23 Nisan 2016 Cumartesi

ALLAH bile batıramaz…

Dünya varolduğundan itibaren nice güçlü ve kuvvetli toplumlar ve devletler sahip oldukları geçici iktidarlıklarıyla öyle şımarıp böbürlenmişlerdi ki,  üstünlüklerini bilgi ve iradelerinden bilip Allah’a meydan okuyarak tanrısallıklarını ilan etmişler ise de, belirlenmiş ecelleri geldiğinde zillet içinde yok olup gitmişlerdi.

İnsanın ‘ben merkezli’ zaafı heva ve hevesini öyle tanrı konumuna sokmaktadır ki, güç, zafer veya başarısını kendinden; zayıflığını, yenilgisini veya gerilemesini ise başta kader olmak üzere hep başkalarından bilmektedir. Aslında böylece başarısının da kendinden olmadığını itiraf etmektedir. Oysa madem çok bilgili, güçlü ve yenilmez idi, neden biçareye düşüp övündüğü kudretini sürdüremeyip bilakis gömülebildiği sorgusu dahi gerçeğe ulaşmaya yeterli bir ışıktır.
    
Teknoloji harikası ve “Allah bile bu gemiyi batıramaz” diye nitelendirilen muhteşem Titanic Yolcu Gemisi, 17 bin kişinin emeği ile inşa edilmiş zamanların en muhteşem bilim ve teknoloji harikasıydı. Gemiyi yapan mühendisler ve kaptan, bu geminin asla batmayacağını iddia ediyor, herkese ve her şeye meydan okuyorlardı. Bilim ve teknolojilerine o kadar güveniyorlardı ki, geminin ismine bile Yunan mitolojisinde tanrı olan “Titan” adını vermişlerdi.

Gemi inşa edilirken, her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve zenginleştirilmiş en yüksek kaliteye haiz çelik kullanılmıştı. Birbirinden farklı sınıflardan olan binlerce insan gemideki yerini almış ve hatta kimi seçkin hayvanlar bile bu ayrıcalıktan yararlanmışlardı. Böyle bir gemiyle güven içinde seyahat etmenin, huzur ve emniyetini yaşamanın konforluğuna, prestijine ve zevkine dalan soylu insanlar, bir anda ansızın kopan korkunç gürültü ve sarsıntılarla darmadağın olmuş ve seraptan uyanıp gerçekle yüzleşmişlerdi.

Bir saniye sonrasını bilmekten aciz kulların, yaratıcılığı oynarken aniden hiçliğe düşmeleri, Mutlak İrade’nin her türlü düşünce, duygu ve fiziği yaşatacak olan korkunç gösterisinin zaruretindendi.

Evet, kesin bir garantiyle üç günde batmaz denilen Titanic, üç saat içinde okyanusun üç bin metre derinliğine gömülüyor; kahkahalar çığlık; zevkler dehşet; nadide ve bakımlı vücutlar parçalanmış et ve kemikler olarak balıklara yem oluyor; ne zenginlik ne makam ne de emniyet değer ediyordu. Oysa derme-çatma yapılan Nuh’un gemisine hiçbir şey olmayıp, Allah’ın bile batıramayacağı denilen Titanic, hem de ilk seferinde parçalanması fevkalade önemli bir ibretti.   

İnsan, her ne kadar para, bilim ve teknolojiye sahip olup tedbir için en üst düzeyde güven içinde olsa da, sıkça tadıp tecrübe edindiği felâketleri hissettiği an ile her şey geçtikten sonraki duyguları irdelendiğinde, nasıl gerçekte aciz ve zayıf olduğu ortaya çıkmakta, ancak çölde serap görüp kum yemesi misali gururuna devam edebilmektedir.

Benlik öylesine bir felâkettir ki, zihinsel ve duygusal faaliyetleri durdurarak muhakemeyi yitirtmekte ve ulaşamayacağı hayalleri gerçekmiş gibi hissettirerek dibe vurdurmaktadır. Bu yüzden doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, gerçeği yalandan, Yaratıcı’yı yaratılandan ayırt edemeyen bitkisel bir hayat yaşamaya mahkûm olmaktadır.

İnat ve ısrarla Mutlak İrade’ye meydan okuyarak üstün gelinebileceği iddiası, sağlıklı bir aklın, kavrayabilen bir kalbin ve düşünebilen bir mantığın doğrusu değildir. Üretip sağlam sandığı bir yapının batmayacağı ya da kurduğu devletin yıkılamayacağı yahut güç ve zenginliğine halel gelmeyeceği fikri, yaratıcılığa bir özentidir. Olaylardan ders almayarak, her şartta “o kitap”’tan kurtulamadığı ve sınırlı olan geçici gücünün de hiçbir değer taşımadığı bilinciyle hareket edememesine etken, sandığı gibi özgür ve bağımsız olamamasındandır.

Egemen ve özgür olduğunu iddia eden insanın engelleyemediği ve tedbirlerine rağmen önleyemediği felaketler, kim olduğuyla ilgili tartışılmaz kanıtlardır ama yine de böbürlenebilmektedir.

Sağlam zemine, sağlam yapı mantığıyla yapılan inşalar ve geliştirilen projeler ile tanrısal vaatte bulunan bilim ve siyaset adamları, her türlü mal ve can kaybını önleyebilecek ve olası bir felâketten yara almadan kurtulabilecek stratejilere yoğunlaşır ve sahip oldukları bilim ve teknolojileri doğrultusunda günlerce tartışırlar. Titanic gemisinin mühendisleri ve kaptanı gibi!

Özellikle gelişmemiş ülkeler ile gelişmiş ülkeler mukayese edilerek, sağlam zeminin ve yapının kurtarıcılığına dikkat çekilmekte, bu surette ecelin ve kaybın önüne geçilebileceği iddia edilmektedir. Oysa “o kitap”’da savaş dâhil her felâketin vereceği kayıp ve alacağı can öylesine hassas hesaplanmıştır ki, tahribat nispetinde zararlar oluşturulmakta, seçilmiş mal ve insanın dışında tek bir karıncaya, bir örümcek yuvasına veya bir bebeğe dahi hasar verilmemektedir.

Yaratıcı, şımaran toplumlara bir ders ve diğerlerine ibret olması açısından ya korku ya da dehşet yaratarak, gerçeklerin fark edilmesine zemin hazırlar. Asırlardır hiç zarar görmemiş ve büyük tarihi değeri olan yapılarla süslenmiş ünlü kentler ve ülkelerin hiç beklemedikleri facialarla karşılaşmaları, öyle kâğıt üzerinde ya da medya karşısında gelişi güzel bilimsel veya fiziksel teorilerle anlaşılabilecek veya çözülebilecek laflar değildir. Her olayın bir geçmişi, bir geleceği, bir de etkileyeceği alanı vardır. Bir depremde ya da savaşta on binlerce güçlü kuvvetli insan ölürken, bir ay geçtikten sonra enkaz altından bir çocuk veya yüz yaşını aşmış yaşlı insanlar çıkabilmektedir. Ya da günlerce sağ kaldığı enkaz altından kurtulmanın sevincini yaşarken, ertesi gün huzur ve güven içinde uyuduğu yatağında ölebilmektedir.

Sıra dışı olayları şans, rastgele, tesadüf veya mucize olarak değerlendirmek, vahiy karşısında aklı ve bilimi egemen kılmaya çalışan seküler köklü anlayışların iflası ve acziyetidir. Oysa hayatta ne şans ne tesadüf ne de mucize vardır. Hatta mucizeyi dahi Allah’a değil de insana mahsus bir olağanüstülük yorumu, insanı tanrılaştırmaya yönelik bir manipülasyondur.
  
Yaratıcı, yıkacağı yapının ve alacağı canın sayısını, cinsini ve kimliğini önceden yazdığı "o kitap"’ta belirlediğinden, ona göre felaketler, afetler, hastalıklar, savaşlar ve musibetler güncelleşerek; ölümler, yaralanmalar, sakatlıklar ve kayıplar gerçekleşmektedir. Dolayısıyla beşeri hiçbir güç ve irade, yazılanı önleyebilme, öteleyebilme, savsaklayabilme ya da ortadan kaldırabilme inisiyatifine sahip değildir. Beşer, tanrı değil ki, Allah ile mücadele edebilsin; üstünlük sağlayabilsin; yaptığı ya da yönettiği bir şey güvenli olabilsin!

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. Hadid 22

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler. En’am 116

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların ayetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir. A’raf 146

 “Siz ne yeryüzünde ne de gökte (Allah'ı) aciz bırakamazsınız. Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da bulamazsınız. Ankebut 22


(Resulüm!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu, görün. Onların çoğu müşrik idi. Rum 42

Hiç yorum yok: