28 Haziran 2013 Cuma

Yok oluş, kıyım ve yıkımı önleyecek tek çözüm!

Her ağlayana meme vermeye kalkışırsan; nefsi arzu ve isteklere yetecek süt bulamazsın ama bulacakmışsın gibi vaatlerinle oyalatırsın.

Hz. Ömer (r.a) devrinde yaşlı bir kadın, yoksulluğundan pişirebilecek hiçbir şeyi olmadığı halde açlıklarından ağlayan torunlarını oyalayabilmek için bir kazana koyduğu taşları kaynatarak yemeğin pişmekte olduğu aldatısı misali toplumları kandıran seküler, yani pozitivist merkezli laik ve demokratik anayasalarla gizli tanrılığı oynayan iktidarların yardımına; o yaşlı kadına yetişen bir Hz. Ömer’in var olabilmesi mümkün değildir.

Neden mi?

İktidarlar, anayasalarında hâkimiyetin Allah’ta değil kendilerinde, dolayısıyla millette olduğuna hükmetmekte, talebin yalnızca bir karın doyurmadan ibaret değil yaratıcının tahtına ortak koşma olan ‘muktedir’ iddiasında bulunabilmelerinden ötürüdür. Madem muktedirler, başa gelen her türlü olumsuzluğu gidermekle yükümlüdürler ama bitmek tükenmez gerekçelerle önüne geçemedikleri sorunları perdelemeye çalışırlar. Senaryoyu yazmak değil, yazıldığı gibi hayata geçirmek yahut aleyhinde yazılanı bertaraf edebilmek muktedirliği kanıtlar!

İnsanları nefsi taleplere iten laik düşünceler ve itaate zorunlu iktidarlardır. Bu sebeple her insan, nefsi ne dilemişse onu hak bellemekte ve nefsine karşı hiçbir oluşumu kabul etmemektedir. Onun için başka düşünce ve inancın özgürlüğü önemli değil, bilakis herkes nefse uymak zorundadır. Hele vahyi bir talebi ilkellik ve özgürlüğü kısıtladığı gerekçesiyle reddeder, nefes alıp aynı ortamda bulunmaya dahi tahammül edemez. Çünkü nefsinin itici gücü doğrudan Rahman’adır.

Çatışmaların, kaosun ve infiallerin temel nedeni, irade savaşıdır. Laik ve demokrasiyi temsilen nefis ile İslam’ı (Allah’ın iradesine teslimiyet) temsilen şeriat savaşı, Hz. Âdem yaratıldığından bugüne kadar sürmekte; akıl gizli bir tanrı olarak kaderle mücadelesini düşüncelerde sürdürmektedir.

Beyinsi akıl, her ne kadar Allah’ın yazgısı olan kader ile savaşsa da, kaderin hükmü dışında dileğiyle tek bir yaprağı dahi yerinden oynatamamaktadır. Tıpkı Young Deneyindeki yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık görüntüsü misali yanılgılarını nefis engellemektedir.

İnsana gelen iyiliğin Allah’tan ve başa gelen kötülüğün nefisten olduğu idraksizliği aşılamadığından sözde inanılan Allah, (haşa) insanların kötülüğünü isteyen ve zulüm yapan şeytan konumuna getirilmekte; nefiste insanların iyiliğini dileyen ve özgürlüğünü tanıyan (haşa) Allah ile özdeşleştirilmektedir. Dolayısıyla onlara göre; şeriat şeytanı, nefiste Allah’ı temsil etmektedir.
  
Bugüne kadar gelmiş geçmiş ve günümüz dünyasındaki iktidarlardan çok daha güçlü nice imparatorluklar, medeniyetler ve memleketlerden hangisi haklarında verilmiş olan takdiri değiştirebilmiş, düaliteyi sonlandırabilmiş ve ecelleri geldiğinde helak olmaktan kurtulabilmişlerdir? Belki yeryüzünü gezip dolaşamıyorlar ama geçmişle ilgili bilgiler en ayrıntılı detaylara varıncaya kadar önlerine geldiği çağda, akıbetlerinin de muhakeme edilememesi, şüphesiz nefse olan mahkûmiyetlerindendir.

Haydi, kökten inkârcı ateistler yahut Allah’a bir yönden inanıp da peygamberleri ve vahyi reddedenler bir yana, ancak iman ettiklerini söyleyenlerin şeriata yani Allah’ın ilke ve yasalarına karşı duruşlarına yahut isteksizliklerine ne demeli! Neden muttakilerin iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit "Biz hiç sefihlerin, akılsız ve ahmak kişilerin iman ettikleri gibi iman eder miyiz!" diye düşünebiliyorlar? Oysa Müslümanlara şeriattan başka bir rejim haramdır!

Bir insan, hem Allah’a hem Resulüne hem de İslam’a iman ettiğini ikrar etmesi akabinde şeriata nasıl karşı çıkabilir? Şeriat kurallarını nasıl çağdışı bulabilir? Nasıl dünyadan dışlanabileceği korkusuyla yalnızlığa itilebileceği kaygısı duyabilir? Nasıl kendisini yaratarak nefes aldıran ve belirlediği süreye kadar yaşatan Allah’ın baskı ve haksızlık yapabileceğini düşünür? Nasıl Allah’ın değil de hilkatteki eşlerinin daha iyi bildiğini ve yönetebileceğini sanabilir? Nasıl olur da farklı inanç, kültür, ırk ve düşüncede olan toplulukları barış, eşitlik, hak ve adalet içinde yaşatacak olanın İslam değil de Allah’a olan iman ve inancı reddederek aklın üstün olduğunu kabul eden ateist köklü laik anlayışın olabileceğini savunabilir? Nasıl olurda Allah’ın vermediği bir özgürlüğü nefislerin sağlayabileceğine inanılır? Yeryüzü ve gökyüzündekileri yaratarak düzene koyan Allah olmasına rağmen huzur ve güveni O’nun değil de nefislerin mukim kılabileceği hesap edilir? İnsanların zihin ve kalplerinde beslediklerini ve neler yapabileceklerini Allah’tan başka hiçbir beşer bilemeyeceğine göre; Allah’ın toplum adına hükmettiği cezaları aşırı bulmak, o topluma karşı apaçık bir düşmanlık değil midir? İnsanlara yaratıcıları Allah merhamet, sevgi ve hakkaniyet duymuyor da nefisler mi duyuyor? Allah’ın affı gibi herhangi bir nefsin affı mümkün müdür? Allah, kendine asi ve düşman kullarına dahi rahman sıfatıyla rızık, sağlık, yaşam, makam, güven ve emniyet lütfederken, aşırı kıskanç ve bencil olan nefsin verebilmesi muhtemel midir? Dinin siyasetten ayrılması ruhun bedenden ayrılması gibi bir ölüm ise, laik rejim toplumsal bir intihar değil midir?

Türkiye’deki laik ve ırkçı Atatürkçü rejim, artık ömrünü tüketmiş ve yıkılmasına ramak kalmıştır. Bu devasa yıkımın altında kalacak milyonların heba olmalarının önüne geçebilmek için yegâne çözüm, ivedilikle federal yönetim sistemine geçmektir.

Gerek dini gerek ırki gerekse sosyal, siyasi ve ekonomik olarak toplumun her kesiminde baş gösteren ve çatışmalara götüren isyanların ülkeyi kaplamaması adına federasyona geçişle artan basınç sıfırlanacak, her kesim dilediği özgürlüğü yakalayacak bir yönetim biçimine kavuşarak birbirine olan baskı, taciz, saldırı ve düşmanlıklar son bulacaktır.

Nasıl ki bir Türk’ü Kürtlüğe yahut bir Kürt’ü Türklüğe zorlayamazsan; bir Müslüman’ı da laikliğe, Atatürkçülüğe, Hıristiyanlığa veya Yahudiliğe mecbur edemezsin. Böylesi bir baskı ve zorlama, haklı bir isyan ve savaş nedenidir. Ne kadar ayrışmanın önüne geçebilmek amacıyla birlik ve bütünlük edebiyatı yapılsa da, Allah’ın kâfir, münafık ve Müslüman olmak üzere ayırdığı insanları tek düşünce ve inanç altında bütünleştirebilmek imkânsızdır.

Soğuk savaşın kimi zaman sıcak çatışmalara neden olduğu hem dini hem de ırki olarak yaşanmakta, dolayısıyla olabilecek çok büyük kanlı bir parçalanmaya dönüşeceği aşikârdır. Allah’a ve hükümlerine iman etmiş bir Müslüman’ı çağdaşlık gerekçesiyle laik ve Atatürkçü olmaya cebredemez; karşı çıkanları aşağılayarak, dışlayarak, cezalandırarak, yasaklayarak, küfrederek ve ihanetle suçlayarak yaşam hakkını elinden alamazsın.

Atatürk, Atatürkçüler için kurtarıcı ve eşsiz bir lider ya da tanrı olabilir ama Müslümanlar için değildir, dolayısıyla ilke ve inkılâplarını kabule zorlanmaları; nasıl bir özgürlüğün, demokrasinin, kişi hak ve hürriyetinin bir doğrusu olabilir? Eşcinsellerin, lezbiyenlerin, fahişelerin, ayyaşların ve suçluların dahi hakları var ama bir Müslüman olarak inanç ve ibadetlerimi özgürce yapabilmemin hakkı bulunmamaktadır. Neyin helal neyin haram, neyin serbest neyin yasak, neyin günah neyin sevap, neyin meşru neyin gayrimeşru olduğunu sadece Allah belirler. Dolayısıyla Allah’a ortak koşarcasına herhangi bir beşerin düşünceleri, yasaları yahut rejimi Müslümanları bağlamamaktadır.

Öyle bir kin, nefret ve düşmanlık had safhadadır ki, vatanları için canlarını vermiş Müslümanları yurtlarından kovmakta tereddüt etmemekte, sokaktakinden cumhurbaşkanlığa dek her laik ve Atatürkçü, gerek iman etmiş Müslümanları gerek Kürt kökenli vatandaşları Allah izin verse acımadan doğrayabilecek canavarlıktadırlar. Eski cumhurbaşkanı süleyman demirel adlı mason, başörtülü şehit yetimlerini Suudi Arabistan’a kovabilme alçaklığında dahi bulunabilmiş ise, geri kalanı varın siz düşünün!
Evet, PKK’lı düşmanlarla girişilen sürece karşıyım ve yargılanmadan salıverilmelerine tepkiliyim. Ancak söz konusu Kürtler olunca, taleplerinin tamamını destekliyor ve federasyona geçme haklarını savunuyorum. Bu ülkede kimse ne şovenist Türklerin ne İslam karşıtlarının ne de Atatürkçülerin tutsak köleleri değillerdir. Dolayısıyla ne devletin ne milletin ne de vatanın sahibidirler. İster inansın ister inkâr etsin herkesin ve her şeyin sahibi yüce, ulu ve kurtarıcı Allah’tır.

Türkiye, federasyon bir yapılanmayla bölgelere ayrılmalı, her bölgede yapılacak seçimlerle dileyen dilediği yasaları ve yönetimini inşa etme hürriyetine kavuşturulmalı ama merkezi hükümette görevini ifa edebilmelidir. Aksi takdirde inatlaşma, restleşme ve benlikleşme yıkıma sebebiyet verecek, ‘vatan benimdir’ diyenlerden geriye tek bir canlı kalmayacaktır.

Özgürlük ve demokrasi bu değil ise nedir? Düşünebiliyor musunuz; düşünce ve ifade özgürlüğü için ayağa kalkanlar, karşısındakini kendi ideolojisi yahut ırkı doğrultusunda baskıya alarak tutsak ediyor. Bir aile içerisinde dahi yapılan böylesi bir baskı, insan haklarına aykırılık gerekçesiyle kabul edilemeyerek yaptırıma tabi tutuluyor ise, rejimin baskısı totalitarizmin ta kendisidir. Dolayısıyla gerek Müslümanlar gerekse Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık talepleri meşrudur ve toplumlar bu uğurda canlarını vererek İstiklalliklerini elde etmişlerdir.


   


“Ya öl ya da ol! İşte bunu bilmiyorsan zavallı bir misafirsin karanlık yeryüzünde.” Goethe    

Hiç yorum yok: