24 Kasım 2014 Pazartesi

İman etmiş bir Müslüman olduğunu mu sanıyorsun?



Yalın inancın imanla özdeşleştirildiği İslam dünyasında amele ehemmiyet verilmemesi,  Allah hükümlerine itaatsizliği doğurmakta, dolayısıyla imanla kuvvetlendirilmemiş inanç düzeyi sözden öte kalbin derinliklerine nüfuz etmediğinden hiçbir risk üstlenilmemektedir. Bu sebeple nefsin istek ve düşünlerine göre güdülen inanç, imanla kâmil olamamaktadır. Ancak Allah’ın vahiyle indirdiklerine inanabilirsen, iman kapısından içeri girebilirsin!

İman etmek, doğrudan yaratıcı Allah’ın dilemesine bağlı olduğundan ne akıl ne bilgi ne eğitim ne etkileşim ne delil ne de iradesel bir savla gerçekleşebilmektedir. Onun için Allah’a ve hükümlerine ancak hidayete erdirilmiş kullar teslim olmakta ve hiçbir sorguya, yoruma, kaygıya, hesaba ve dünya menfaatlerine meyletmeden boyun eğmektedirler.

Bir insanın inandığı halde Allah’ın buyruklarını batıla tercih edebilmesi, iman sahibi olmadığının apaçık bir kanıtıdır. Çünkü kalbindeki şüphe ve tereddüt hastalığı, fani dünyadaki fırsatları ve çıkarları yitirebileceği gibi canından, sevdiklerinden ve hürriyetinden de olabileceği evhamını tetiklemekte, inancın yeterli olacağı vesvesesiyle dünyaya sırt çevirebilecek bir iman aşırı bulunmaktadır. Bu yüzden iman kuvveti hissedilememekte, anlaşılamamakta, kavranamamakta; iman sahibi olanlar ise radikal bulunup ya terörist ya ilkel ya da meczup olmakla yaftalanmaktadırlar. 
       
Firavun, yeryüzü halkının en azgını, Allah’tan en uzak olanı ve kendisini tanrı ilan eden bir zalimdi. Ancak Firavun’un kâfir olması, azameti, gücü, tehditleri, acımasızlığı karısını korkutup ve etkileyip iman etmesine engel olamamıştı.

Karısının Allah’a iman ettiğini öğrenen Firavun, karısını güneş altında kazıklara bağlayarak işkence yaptı. Firavun, onun yanından uzaklaşınca melekler kanatlarıyla onu gölgeler ve o, cennetteki evini görürdü. Firavun, adamlarına bulabildikleri en büyük kayayı almalarını ve karısının hâlâ Allah’a iman konusunda ısrarını sürdürmesi durumunda üzerine atmalarını, eğer sözünden dönerse onu karısı olarak tekrar kabulleneceğini emretti. Yanına geldiklerinde o, “Allah’tan başka bir tanrı tanımıyorum” sözlerini sürdürdüğü sırada gözünü göğe doğru yükseltince, kendisine cennetteki köşkü gösterildi ve Allah, onun ruhunu çekip aldıktan sonra ruhsuz cesedine kaya atıldı. Bazı seçilmişlerin acı çekmeden ölmeleri, işkence anında ruhun bedenden ayrılmasından dolayıdır. Acıyı veya mutluluğu hisseden beden değil ruhun ta kendisidir!

Peygamber eşleri hatta babaları, amcaları, hısım ve akrabaları inkâr ederek kâfir olabilirlerken; kendini tanrı ilan eden Firavun’un karısı, saltanatına rağmen iman edebiliyordu. Onun için “Üzüm birbirine baka baka kararır” sözü, gerçekle örtüşmeyen bir safsatadır.

Her kim olursa olsun, Yaratıcı’nın dilediğini hidayete erdirmesi, mutlak irade’nin açık bir tezahürüdür. Bu olay akıl, mantık, irade ve düşünce kurallarını çökerten bir ibrettir.

Peygamberler, Allah’ın varlığını ve hükümlerini açıklayıp gönderildikleri toplumları imana razı ederlerken; eşleri, çocukları, babaları veya yakınları üzerinde etkili olamıyorlardı. Diğer taraftan Firavun, halkını kendisine iman ettirirken; karısı saltanatından ve tanrıçalığından vazgeçerek Allah’a iman edebiliyor; birçok işkence, aşağılanma ve acılara maruz kalmasına karşın, takiye yapmadan ve nefsini düşünmeden Allah için canını verebiliyordu.

Hem peygamber hem de şeytan, kaderin gereği zincirsel halkanın rehbersi aracıları olup, diledikleri gibi etkileyebilme ve yönlendirebilme kudretleri bulunmamaktadır. Eğer öyle olsaydı, Allah’ın Mutlak İrade’si acze uğrar, herkes sevdiği veya nefret ettiği yakınlarını, dost ya da düşmanlarını hayır yahut şer noktasında etkileyebilir, toplumları diledikleri yönde denetim altına alabilirlerdi.

Hz. Nuh (a.s) ve Hz. Lut (a.s), peygamber olmalarına rağmen eşlerini ve çocuklarını hidayete erdirememeleri, Firavunun şeytan olmasına karşın karısını saptıramaması, Hz. Muhammed (s.av)’nin amcasını ve bazı yakınlarını, Hz. İbrahim’in babasını, Hz. İsa (a.s)’ın kavmini ve düşmanlarını, Hz. Musa (a.s)’nın birçok inanılmaz mucizelerine rağmen İsrailoğullarını ve Firavunu doğru yola iletememesi, iktidarların ya da öğretmenlerin etkileşimde ki başarısızlıkları, Mutlak İrade’nin sadece Yaratıcı’ya ait olduğunu ispatlamaktadır. Günümüzde dahi aileden başlayıp okula ve devlete kadar milyonlarca olaya şahit olmuyor muyuz?

Kimin doğru yolu bularak hidayete ereceğine, kiminde yanlış yola girerek sapıtacağına, “bilinmeyen bir bilgiye” göre sadece Allah karar vermektedir. Onun içindir ki geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanların büyük bir çoğunluğu deliller, mucizeler, tecrübeler ve kılavuzlara rağmen doğru yola girememiş; bir kısmı da küfrün cehenneminden hidayete kavuşmuştur. Tıpkı İslam toplumunda yaşayan hatta ana ve babası takva olan bir insanın laik, ateist, Budist, Hıristiyan veya Yahudiliği kabul etmesi yahut gayr-i Müslim toplumda yaşayan birinin de İslam’ı seçmesi gibi! Veya varlıklı olduğu halde hırsızlık yapan ya da evli olduğu halde zina yapan; açlıktan süründüğü halde değil hırsızlık, borç dahi almaktan kaçınan yahut bekâr olduğu halde iffetini muhafaza edebilen kimse misali!

Bu, öylesine bir sırdır ki, hidayete kavuşamamış ya da iman edememiş bir kimsenin ne aklı ne de kalbi idrake yeterlidir. Dolayısıyla “niçin” sorusu bir anlam ifade etmemekte, arayışlar şeytana götürdüğünden iman mevzubahis olamamaktadır.
  
İman ehlinin indirilenin dışında seçme hakkı yoktur ve asla soru sormaz, yalnızca indirilene kayıtsız-şartsız itaat eder!

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam'a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.” Enam 125

“Yoksa siz de (ey Müslümanlar), daha önce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” Bakara 108

Hiç yorum yok: