gerekli müdahalede bulunurlardı.

Onun içindir ki özdeki gerçekler, öyle samimiyetsiz ve kabadayısal sözlerle gizlenemez. Verilecek zerrecik taviz, şantaj ve tehditlere boyun eğmek, gelecekteki dehşetin bir motivasyonu olacağını hiç kimse aklından çıkarmamalıdır…

Vicdanının sesini dinleyip adaletle muhakeme edebilen bir Genelkurmay Başkanı ayırıma geçit vermiyor, o emekliye ayrılıp yerine geçen ise, tecridin simgesi haline gelen türbanı, namazı ve imanı tekrar yasaklayıp bölücülük suçu işliyor. İşte Hilmi Özkök ile Yaşar Büyükanıt farkı…

Akıl ve duyguların kilitlendiği ve bir türlü çözülemeyen nokta ise; anayasadaki görevi açık bir şeffaflıkta belli olan Genelkurmay, nasıl oluyor da başka bir devletmiş veya işgal gücüymüş gibi dilediği tasarrufu kendinde görebiliyor ve ideolojisi temelinde yaptırımlara gidebiliyor? Bu durumda Genelkurmay anayasanın üstünde bağımsız bir güç mü, yoksa yetkilerini anayasadan almayan bir işgalci mi?

İşte Genelkurmay; nerede millet, nerede meclis, nerede hükümet ve nerede yargı!

Diktatörlük çığırtkanları o kadar insafsız bir manipülasyonla halkın kanına giriyorlar ki, örneğin Cübbeli Ahmet Hoca’yı CHP’ye peşkeş çeken Fatih Altaylı adlı pornografik gazeteci özenle seçilerek, bir devlet memurunun şantaj ve tehdidinin borazanlığını yapabilmektedir. Haçlı General Çetin Doğan’ın ifadesiyle; o, darbecilerin sadık bir köpeği mi? Şükürler olsun ki onurlu, cesur ve dürüst gazetecilerimiz var da, ihanetleri bir bir öğrenebiliyoruz. Yine şükürler olsun ki HSYK’da bakan ve müsteşarın söz hakkı var da, hainleri yargılayan şerefli ve adil savcı ve hâkimlerimize dokunulamıyor.

Cuntanın sadık köpeği Fatih Altaylı, Org. Başbuğ’un sözlerini bir tanrı buyruğuymuş gibi milletimize duyurarak korkutmaya çalışıyor ve güya Silahlı Kuvvetlerine sistematik düşmanlık besleyen gruplar olduğu gerekçesiyle ciddi kaygıları bulunduğunu ileri sürebiliyor. Suçluların masum, adalet arayanların suçlu olduğu bir ülkede bizleri nelerin beklediğini tahmin etmek zor olmasa gerek. O, gazeteci kartvizitiyle darbecilerin sözcülüğünü yapan kışkırtıcı bir ajan ve halkın sevip itibar ettiği hocaları derebeyi odaklarına pazarlayan bir riyakardır.

Sözde siyasi parti kimliği taşıyan CHP ve MHP’nin Org. Başbuğ’un tartışılmaz şantaj ve tehdidine kulak verilmesi gerekliliğini vurgulayarak, feryadın herkesçe duyulmasına ihtar çekmeleri, onların kimler adına ve ne amaçla politika güttüklerini ortaya koymaktadır. Zaten CHP’nin siyasette var olma amacı Anıtkabir Tapınak Şövalyelerine meşruiyet kazandırmak, siyasi arenada sözcülüğünü yapmak ve zenginleşmek değil midir? Tek amaçları İslam’ı laikleştirerek tamamen etkisiz kılmak, Kürtleri yok etmek, adil bir düzenin kurulmasına set olmak ve modernlik adına Türkiye’yi putperestleştirip cinselleştirmektir.

Ya MHP? Allah-Bismillah çeken o ülkücüler, nasıl oluyor da darbeci cuntanın sağ fraksiyonu Devlet Bahçeli ve ekibini destekleyebiliyor? Artık CHP’leşen bir MHP’yi nasıl hazmedebiliyorlar? Canlarını feda etmelerine, yıllarca işkenceler altında hapis yatmalarına neden olan davalarını müdafaa etmelerinden dolayı darbecilerin ağır zulümlerine maruz kalmadılar mı? Peki, şimdi ne değişti? Yoksa Allah-Bismillah’ı bırakıp uluyan kurtlar mı dönüştüler?

“İnsanoğlu ne kadar akılsız ve ahmak” başlıklı yazımda Bahçeli yönetimindeki MHP gerçeklerinden bahsettiğimden uluyan kurtlardan o kadar küfürlü tepkiler aldım ki, nerede o eski imanlı ülkücüler sorgusu içinde kendilerini anmaktan duramadım. Ergenekon terör örgütünün kurucularından, Deniz Kuvvetlerindeki isyanın senaristi, yöneticisi, başkanı ve askerlerin rotasını çizen azılı haçlı ve terörist başı Doğu Perinçek’in işbirlikçisi Aziz Nesin’in Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’ı aşağılayıp ülkemizi kan gölüne çevirme girişimiyle ilgili duruşumdan dolayı şahsıma en çok destek veren ülkücülerin yanı sıra merhum Alpaslan Türkeş’in bizzat arayarak, “büyük bir faciayı engelledin, tebrik ederim” sözlerini unutmadım ve aradan 17 yıl gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen ilk defa açıklamakta hiçbir mahsur görmüyorum. Çünkü ülkücülerin manevi değerlerini biçen bir Bahçeli yönetiminin korkunç tehlikesine dikkat çekerek, samimi ülkücü kardeşlerimi uyarmayı ve daha fazla tahrip olmadan gerekli önlemleri almalarını yeğledim.

Artık öyle evrimleştiler ki, birkaç yıl önce haberleri izlerken, Devlet Bahçeli’nin sanırım Sakarya’da bir ilçeyi ziyaret ettiği sırada karşılama komitesinde bulunan bir MHP’li, kurt gibi ulumaya başlamış, bunun üzerine Bahçeli hiddetlenerek, derhal ocaktan atılma emrini vermişti. Bu ilkel ve hayvani ilhamın medyanın gözü önünde cereyan ettiğinden mi Bahçeli tepki göstermişti, bilemiyorum. Ancak manevi değerleri kuvvetli ülkücülerin ne hale dönüştükleri fevkalade düşündürücüydü.

Herkes kendi evini temizlerse sokaklar emin ve güler yüzlü erdemli insanlarla dolar…

Bu sebeple Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, önce emrindeki kurumun kurtlu armutlarını temizleyip TSK’yı daha fazla yıpratmasın, ondan sonra çekinceleri var ise serzenişleri haklı görülsün.

En tehlikeli insan, boş insandır. Çünkü şeytan, boş insana musallat olur. Özellikle Deniz Kuvvetlerindeki putperest subaylar görevlerini yerine getirecek bir ortam bulamadıklarından mı, halk ve hükümet aleyhine olabilecek tüm planların içinde yer alabilmektedirler? Nasıl oluyor da APO dostu ve millet düşmanı Doğu Perinçek adlı bir terörist; Deniz Kuvvetlerine sızarak Karargâh Evlerinin başkanı olabiliyor, millete hizmet için orduya katılan evlatlarımızı uyuşturucu ve sekse müptela edebiliyor, rütbe vaadiyle kandırıp ihanetsel emellerinin tetikçiliğine azmedebiliyor, kurduğu şantaj yapılanmasıyla boyun eğmeyenlerin zaaflarını ve eşlerini ortaya dökebiliyor? O teğmenlerin ebeveynleri; çocukları dine, vatana ve millete silah çeksin diye mi orduya gönderdiler?

Acaba Türkiye’nin tek söz sahibi Genelkurmay’a haksız bir suçlama, eleştiri ve yargıda bulunabilecek bir babayiğit mi var ki, iddia ettikleri haksız ve insafsız bir saldırı veya karalamanın gerçekçiliği olabilsin!

“Adaletin kuvvetli, kuvvetlinin de adil olması gerekir.” Pascal

Hiç yorum yok: