14 Eylül 2016 Çarşamba

Hükmetmek değil, hükme itaat etmektir…

Ya da dilediğini değil, dilenileni yapmaktır!

İnsan, hem yaratıcısı Allah’ın kulu olduğuna iman eder; hem de kulluğunu inkâr edercesine hükümler getirerek Allah’ın önüne geçmeye çalışır. Diğer bir ifadeyle hem Allah’ın yazdığı kadere iman eder; hem de özgürlük yani dilediğini yapabileceği iddiasında bulunur.

“Allah bilmez ben bilirim” hevasıyla böbürlenen insan, hiçbir şey bilmediği gerçeği yaşamdaki tecrübeleriyle ortadayken, çok şey bildiği iddiasında bulunarak düzen kurabilme ısrar ve inadı çok daha beter karanlığa saplanmasına yegâne sebeptir.

“İnsan mı; yoksa Allah mı bilir” diye sorulduğunda ateistlerin dışındakiler “Allah bilir” derler. Öyleyse Allah’ın bildiğinin üstüne nasıl çıkıyor ve düzeni ya da olayları bilmemekle itham edercesine önüne geçebiliyorsunuz?

Tedbir alınırken gidilen yol hak ise, batıl da işin nedir? Hak ise, Hakk’tan gayri sapılan yolda ne işin vardır? Devlet batıl, halk hak ise; hüküm ya da hâkimiyet kimdedir? Sen Müslüman isen, kâfir kimdir? Kâfir de Allah indirdiği hükümlere itaat etmiyorsa, Müslüman olarak farkın nedir? 

Böylece ateistler gibi kararlı olmayan itikat sahipleri, hâlâ Allah ile beşer arasına sıkışmış öyle bir karmaşa içindedirler ki, ancak her iki varlığa da paye vermek suretiyle işin içinden çıkmaya çalışırlar. Dini siyasete karıştırmayarak inşa ettikleri dinsiz seküler-laik devlet ve itikat sahibi halk! Yani sözde Allah, eylemde insan!

Kulluğun ana şartı hükme itaat etmektir; diğer bir ifadeyle Allah’ın indirdiklerine kayıtsız-şartsız seçim yapmaksızın, yorum katmaksızın, özgürlük teranesi çekmeksizin, irade hürriyetine kapılmaksızın, bilgelik iddiasında bulunmaksızın, dolaylı yollardan Allah’ı bilmemekle aşağılamaksızın, nefse boyun eğmeksizin, hesap vesveselerine girmeksizin, kendini öne çıkmaksızın…

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Ahzab 36

İnsan, düşünce ve davranışlarıyla özgür müdür; değil midir? Allah, mutlak bir irade sahibi midir; değil midir?

Oysa Kur’an, bir kimsenin iman edebilmesi için öyle çeşitli misaller ve peygamber hayatlarını ortaya koymuş ki, inkâr edebilmek yahut eğip bükebilmek için ancak kişinin mühürlenmiş olması gerek! Bu sebeple hidayete erişememiş olanlara hiçbir delil fayda vermemekte, mucizeler dahi öğütlerden nasiplendirmemektedir. Onun için önce hidayet; sonra ilim! Dolayısıyla hidayetsiz bir ilim ve ilimsiz bir amel, sırtına binlerce cilt kitap yüklenmiş eşekten farksızdır.
   
Verdiği mücadeleden dolayı karşısındakileri ıslah edemeyen yahut yola getiremediğinden dolayı insan bazen çok sıkılarak inzivaya çekilmeye kalkışarak her şeyi bırakıp kaçmak ister. Zaman zaman aynı hisleri taşıdığımı ikrar ediyorum ama Hz. Yunus Peygamberi hatırladığımda derhal vazgeçiyorum.
Malumunuz üzere Hz. Yunus Peygamber, Musul yakınlarındaki Nineve Halkına gönderilmişti. Putlara tapan Nineve Halkını yıllarca Allah’a iman ve ibadet etmeye davet etti. Halkı ona iman etmedikleri gibi birçok cefada bulundu ve alayda sınır tanımamışlardı. Hz. Yunus, her ne kadar halkını Allah’ın azabıyla kokuttu ise de halkı; “tek bir kişinin hatırı için azap inip herkesi yok edecekse, müsaade et, bu azap gelsin” diye meydan okuyarak alay etmişlerdi.

Artık daha fazla sabır gösteremeyen Hz. Yunus, halkının küfürdeki ısrarına pek üzülüp aralarından ayrılmıştı. Bir tek kişiyi dahi imana getiremeyen Hz. Yunus, rivayetlere göre Sahra Çölü tarafına yönelerek kendilerinden öyle uzaklaştı ki, soluğu Dicle Nehri kenarında aldı.

Dicle Nehri kenarındayken içi yolcularla dolu bir gemiye bindi ve gemi kıyıdan uzaklaştı ama bir müddet sonra nehrin açıklarında durarak kımıldamaz oldu. Başta kaptan olmak üzere herkes şaşırmış, ne kadar çalıştırmaya kalkışsalar da bir türlü yürütememiştiler. Daha sonra aralarında bulunan bir suçlu yüzünden geminin gitmediğine ve batabileceğine karar vererek, suçluyu aramaya koyuldular.  Kur’a ile suçluyu bulup denize atmaya hükmettiler.  
Çektikleri kur’a Hz. Yunus’a çıkınca, Hz. Yunus itiraf ederek; “o asi kul benim” dedi. Bunun üzerine Hz. Yunus’u denize attılar ve bir balık kendisini yuttu ve denizin derinliklerinde kayboldu. Allah, balığa emrederek yememesini, yaralamamasını ve kemiklerini kırmamasını bildirdi.

Hz. Yunus, aklı başında ve şuuru yerindeyken Allah’a yalvararak; “Ya Rabbi! Emir ve hüküm senindir. Nineve’ye dönmeye ve halkımı imanlı bir şekilde görmeye ümidim sonsuzdur. Takdirin ne ise ona razıyım” diyerek nedamet getirdi. 

Balığın karnında Allah’a zikreden Hz. Yunus, “Senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum” Enbiya Süresi 87. Ayetini sürekli zikretti. Böylece bu duası ve tesbihi balığın karnından kurtulmasına sebep oldu.

Balığın Hz. Yunus’u sahile çıkarıp bırakmasıyla elde edilen öğüt; hüküm sahibinin sadece Allah olduğu ve peygamberde olsa hiçbir insanın kendi istek ve düşüncelerine göre karar alamayacağıdır.

İman etmiş hiçbir insan, kendi adına değil Allah adına yükümlü olmasından nefsi doğrultusunda karar alamaz ve hükmedilene boyun eğmekle zorunludur. Allah adına yapılan bir iş, hizmet, tebliğ ya da mücadele de takdir Allah’ın olduğuna göre, insan kimdir ki seçim hakkını kendinde görebilsin!  
Dolayısıyla hiçbir şey kişinin bilgisi, iradesi, yeteneği veya mücadelesiyle gerçekleşmediğinden aranılan her ne hesap, plan, strateji ya da yol var ise muzafferiyetin Allah’ın takdiriyle mukim kılındığı bilinmeli; Hz. Yunus misalinde olduğu gibi her şey Allah’ın hükümleri doğrultusunda ifa edilmelidir. Adına bir şeyi yapmıyorsan; sonuçla ilgi bir şeye de olumsuz düşünmeye veya hayıflanmaya hakkın yoktur. Eğer çabalara rağmen sonuç alınamıyor ya da başka bir neticeyle karşılanılıyorsa; Allah öyle hükmettiği içindir.
     

“Hani o, dolu bir gemiye binip kaçmıştı.
Gemide olanlarla karşılıklı kur'a çektiler de kaybedenlerden oldu.  
Yunus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.
Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.
Halsiz bir vaziyette kendisini dışarı çıkardık.
Ve üstüne
(gölge yapması için) kabak türünden geniş yapraklı bir nebat bitirdik.
Onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.
Sonunda ona iman ettiler, bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar yaşattık.”
Saffat 140-148

Hiç yorum yok: