22 Şubat 2017 Çarşamba

Seküler-laik düşünce bir zehirdir!

Hem de öyle bir zehirdir ki, beşeri hiçbir bilgi ve irade şifaya kavuşturamaz.

Kader çarkını döndürüyor, çağlar ilerliyor ve uygar olarak nitelendirilen gelişmelerle bilim ve teknoloji her alana giriyor, ancak güven ve korku, yaşam ve ölüm, sefalet ve zenginlik, sıkıntı ve mutluluk, sağlık ve hastalık, sevgi ve nefret, dostluk ve düşmanlık, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik, doğru ve yalan hiç değişmiyor hatta daha da artarak yerküreyi sarıyor.

Küresel bir düzenin kurularak barış içinde yaşanılacak iddiası, silahların denetlenmesi, nükleer bombaların azaltılması, hudutların çizilerek hakların korunması, suç, yoksulluk, terör ve savaşın durdurulması, hak ve adaletin sağlanması, kardeşlik, dostluk, eşitlik, hak, özgürlük, demokrasi ve sayısız işbirliği anlaşmaları…

Hiç çözülemeyen sorunlar, aşılamayan belirsizlikler, kurulamayan düzenler ve gerçekleştirilemeyen vaatler!

“Öyle horozlar vardır ki, erken öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” H.Dunant

Gelmiş geçmiş tüm toplulukların savaş nedeni, esasen din ve ırk adınadır. Vatan, bu değerlerin korunabilmesi için zaruri olan toprak bütünlüğüdür. Irkların ve dinlerin farklı olduğu bir dünyada, ulus ya da çıkar bilincinde birleşilerek kardeşlik adına bir işbirliği kurabilmek, aslında tatmin süresiyle orantılıdır. Ancak kurulduğu zannedilir. Irk, bedeni; din ise ruhu temsil eder. Dolayısıyla bedenin yeri mezar; ruhunki ise berzahtır.

Yalnızca din adına yapılan birliktelikler bütünlüğü sağlar ve benliksiz her türlü işbirliğinden istikrarlı sonuçlar doğar. İnanan ruhların mevcudiyet sebebi ‘Tanrı’ olduğundan din adına; inanmayanların mantık olduğu için benlik yani beşer adına çalışılır, savaşılır, öldürülür ve öldürürler.

İnsanoğlunun varoluş sebebini oluşturan bu temel yapının yani fıtratın değiştirilebilmesi mümkün değildir. Fıtratlarında düşmanlıkları kesinleşmiş toplumların zoraki işbirlikleri, mastürbasyon süresinden öte hiçbir fayda getirmemektedir.

Farklı dinlerin ve ırkların sahip oldukları ve uğruna canlarını feda ettikleri değerlerin biraraya gelebilmesi ve kalıcı bir birliktelik oluşturabilmesinin muhakkak temel bir dayanağı, diğer bir ifadeyle kaderle örtüşme zorunluluğu olmalıdır. Yaratıcıya rağmen benliklerini tanrı edinerek fani övgüler ya da menfaatler uğruna fıtratta düşmanı olduğu güçlerin kanatları altına sığınıp itibar ve izzet peşinde koşanlar, geçmişte olduğu gibi gelecekte de aynı hüsrana uğramaktan asla kurtulamayacakları tartışılmazdır. Tıpkı her türlü bilgi, güç ve araçlarla alınan tedbirlere rağmen musibetlerden ve yıkımlardan kaçılamaması gibi! Çünkü bu, kaderin bir süreci, yaratıcı Allah’ın bir vaadidir.

Varlıkları boyunca para, iktidar, şöhret ve egemenlik adına mücadele veren birey, millet ve devletler, büyük bedeller ödeyerek sahip olduklarını aniden kaybedip muhafaza edememekte ve bir pislikmiş gibi ya kadavra masasına, ya sokağa, ya çöplüğe, ya mezara ya da tarihin karanlıklarına atılmaktadırlar. Onca boşa giden çalışma ve uğraşıların bir anda çerçöp olması her ne kadar tahammül edilemez bir sonuç olsa da, karşılığını kimden ve nasıl alabilecekleri ise daha önemli bir sorundur.

Dün arşa çıkarılan bir liderin, bir sanatçının veya bir kahramanın alkışlayanlar ve övülenlerce yarın aşağılanarak beceriksizlik, hainlik veya namussuzlukla özdeşleştirilmeleri, insan benliğinin gizlediği tüm kötü duyguları nasıl açığa çıkarabildiğini ve fıtratı gereği hiçbir zaman güvenilmemesi ve inanılmaması gereken zayıf ve nankör yaratıklar olduğunu ortaya koymaktadır. Böylesi dengesiz düşünce ve duygulara sahip insanların övgüsüne, desteğine ve sevgisine nasıl güvenilebilinir?

Bir politikacının, sanatçının, işadamının veya bilgenin çeşitli mazeretsel sebepler veya musibetler sonrası düşüşleri, beraberinde değer kaybını getirmekte; böylelikle akıl ile kaderi veya sanal ile gerçeği mukayese edebilme olanağını doğurmaktadır. Geri sayımın başlayarak o güne kadar edinilen kazanım ve başarıların sanki hiç olmamış gibi bir tarafa atılması, Mutlak İrade’nin anlaşılabilmesi için önemli fırsatlardır. Geçici ödül, itibar ve şöhret yerine, kalıcı ve sürekli olanı seçmekten aciz bir aklın üstün ve hür olabilmesi mümkün müdür?

Milletler ya da devletler, adı her ne olursa olsun din, ırk, barış, özgürlük, vatan ve çeşitli menfaatler uğruna yaptıkları savaşlarda birbirlerini katletmeleri ardından, ölenlerin kimden ve nasıl bir karşılık alacağı hiç düşünülür mü? Eğer insan, benliksel değerler ve başkaları adına ölerek, kendisi bundan hiçbir fayda temin edemeyecekse, ölmesinin mantıklı bir amacı ve gelecekteki yararı nedir?

Dolayısıyla benlik nasıl bir felâket ise, vahiysiz bir vatanseverlikte o kadar kötü bir erdemliktir.

İnsan, ne için mücadele edip zorlukları göğüslediğini, öldürüp öldürüldüğünü ve kendisini nasıl bir sonun beklediğini irdelemeden ve sağlam temellere dayanmadan canını ortaya koyması, ölmeye veya öldürmeye koşması anormalce, sapıkça ve psikopatça bir davranıştır.

Fayda veya zarar verenin, sözüne ve güvenirliğine itibar edilenin, feda edilen malın ve canın karşılığını ödeyecek olanın, her şart ve koşulda vaatlerini tutabilecek olan mutlak ve ölümsüz varlığın kimliği önemli değil midir? Dünyada egemen olduğu düşünülen iktidar ve devletlerden hangisi, öldükten sonra da sözde egemenliklerini devam ettirebiliyor ve uğruna ölenleri mükâfatlandırabiliyor? Şayet başaramıyorlarsa, onlar için mücadele etmenin, savaşmanın, intihar edercesine ölmenin veya cinayet işlemenin, çeşitli risklere girerek korku ve endişe içinde yaşamanın zerre kadar bir değeri var mıdır?

Benlik adına vazgeçilen yaşam tahtı için alınan ve verilen canların faturası sonsuz olan ahiret hayatını kökten etkilemekte, intikamı acı, sıkıntı ve dehşet olabilmektedir. Yaratıcının rızası dışında yapılan savaşlar sonrası öyle bir tablo sergileniyor ki, düşmanların sonradan dost olup menfaatleri adına akıtılan kanlar kadeh tokuşturarak zevk ve sefa içinde kahkahalar atılabilmekte, rahat ve lüks bir yaşam için çıkar ilişkileri ve hiçbir şey olmamış gibi masa üstünde yapılan anlaşmalar; maalesef hayatın akıl almaz yanlışları ve vicdansız davranışları olarak kanıtlanmaktadır.

“Kabul edilen bir yanlışlık, kazanılmış bir zehirdir.” Gascoigne

“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

“Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur.” Mümtehine 1

“Kazanmakta oldukları şeyler onlardan hiçbir zararı savmadı.” Hicr 84

“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir. “ Hac 5


“(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir. “ Kasas 56

Hiç yorum yok: