7 Şubat 2017 Salı

Bana ölümlü değil ölümsüz gerekli!

Çünkü ben de bir ölümlüyüm…

Aslında hayat, gerçeğin idrak edilebilmesi için öyle bir laboratuardır ki, hiçbir beşerin rehberliğine ihtiyaç duyulmayacak bir berraklıkta ve kanıttadır. Ancak okunamadığından batıllık galebe çalmakta; dolayısıyla ölümlü, hâkimiyet narası atabilmektedir.

Allah’ın vahiyle indirdiği Kur’an, her ne kadar kâinat ve hayat ile ilgili kanıtlar içerse de asıl amacı uyarı ve itaat edilmesi içindir.  Kur’an’ın hiçbir kanıta gereksimi yoktur; çünkü hayatın kendisi Kur’an’dır ve kanıt arayana yaşanılan yeterdir. Bu sebeple yaşamda edinilen tecrübeler ve olaylar en ince ayrıntısına kadar sebepleriyle ortaya konmuş; böylece fanilikle ebedilik arasındaki fark, kâinat laboratuarıyla örtüştüğünden herhangi bir tereddüt kalmamıştır. 

Kur’an dışı diğer tüm düşünceler ölümlüyü öne çıkarıp mutlakıyete kavuşturmasından yani bedenleştirmesinden özünü çözemeyip denetim altına alamadığı ruhun yok sayılırcasına üstün örtülmesinden ne hayat, ne dünya, ne ahiret, ne ölüm, ne de sonsuzluk kavranamamaktadır.

Eğer insan, övündüğü ilim yani bilim ile ruhu ya da ruhunu yaratamıyor ise; bedeni yani organlarıyla ilgili ne yaparsa yapsın beyhudedir! Ecel ancak ruhun denetimiyle kontrol altına alınabilinir! İşte ölümlü insan, böylece hilkatteki eşlerini nasıl manipüle ederek gözbağıyla kandırdığı fevkalade aşikâr ama elinden bir şey gelmediğinden çocukların oyuncaklarla kandırılması misali aldatmaktan öteye ilerleyememektedir.

Oysa yeryüzünde hüküm süren kuvvetin ölümlü beşere ait olabilmesi mümkün değil ise, ölümlüye aşk ve tazim nasıl sapkın bir düşünce ve duygunun ürünüdür?

Belirsizliklerle çevrili fiziki hayatta kesin olan tek şey ölüm ve ruhsal diriliktir. Ama hayatta sahiplik ya da egemenlik iddiasında bulunarak ruhaniyeti ya doğrudan ya da kısmen reddeden seküler-laik hatta İslam kisvesi altındaki rivayetsi düşünceler, ölüm gibi sonsuz güç olan Allah’ı ve kaderi 
anlayamamaktadırlar. Çünkü önyargılar, anlamaya değil anlamamaya odaklıdır!
Dünyadaki maddi yani bedeni varlıkların hakikati, tamamının sonlu olmasıdır. Bütün sonlular gelip geçici olduğundan baki kalan sadece ruhtur. Ölümle birlikte ruhun bedeni terk etmesiyle ortaya çıkan sonuç, ruhun aletlerini kullanmaktan vazgeçmesidir. Yani ruhun aletleri demek; madde, beden, organlardır. Diğer bir ifadeyle can kattığı her şeydir!

Doğrusu beşerin, yaratıcısı Allah’tan başka neden hiç kimsesi yoktur bilir misiniz; doğduğu zaman nasıl dünyaya hiçbir şey getiremiyor ise, ölürken de hiçbir şey götürememesindendir. Öyleyse daima diri ve hakim olan yerine ölümlüye rağbet duyulabilir ve umut bağlanabilinir mi?

Ölümlü beşeri güçlere bel bağlamış olanlar yalnızlığın dibine; sonsuz Allah’a sarılmış olanlar ise mutluluğun zirvesine ulaşırlar. Ancak mutluluğu batıllıkla özdeşleştirip dünyadan ibaret sananlar, hayattan önce ölüme hazırlanmayanlardır. 

Hiç kimsenin canlı çıkamadığı dünyadaki ölümün bir son değil sonsuzluğa bir başlangıç olduğu tartışılmaz bir hakikat ama asıl yaşamın kaynağına olan idraksizlik, dünyadaki yaşamı da özsüz ve anlamsız kılmaktadır.

Ölümlülerin sözlerine, konuşmalarına veya vaatlerine olan güvenin ölümsüze duyulmaması; aldatılmanın, hilelerin, yalanların, sömürülerin, abartıların, esaretin ve ihanetlerin yegâne sebebidir. 
  
Mezarda çürümüş bedenlere verilen değer gibi dünyadaki bedenlere verilen namütenahi kıymet, dünyanın topyekûn bir mezar ve içindekilerin de yürüyen ölüler yani zombiler misali ruhsuz oldukları anlayışı öyle muteberlik kazanmış ki, neden ölümsüze değil ölümlüye güven duyulabildiği açığa çıkmıştır.

Mezarda yatan bir ölüye inanılamıyor da; mezar üstünde dolaşan ölümlülere nasıl güvenilebiliniyor? 

Sözde Allah deyip fiiliyatta ölümlüye olan ilgi ve itimat, insanoğluna aydınlık diye dayatılmış seküler-laik düşüncelerin iğfaliyle kanıtlıdır. Bu sebeple ölümsüz yani daima diri olan Allah’ın sözünden bir başkasınınki kâle alınmamalı; unvanı, bilgisi, makamı ve kariyeri ne olursa olsun ne üste geçirilmeli, ne gıpta edilmeli, ne idol yapılmalı, ne sultalaştırmalı, ne de rehber kılınmalıdır.

Yeryüzündeki ölümlü hiçbir beşerin yaptırım uygulama iradesi yani fayda ya da zarar verme gücü ve yetkisi bulunmamaktadır. Beşerin kaderi, yaratıcı Allah’ın elinde ve vuku bulan olası gelişmeler, O’nun dilemesiyle gerçekleştiğinden; ruh ebediyetini sürdürdüğü müddetçe bedenin yapabileceği hiçbir şey mümkün değildir!

Dolayısıyla insan, Kur’an dışı düşüncelere kanarak taşıdığı bedenden umutlanmamalı; yaşanılan apaydın dünyayı mezar misali zifiri karanlığa dönüştürürcesine ölülerle aydınlığa ulaşabileceği sanılmamalıdır.

Meyvede akıl olur mu diye sorsam; ne saçma bir soru diye yanıt vereceksiniz. Peki, meyve içinde taşıdığı çekirdeği bilir mi? Aklı yani muhakeme yeteneği yok, nereden bilebilecek diyeceksiniz. Öyleyse insan, içinde taşıdığı ölümü bildiği halde ameli umursamaması; kendisini meyveden farklı kılabilir mı? Kimi insanların tatlı meyveler; kimi insanlarında zehirli meyveler gibi olabilmesi düşünebilenler için önemli bir ipucudur!

“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” Secde 85

“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. “ İsra 18

“Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter. “ Furkan 58


Hiç yorum yok: