22 Şubat 2010 Pazartesi

O, bir insan mı?

İnsanı insan yapan erdemlerin ne olduğu konusunda herhangi bir hatırlatma yapmayı haddi aşmak gördüğümden, öncelikle insan olan vakurlu ancak aldatılmış halkımı tenzih ederim.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın paradoksal söz ve davranışlarındaki tutarsızlıklar, yalan, iftira ve komplolar, azılı ve sinsi suçluları cani siper hane müdafaası, totaliter düşünce ve inançlarından dolayı insanları sınıflandırıp düşman hedef bellemesi, onun gerçekte nasıl bir yaratık olabileceği konusunda derin şüpheler uyandırmakta, dolayısıyla kim olduğu sorgusundan kendimi alıkoyamamaktayım. Her ne kadar aleni olan misyonu irdelemeye değer değilse de, masum halkımızı etkileyip tutsak altında yaşamlarını sürdürmedeki illüzyonistliği, büründüğü maskenin deşifresini mecbur kılmaktadır.

Daha birkaç hafta önce İsmailağa Cemaatinin veliaht şeyhi Cübbeli Ahmet Hoca’ya övgüler yağdıran, harami partisine destek sağlayabilmek için fevkalade rezil bir işbirliğine girişen, manen emin olduğum halde madden belge sunamadığımdan cemaatin önde gelen şeriatçısına ödemiş olabileceği 475 milyarlık nakit ile ilgili hiçbir açıklama yapmayan Baykal; Erzincan başsavcısının ”Ergenekon terör örgütü üyesi olmak”, “Resmi evrakta sahtecilik”, “Tehdit” ve “İftira” suçlamalarıyla tutuklanmasını, nasıl oluyor da “Yargı ve güvenlik güçlerinin bir kısmı cemaatlerin eline geçti” açıklamasıyla; görevlerini baskı, şantaj ve tehditler altında, binbir güçlük ve onurla sürdürmeye çalışan savcı, hâkim ve güvenlik güçlerini hainler ya da haçlı ajanları gibi fişleyebiliyor, adaletin yerini bulmaması, toplumun refah ve güven içinde yaşaması maksadıyla ihanetsel organizasyonların ideolojik sözcülüğünü yapabiliyor? Ne sözcüsü, ta kendisi olduğunu düşünenlere de itiraz etmem.

Toplanan tartışılmaz somut delillerle değil tutuklanması, ağırlaştırılmış müebbet hapsi dahi hak edebilecek kadar suçlu olan başsavcı İlhan Cihaner’i kurtarabilmek amacıyla militarist vekillerini Erzincan’a göndererek, önceden Jandarmaca abluka altına aldırdığı gizli tanıkları, ifadelerini değiştirmeleri için ikna ve baskı yolunu seçtirmesi, onun bir insan olabileceği ihtimalini tamamen ortadan kaldırmaktadır.

Bir taraftan hâkim ve savcıları ayarladığı gibi fevkalade vahim bir iddiayla hükümeti karalamaya ve gensoruyla düşürmeye çalışırken; diğer taraftan Müslüman ve Kürt halkı topyekûn yok etmeye çalışan Ergenekon gibi terör örgütlerini savunabilmekte, tüm deliller ortadayken; tanıklara baskı veya rüşvet teklif ettirerek, ideolojisi başsavcıyı aklamaya kalkışabilmesi, hak, hukuk ve adaletle özdeşleşmiş insanın yapabileceği bir davranış mıdır?

İnsafsızca aşağılabildiği savcı, hâkim ve güvenlik güçleriyle; yobaz, gerici, dinci, çağdışı ve ucube diye sınıflandırdığı cemaat ve tarikat mensupları ya da bürokrasideki ve sokaktaki insanları; bu ülkenin gerektiğinde canlarını veren, bekası için her türlü fedakârlığı göğüsleyen vatan evlatları değil mi? Acaba tahammülsüz ve faşist ideolojisiyle dünyanın başka bir ülkesinde yaşamasına izin verilir mi? Deniz Baykal gibi insan karşıtı mihraklar, fitne çıkarıp toplumların huzur, güven, bütünlük ve düzeni bozacakları tedirginliğiyle “istenmeyen tehlikeli yaratıklar” damgasıyla hiçbir ülkede yerleşik kalamayacaklarına şüphe yoktur. Ama diyeceksiniz ki onların tek muhalefeti İslam değil mi?

Genelkurmay’ın, yüksek yargının, üniversitelerin, Atatürkçü dernek ve medyanın keskin hatlarla böldüğü milletimizi bir halk partisi olduğunu iddia eden Baykal’ın kışkırtıcı ve zalim fıtratı, onun gerçekte kim olduğu sorusuna yeterli cevap vermektedir.

Hiçbir yorum yapmayacak, muhakemeyi takdirlerinize bırakacağım.

CHP, adını dahi nasıl maskelendirdiği duruşuyla ortadadır. Ne cumhuriyetle ne de halkla yakından ve uzaktan hiçbir ilgisi bulunmamakta, putperest rütbeli ve cübbelilerin politik şövalyeliğini yaptığı itiraf ve destekleriyle tartışılmazdır. Çakma adı her ne kadar Cumhuriyet Halk Partisi ise de, gerçek adı Anıtkabir Tapınak Şövalyeler Partisi’dir.

Ataist diktatör merkezli terör örgütlerin, Müslüman aleyhi odakların, ideolojik yargı kararlarının, haksızlık ve bağımsızlığın, hukuk ve adaletsizliğin, inanç ve ibadet esaretinin, bölücülüğün, ayırımcılığın amansız savunucusu, tertipçisi ve teşvikçisi olan CHP; Türkiye’nin en korkunç ve felaketsi tehlikesidir.

Nerede bir suçlu, lanet, yolsuzluk, rüşvetçi, katliamcı, terörist, kumpasçı, haksızlık ve adaletsizlik var ise; mutlaka orada CHP (ATŞP) vardır. Yeter ki CHP ideolojisinin bir üyesi olsun…

CHP’yi Mustafa Kemal’in partisi zannıyla destekleyen halkımız; gerçekte haçlılarca şehit edilen kahraman Mustafa Kemal’in yerine geçen Atatürk adlı bir İngiliz tarafından kurularak milli tanrıya dönüştürüldüğü hakikatini bilemediklerinden yıllarca düşmanlarının tuzağını fark edememişler, dolayısıyla şehit kanıyla sulanmış ve din aşkıyla bütünleşmiş vatan topraklarında bir gün dahi yaşaması imkânsız CHP gibi putperest, masonik ve faşist bir anlayışın hayatiyetine izin vererek; kutuplaşmanın, fitnenin, gerginliğin, çatışmaların, terörün, yoksulluğun, hortumculuğun, vicdansızlığın, hukuksuzluğun ve akla gelebilecek her türlü kötülüğün müsebbibi olabilmişlerdir.

Kimileri şahsımı Atatürk düşmanı olmakla itham etseler de, ölü bir insana ne dost ne de düşman olabilmemin hiçbir anlam ifade etmeyeceği idraki içinde değillerdir. Sorun kişiler değil, inanç ve düşüncelerdir. Daha açık bir ifadeyle önemli olan ölümlü beden değil ölümsüz ruh’tur.

İşte insanoğlu sürekliliği olmayan mutluluklara, gerçeğe indirgenemeyen vaatlere, maskelere ve tamamen abartılara aldandıklarından, sonuçta mutlaka üzülen olmaktan ve ihanete uğramaktan kurtulamamaktadırlar.

Yine kimileri çok sert ve agresif bir üslup kullandığımı öne sürseler de; zulme ve hoyrat baskılara boyun eğip haksızlıklara sessiz kalmanın bedelini ne kadar ağır ödediğimizi, sırf inanç, düşünce ve ırki kimliklerden nasıl aşağılanıp dışlandığımızı görmemezlikten gelmemeliler, kıyamet kopacağını bilseler dahi tutsak, zavallı ve sefil bir yaşamı sindirmemeli, adaletin yerini bulabilmesi için karanlık yeryüzünde özürlü ve korkak bir misafir gibi davranmamalıdırlar. Allah, Tevbe Süresi 73. Ayette ”Kâfirlere ve münafıklara karşı sert davranmayı” emretmemiş mi? Diğer taraftan ünlü özgürlük savaşçısı Abraham Lincoln, ”Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı sert” olunmayı ilke edinmemiş mi?

Zamanın cesur, kararlı, bilge ve radikal reformisti Abraham Lincoln; günümüz Türkiye’sindeki Müslüman türbanlıların ve dindarların horlanıp insanlık dışı hakaretlere maruz kalması, kamu alanı diye çizilen hudutlardan dışlanması, din ve ırk ayırımlarının sadistçe yapılması ve evrensel insani haklarının elinden alınması gibi Amerika da başkan olduğu dönemde aynı saldırıya uğrayan köle zencilere özgürlük ve eşit haklar sağlamasındaki insani adaletini suikasta uğrayarak ödemişti. Çünkü o, saltanat sürebilmek, azgın bölücü ve ırkçılara geçit vermek için başkan olmamış, insani ideallerinin egemen olabilmesi adına onuruyla mücadele etmiş ve şerefiyle ölmüştü. Başbakanımız Erdoğan’ın gerginliği önleme mazeretine sığınarak, ezilmişleri, insan kisvesine bürünmüş canavarlara yem yapmayarak dik durmuş, hiçbir şart ve koşulda azgın zorbalara pirim vermemişti. Ki o dönem, Kuzey-Güney savaşlarının tüm şiddetiyle sürdüğü bir istikrarsızlıktaydı.

Gerek Cumhurbaşkanımız gerekse Başbakanımızın sürekli şikâyet ettikleri hukuksuzluk, haksızlık ve adaletsizlikle ilgili cesur ve kararlı adım atamamaları, eski bir başsavcının tehdidiyle yapmayı düşündükleri anayasa değişikliğinden vazgeçmeleri; askeriye ve yargıdaki fütursuz despotizmin teşvikine neden olmaktadırlar. Bağnaz

Tesev’in araştırmasına göre; savcı ve hâkimlerimizin %60'ının rejim söz konusu olduğunda “hukuk-adalet dinlemem” düşünceleridir. Kıyametsi bu fanatiklik, halkımız aleyhine yoğun bakımdan farksız hayati bir aciliyet içerdiği halde, yargıdaki anayasa değişikliğini hemen değil de ne zaman yapacaklarına kararsız olan iktidarın konuşma hakkı bulunmamaktadır.

Bugünün gelişmeleri çerçevesinde iddia edildiği gibi yargıda yapılmış yeni bir darbe yoktur. Zaten tüm darbeler devrimlerle birlikte yapılmış, yargıda o devrimlerin baskısıyla ideolojileşerek, misyonu olan ataist rejimin koruyuculuğunu üstlenmiştir. Dolayısıyla sanki hukuk ve adalet varmış gibi hesap sorulabilmesi ve hak iddiasında bulunabilmesi de anlamsızdır. Ancak yargının fizik kanunlarını bilmemesinden olsa gerek; yıllarca baskı içinde tuttukları adalet yanlısı üyelerinin basınçlarından dolayı yoğunlaşıp patlayabileceklerini öngörememişler, bundan dolayı üyelerinin başkaldırı gibi görünen hukuk arayışlarını ihanet belleyip krizi doğurmuşlardır. Aslında gelişen süreç içinde hükümetin hiçbir müdahalesi bulunmamakta ve bulunabilmesi de söz konusu değildir. Çünkü olaylar, yargı üyeleri arasında cereyan etmektedir. Eğer hükümetin yargı üzerinde bir vesayeti veya yönlendirici bir ültimatomu etkili olsaydı; ne yaşanılan kriz ne de hükümetin çalışmalarını engelleyen kararlar alınabilirdi?

Bir millet için en büyük cehennem; yargı üyelerinin ideolojileşmeleridir.

İslam halifesi Hz. Ömer, bir Yahudi’nin arazisine izinsiz olarak mescid yaptırmış. Yahudi, Hz. Ömer’in değerinden çok daha fazlasını ödemeyi teklif etmesine rağmen rıza göstermemiş. Bunun üzerine şeriat mahkemesine başvurmuşlar. Mahkeme, bir şeriat mahkemesi ve yargılanan kişide İslam devletinin başkanıydı. Ancak adalet; din, inanç, rejim, makam ve ideolojilerin üstünde ilahsal ve küresel bir önem arz etmesinden; mahkeme, Yahudi’yi haklı görerek, mescidin derhal yıkılmasına hükmetmişti. Adaletin karşısında herkes eşit, kimin haklı veya haksız olduğuna hükmedilir. İster Müslüman, ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Mecusi, isterse Atatürkçü olsun. Acaba ideolojileri uğruna azılı suçluları kayırabilen, rejim için hukuk ve adalet dinlemeyeceklerini deklare edebilen yargı üyeleri, aşağıladıkları İslam’ın adil anlayışına ne diyecekler?

Üniversiteler bölücü ve faşist profesörleri, tıpkı beyaz neo-nazilerin zencileri insan kabullenmeyip pis ve aşağılık bir köle bellemeleri gibi “türbanlı bir öğrenciye ders vermeyiz, bizden not alamazlar ” kin ve nefretleri, laik ve Atatürk’çü Türkiye’nin ürkütücü bir gerçeğidir. Ancak biriken basıncın bir gün kabın dışına çıkarak özgürlüğe kavuşması misali baskı ve aşağılamalara “yeter yahu” denileceği an, acaba nasıl bir gün olacaktır?

Acaba Hindistan’da görev yapsalar; ineğe tapanlara, yüz ve vücutlarına tanrılarının dövmelerini kazıtanlara “ders vermeyiz” derler mi? Azılı vahiy ve türban düşmanı ve ÇYDD’nin ikinci başkanı olan İstanbul Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Filiz Meriç; acaba türbanlı kızları baştan çıkarıcı bir fahişe gibi o karargâh evlerine servis yapıp malum teğmenlere peşkeş çekemeyeceği kaygısından mı böylesi akıl almaz bir hınç duymaktadır?

Nasıl bir akla ve mantığa sahipler ki, kesinlikle insani bir akıl ve mantık taşımadıkları ortada; “Türkiye laik’tir, ilelebet laik cumhuriyet olarak kalacaktır” düşünceleri; ya tanrı ya da zırdeli olduklarına bir işarettir. Eğer söz konusu düşünce; özgürlük, eşitlik, inanç ve ibadet bağımsızlığı, dine ve ırka saygınlığı, hukuk ve adalet egemenliğini tesis ediyorsa; adının ne önemi var? Kimin ne kadar yaşayacağına ve neyin ilelebet kalacağına onlar mı hükmediyor? Kim bilir, kıyamet kopup yeryüzü yerle bir olduğunda, belki tek bir laik cumhuriyet kalır ve o delilerde hayal ettikleri gibi ilelebet yaşarlar… Zaten bölücüler, teröristler, saldırganlar, hainler ve suçlular; onların kendileri gibi yetiştirdiği öğrenciler değil midir?

Vahyi ve peygamberi reddedenler, en azından Abraham Lincoln’ün “oğlunun öğretmenine” yazdığı mektubu okusunlar da, bir liderin nasıl olması ve nesillerin nasıl yetiştirilmesi gereğini öğrensinler…

“Oğlumun öğretmenine,

Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını. Fakat şunu da öğret ona; her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış lider vardır. Her düşmana karşılık bir dost olduğunu da öğret ona. Zaman alacak biliyorum. Fakat eğer öğretebilirsen ona, kazanılan bir doların bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve hem de kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını. Eğer yapabilirsen, ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat onu sessiz zamanlarda tanı. Gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceğini. Okulda hata yapmanın hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona. Kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi. Nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı sert olmasını öğret ona. Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma. Tüm insanları dinlemesini öğret ona. Fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret. Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümseyeceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini. Ona kuvvetini ve beynini en yüksek fiyatı verene satmasını, fakat hiçbir zaman kalbi ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona. Ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa, dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona nazik davran, fakat onu kucaklama. Çünkü ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesarete sahip olsun. Bırak cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona, her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşıda derin bir inanç taşıyacaktır. Bu, büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsin bir bak bakalım. O, ne kadar iyi, küçük bir insan, benim oğlum.”

Şüphesiz bütün çocuklar iyi ve mazlumdurlar. Peki, onların bozulmalarına ve canavarlaşmalarına etken kimlerdir?

Hiç yorum yok: