15 Eylül 2011 Perşembe

Yaşamla örtüşmeyen bir bilgi, yol olabilir mi?

Gerek bilim gerekse dinsel teorisyen ve tefsircilerin ortaya koydukları savlar, her ne kadar fiziki ve ilahi dayanaklarla güçlendirilse de, doğrudan ya da dolaylı irade (ben) merkezli olmalarından hayatın gerçekleriyle örtüşmemeleri mutlak bir soru işareti doğurmakta, dolayısıyla dine ve bilime olan güven yok olmaktadır. Bu sebeple hıfzedilecek temel bilgi, ezberci bir bilenin onca saçmalığına ihtiyaç duyulmaksızın doğru ile yanlışı çözmede ana kilit durumundadır.

Yaratıcı; her türlü bilgi, düşünce, anlayış, mevki ve davranışları insanoğlu bedenen yaratılmadan önce dilediği gibi paylaştırarak ruhlara nakşetmiş ve bu temel esasa göre dünyanın biçimlenmesini, maddenin, fiziğin ve olayların vuku bulmasını iradesince planlayarak gütmüştür.

Ruhsal akliyat, duygu ve fiziki oluşumların; bireysel, toplumsal ve evrensel fıtrata denk görsellik ve güncellik kazanabilmesi amacıyla vahiyle bildirdiği iyi veya kötü, doğru veya yanlış şeyler için peygamberi, şeytanı, ruhu, bedeni ve maddeyi aracı kılmıştır. Böylece faydalı veya zararlı tüm düşünce, fiiliyat ve unsurların hudutları çizilmiş ve buna bağlı kâinatsal bir düzen konumlandırarak soyut veya somut tüm olaylar detaylarıyla birlikte ezelde yaratmıştır.

İyi ya da kötüyü temsilen Peygamber ve şeytan özüne bağlı şekillenen ilim veya bilim, düşünce, davranış, keşiflerin gelişerek düzen içinde üremesi, mücadelesi ve varlık kazanması; varoluş ve yok oluş amacına uygun biçimlenerek nedenleriyle birbirlerine bağlanmıştır. Fiziksel ve düşünsel uygulamaların hiçbiri beyinsel, öğretisel, araştırısal, rastgelesel, gözlemsel veya iradesel etkiyle gerçekleşmeyip öyle sanılması, tamamen benliğin dürttüğü bir yanılgıdır. Oysa gerçek, basit bir otokritik ile kanıtlanabilecek açıklıktadır. Her şey "ilk"e bağlı fonksiyon gösterdiğinden sonradan hiçbir şey sanki belirsizmişçesine ne kendiliğinden ne de iradece türemekte, gelişmekte, etkileşmekte veya keşfedilmektedir.

Tarımda çok önemli keşifleri olan ve kil boyayı ilk güncelleştiren ünlü bilim adamı George Washington Carver; "Benim tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek. Bu, Allah’ın eseri, benim değil" sözleri, hakikatin ta kendisidir.

Ayrıca kendini aciz ve her an Allah’a muhtaç olarak tanımlayan tüm zamanların en büyük bilim adamı Isaac Newton’da; “Allah sonsuz ve mutlaktır; gücü sınırsızdır ve her şeyden haberdar olandır; varlığı sonsuzluğa dayanır; her şeyi yönetir, yapılan ve yapılacak olan her şeyi bilir; ancak O’na teslim olmalıyız” açıklamasıyla insanoğluna başucu edinmesi gereken mesajı vermiş ve benliğin bir hiç olduğunu deklare etmiştir.

Eylemsel bilgiler; her ne kadar vahiysel, sezgisel, zihinsel veya diğer araçlarla elde edilen birer öğeler ve fiziği meydana getiren tetikleyici donatılar ise de, öncesinde ruhlarda var olan ve zamanı gelince güncelleşmesi zaruri ekinsel olgulardır. Din, bilim, düşünce, davranış ve teknolojinin üremesine ve evrenin hareketine neden olan her türlü araç, gereç ve sebepler; inanç ya da fizik için gerekli olan görsel veya göksel mazeretlerdir.

Ruh, bünyesinde barındırdığı zihinsel ve duygusal oluşumları programı doğrultusunda hayata geçirerek durağan madde ya da bedene fiziksel işlev kazandırmaktadır. Bireysel, toplumsal veya evrensel olaylar, "o kitap"’ta yazılan mutlak düzeneğe göre etkileşerek gelişmekte ve yaratıksal hiçbir katkı veya müdahaleye izin verilmemektedir. Ancak yaratıkların aracı olma rolleri, sanki iradeleriyle yaptıkları menfi yahut müspet olaylar olarak algılanmaya neden olmaktadır. Rahmani veya şeytani her düşünce ve eylem; Mutlak İrade’ce önceden takdir edilmiş "bir bilgi"’ye göre olgunlaşarak ivme kazanmakta, dolayısıyla kadersel çark kendi mecrasında akışını sürdürmektedir.

İnsanların dine ya da maddeye olan güvenleri iradesel değil kaderseldir. Düşünce ile davranışın, inanç ile imanın, mantık ile duygunun çoğunlukla örtüşmeyerek çatışması ve sürekli değişkenlik göstererek paradoksal sonuçlar doğurması, insanoğlunun özgür olamayışından, dilediğini yapabilecek iradesel bir gücü bulunmayışı ve denetimde aciz kalmasındandır.

Vahiysel din psikolojisinde; bir insan, yaşamı boyunca elde ettiği olumlu veya olumsuz her türlü oluşumun Yaratıcı’dan geldiğine inanarak ya şükreder ya da sabreder. İnancı gereği Allah’ın izni ve iradesi olmadan herhangi bir şeyi başarma veya yitirmesine olanak olmadığını düşünür. Çünkü her iş O’nun dilemesiyle gerçekleşir. Beyin psikolojisinde ise; bilim, üstün ve özgür aklın zekâ seviyesine göre eğitsel, içgüdüsel, kalıtsal, rastgelesel veya tesadüfen kendiliğinden oluşan bilgileri işleyip muhakeme etmesiyle ortaya çıkardığı bağımsız yargılar olarak kabul edilir. Aklın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güçlüyü zayıftan ayıran bağımsız bir güç olduğu varsayımıyla insanın egemen olabileceği yanılgısına neden olan özgür irade kuramı; dilenileni yapabilen, kaderini yazabilen ve seçme hakkı bulunabilen bir kuvvet olarak tanımlanır.

Egemenlik ve irade savaşı öylesi bir karmaşa ve tutarsızlık içinde sürer ki, Mutlak İrade, Özgür İrade ve Cüz’i İrade konusu aralıksız tartışılır, birbirine hükmeden veya dışlayan yorumlarla çelişkili düşünceler, güçler, dinler, mezhepler ve tanrılar üretilir. Aslında, herkesin içinde yaşadığı dünya, gerçeğin anlaşılabilmesi için apaçık bir laboratuardır. Bu sebeple Mutlak İrade gerçeğine kayıtsız inananlar; bu tür anlamsız, dayanaksız ve sonuç getirmez tartışmalara itibar etmez, ancak inandıkları "o kitap"ın takdir ettiği zaman ve mekân dâhilinde üzerlerine biçilenin gereğini yapmaktan başka bir seçenekleri olmadığını düşünürler.

Neticede hidayete erdirenin de saptırtanın da, kazandıranın da kaybettirenin de, yüceltenin de alçaltanın da, yaşatanın da öldürenin de, yönetenin de yönetilenin de Yaratıcı olduğu içyüzü aleniyken ve her şey O’nun dilemesi ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği ortadayken; tartışmanın hiçbir yarar getirmediği ve getirmeyeceği de aşikârdır. Aksi iddialar, kendini kanıtlamak zorundadır.

Yaratıcı’ya kayıtsız teslim olanlarla, özgür veya cüz’i iradeye inananların fikirsel mücadeleleri; yaşamı yönlendiren ruhi ve fiziki kanıtlar dikkate alınmaksızın sanal deryada devam eder. İşbirliği içindeki Tanrı referanslı rasyonalistler ile kökten inkârcı ateistler, benlikçi kimliklerinden dolayı Yaratıcı’larına boyun eğen Müslümanları durmaksızın aşağılar, zavallılıkla yaftalar, iktidar olmamaları adına taciz, baskı ve gerektiğinde şiddete başvururlar. Aslında savaştıkları iman etmiş insanlar değil, doğrudan Allah’tır. Çünkü amansız sözlü mücadele; özgür irade ile Mutlak İrade arasında sürer ama Mutlak İrade hiçbir şart ve koşulda alt edilemez.

Fiziksel veya duygusal iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi tecrübe edinerek gören, duyan ve tadan insanoğlu; nasıl oluyor da farklı düşüncelere, anlayışlara, din ve değerlere sahip olabiliyor, çatışabiliyor, düşmanken dost olabiliyor, inkâr ederken iman edebiliyor, zayıfken güçlenebiliyor, başarısızken keşfedebiliyor, okuma dahi bilmezken deha olabiliyor ve ani dönüşümlere zemin hazırlayan sebepsel dürtülerle değişebiliyor?

Şu tartışılmaz bir gerçektir ki, her ne dine, inanca ve düşünceye sahip olunursa olunsun; özgür veya cüz’i irade görüşleri adına insanı egemen kılacak düzenlemeleri meşru sayan toplum veya bireylerin tamamı bilinçli veya bilinçsiz, açık veya gizli ‘ben’ merkezlidirler. Büyük bir çoğunluğu her ne kadar Allah’ın varlığına ve dinlerine inandıklarını iddia etseler de, benliksel düşünce ve davranışlarından ateistçe tavır almaktan vazgeçemezler.

Ateistler; düşünsel ve fiziksel davranışları doğrultusunda elde ettikleri başarı veya kayıplara tek etkenin "beyin ve iradeleri” olduğuna kanarlar. Müminler ise, işlerini yöneten ve yönlendirenin Yaratıcı olduğuna inanmalarına karşın, kötü fiillerde Allah’ı sorumlu tutmaz ve birden bire ateistçe düşünüp bütün sorumluluğu kendilerine ya da başkalarına yüklerler. Elde ettiği bir kazanım karşısında Yaratıcı’ya şükreden bir mümin, olumsuzluk veya kötülük akabinde lanet yağdırır.

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa ‘Bu Allah'tan’ derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. ‘Hepsi Allah'tandır’" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!”
Nisa 78

Sözle fiil, mantıkla duygu, gerçekle kuram, düşünceyle irade, inançla iman arasındaki davranışsal dengesizlik, aykırılık, denetimsizlik ve çatışma; beyinsel fiziki iktidarı sarsmakta, iddia edilen özgür akıl ve iradenin yıkımına neden olmaktadır. Başarı ya da başarısızlık, iyilik ya da kötülük, doğruluk ya da sapkınlık, özgürlük ya da kölelik, iktidar ya da zayıflıkta sorumlu olan egemen güç ya daima Allah’tır ya da daima insandır. Hangi irade istemediği ve korktuğu bir olumsuzluğu sahiplenebilir? Öyleyse neden aşıkmış gibi bağırlarına basabiliyorlar?

Din otoriteleri öyle bir tablo çiziyor ve yorum yapıyorlar ki, bir taraftan Allah bütün gücüyle etrafa iyilik, doğruluk, adalet ve bereket dağıtmaya çalışırken, insanoğlu, şeytanın iradesiyle hem kendine hem de başkalarına zarar vermekle meşgul olup kötülüğü hâkim kılmakta, dolayısıyla Allah’ın rahmetini lanete çevirerek Mutlak İrade’yi mağlup etmekte, dolayısıyla şeytanı galip getirerek Allah’ı acze uğratmaktadır.

Tanrı referanslı Hıristiyan ve Yahudiler "özgür irade"yi, Müslümanlarda "cüz’i irade" ve "külli irade" ikilemiyle yaşamla örtüşmeyen tutarsız ve aykırı fetvalarda bulunarak, ‘Mutlak İrade’’yi ya inkâr etmekte ya da yetkisini sınırlandırmaktadırlar. Ateistler haklı olarak şu soruyu sorarlar: ’İnsan hareketleriyle özgür müdür, değil midir? Allah mutlak bir irade sahibi midir, değil midir?’ Bu yüzden Allah’ın, tanrıların ve dinlerin çelişkilerle dolu olduğunu, bireysel, toplumsal ve kâinatsal düzene egemen olmadığını ve yalan söylediğini düşünen ateizm; tutarlı açıklamalara ihtiyaç duyarak, gerçeğin "ne olduğu" arayışında mantığa ulaşır ama ondan da istedikleri sonucu alamayıp planladıklarının aksi bir yaşama mahkûm olmaktan sakınamazlar.

İlâhiyatçılar, bazen "İnsan özgürdür, yaptığından o sorumludur" diyor, bazen de "Allah özgürdür, her şeyi O kontrol eder" diyorlar! Hangisi doğru; insan mı, Allah mı?

Hangi sahada olursa olsun; çok görmeyen, çok acı çekmeyen, çok çalışmayan, çok dua etmeyen ve hidayete erdirilmeyenlerin gerçeğe ulaşabilmesi mümkün değildir…

"Uzun yaşamımda öğrendiğim tek şey var. Gerçeklikle kıyaslandığında, tüm bilimimiz ilkel ve çocukça kalmaktadır."
A. Einstein

"Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. Bedende egemen olan aklı nasıl göremiyor, onun varlığını eserlerinden anlıyorsak; görülmeyen Yüce Allah’ı da eserlerinden keşfedebiliriz." Sokrat

Hiç yorum yok: