30 Kasım 2011 Çarşamba

İran tehdidi haksız mı?

Ekilenin biçileceği her ne kadar tartışılmaz ise de; vahyin hükmettiği dışında düşmanın dost, dostun da düşman olamayacağı hem ilahi bir teyit hem de yaşanılmış tecrübelerdir. En büyük ihanet ve felaketler, çıkara odaklı ilişkilerdir. Dolayısıyla çıkar, riyakârlık ve korkuyu, korku da boyundurukluğu doğurur. İlahi hükümlere aldırış etmeksizin herkesin nefsi menfaati doğrultusunda birbirini sömürmesi, özün yitirilmesini ve çok daha berbat bir ziyanın yol açmasını tetiklemektedir.

Üretilen çeşitli mazeretler, asla İslam’a karşı sürdürülen din savaşını örtbas edemez. Allah, birçok ayetinde buyurduğu üzere; “ancak Müslümanlarla din hususunda savaşanlar, bozgunculukta bulunanlar, fitne çıkaranlar, din kardeşlerini düşmanlara peşkeş çekip işgal ettirerek yardım edenlerle” dost olunmaması, ittifak kurulmaması, işbirliğine girilmemesi emredilmiş ve kim onları dost edinir ya da müttefikliğe girişirse onlardan farksız zalim olmakla yaftalanmışlardır.

Haçlı Batı ve Siyonizm’in bitmek tükenmez ezeli İslam düşmanlığı vahiyce de bildirilmesine rağmen, sözde İslam kimlikli iktidarların geçici çıkarlarını gözetebilmek maksadıyla düşmanlarıyla kurdukları ittifaklar hükmen teslimlerine, karşı çıkan yahut direnen Müslüman kardeşlerine cephe almalarına neden olmuştur.

İliklerine kadar haçlıların tutsağında varlık sürdüren çakma iktidarlar, şatafatlı yapıları ve ekonomik güçleriyle dokunulmaz olacaklarını varsaysalar da dost sanıp korundukları barbarlarca nasıl bir bir helak edildiklerini ya da hortumlandıklarını inatla kabul etmek istememektedirler. Çünkü onların egemen olmadığı bir dünyayı cehennem addettiklerinden nasıl korunup kollanacakları paranoyasıyla sürekli şüphe ve tereddüt içinde bocalamakta, dolayısıyla sahip oldukları dünya nimetlerine ve canlarına bir halel gelir endişesiyle mücadele etmekten kaçınmaktadırlar. Oysa haçlıların safında ittifak kurdukları İran İslam Cumhuriyeti öyle mi?

İran, onlar gibi beşerden değil Allah’tan korkan ve gücüne inanan bir imana sahip olmasından aldatıcı ve geçici yaldızlı yapılara, kölesel övgülere, yapay birlikteliğe ve saltanatsı iktidara önem vermemiş, istikbaldeki tehlikeyi hiçbir zaman göz ardı etmeyerek kıyametsi savaşa hazırlık yapmıştı. Onlar, her an yıkılacak yapıları ve şeytansı çağdaşlıklarıyla övünürlerken; İran, hiçbir gücün zincir vuramayacağı bağımsızlığı ilke edinmek suretiyle silaha yatırım yapmış ve halkını savaşa hazırlamıştı. Hakkında yazılmış ecelden hiçbir milletin kaçamayacağı itikadıyla ne ABD’den ne Avrupa’dan ne de başka birinden korkmuş, haksızlık ve adaletsizlik karşısında şereflice olabilecek bir şahadetin sonsuz saadetine güvenerek tetikte beklemektedir. “Analar ağlamasın, gençler ölmesin” gibi teslimiyetçi duygulara pirim vermemiş, varlığının yegâne amacı olan mücadeleyi dinsel iman ve yaşamsal onur yapmıştır.

Ölümün bir yok oluş değil kurtuluş ve ebedi dirlik olduğuna inanmış bir toplumun karşısında hangi güç barınabilir? Yaşam ya da çıkar için savaşanla şehit olabilmek için savaşan bir olur mu?

İranlı üst düzey bir komutan; “İran’a karşı bir saldırı oluşursa ilk adım olarak Türkiye’deki füze kalkanı sistemlerini vuracağız ve daha sonra diğer hedeflere yöneleceğiz” sözlerini milli değil insani ve savunma maksatlı değerlendirdiğimizde tepki duymamızın haksız olacağı ve bir Müslüman olarak aynı duruşu sergilemekle yükümlü olduğumuz tartışılmazdır.

İran’a karşı düşünülen savaşın apaçık bir din savaşı olduğunu ve Müslümanların kendilerini tehdit edici bir güçten korktuklarından diğer İslam ülkeleri gibi boyun eğdiremedikleri İran’ı hedef aldıkları, hatırlarsanız Irak’ı İran’la savaştırmalarına dayanır. Ancak İran’ın dininden ve onurundan başka kaybedecek hiçbir şeyi bulunmadığını hesap edemediklerinden, başta Türkiye olmak üzere tüm körfez ülkeleri cehenneme dönerek o böbürlendikleri zenginlikleri yerle bir olacak, en pahalı markalarla süsledikleri nadide bedenleri, kuşandıkları mücevher ve gösterişli makyajlarıyla toprağa karışacaklardır. Irak’ta ırzlarına geçilen Müslüman kadınları, hunharca işkenceler altında katledilen kardeşlerini ve kafaları gövdelerinden ayrılan çocukları rahat koltuklarından izleyenler, aynı felaketi yaşamayacaklarını mı sanıyorlar?

Nasıl olurda bir Müslüman, Allah’ın apaçık uyarısına karşın din kardeşine değil de ebedi düşmanına dayanıp güvenebilir? Nasıl olurda dinlerinin hasımlarıyla aynı cephede kardeşlerine karşı savaşır ya da aleyhlerine destekte bulunabilir?

Sanki kendileri vahyi bir yoldaymışçasına İran mezhebini eleştirmeleri ve acımasız düşmanlarını değil de Müslüman kardeşlerini tehlikeli sayabilmeleri nasıl vahiy karşıtı olduklarını ve gerçekte iman etmediklerini göstermektedir.

Allah’tan temennim o dur ki, şımarıklıktan haddi aşan özellikle Müslüman toplumların savaşla yüzleşmeleridir. Bilhassa İran’la çıkabilecek bir savaş; neyin gerçek neyin yalan, kimin dost kimin düşman, kudret sahibi Allah mı yoksa Batı mı olduğunu ortaya çıkaracaktır.

Ayrıca Esad rejimi zalim ve acımasız da olsa Siyonist karşıtlığı duruşu, akla İsrail yanlısı bir hükümetin mi başa getirilmek istendiği şüphesini doğurmaktadır. Haçlılarca Müslümanların kuşatıldığı bir zamanda özgürlük ve demokrasi bahanesiyle devrim adına baş gösteren isyanlar normal midir? Başbakan Erdoğan’ın İslami siyaseti değil de seküler laik rejimi dayatması kimin güdümüdür ve kimin çıkarlarına hizmettir? ABD ve İsrail düşmanı her kim, ne kadar kötüde olsalar onlardan daha beter değillerdir.

İsrail’in kardeşlerini ve vatandaşlarını katledip meydan okumasını özde elem edinmeyip sadece sözle dile getiren Başbakan Erdoğan’ın İsrail’i İran’a karşı koruma amaçlı radarı ve sonrasında füze rampalarını Türkiye’ye konumlandırması, asla güvenilmeyeceğini ve Hıristiyan-Siyonist çıkarlarına hizmet ettiğini kanıtlamaktadır.

Dinen Fetullah Gülen ile siyaseten Başbakan Erdoğan’ın izledikleri yol aynı olup, yalnızca Türkiye aleyhine değil İslam ve insanlık âlemi içinde korkunç bir tehdit oluşturduklarını düşünmekteyim.

Öyle daldan dala zıplayarak birilerini kandıramayacakları anlaşılmış, daralan saha safı zorunlu kılmıştır. Hem batılın hem de hakkın tarafında olunamayacağı hakikatiyle kendilerine güvenenleri ne ahrette ne de dünyada ateşe atmayacaklarını ve mutlaka çark edeceklerini umut ediyorum.

ABD ve İsrail’in hırslarına uyarak İran ile çıkabilecek bir savaşta kaybedecek olan Türkiye ve Körfez Ülkeleridir. Bilmelidirler ki Türkiye’deki hiçbir Müslüman, ABD ve İsrail çıkarları adına İran’a karşı durmayacağı gibi İslam adına İran’ın safında yer alacaktır. Hiç kimsenin aptal olmadığı ve her ne kadar ahkâm kesilse de İran Halkıyla kardeş olan Türkiye; Irak, Afganistan ve Libya’daki ihaneti bir kez daha tekerrür ettirmeyecek ve geçmişte olduğu gibi gelecekte de emperyalizme ve barbar emellere son verecektir.

İranlı komutanın din kardeşliğine vurgu yaparak milletimizin dikkatini çekip; “Türkiye’ye yerleştirilecek füze kalkanı sistemi, NATO’nun değil ABD’nin istemi üzerine İsrail’i koruma amacıyla yapılıyor. Onlar, başta Türk halkı olmak üzere dünya kamuoyunu kaldırmak için NATO’un bu işi yapmak istediğini söylüyorlar. Günümüzde Siyonist rejim (İsrail) işlerini ABD adına, ABD ise işleri NATO örtüsü altında yürütmektedir. Buna rağmen Türk halkı bilinçlidir ve biz inanıyoruz ki bu akıllı millet bu komployu önleyecektir. Müslüman Türk halkı, zamanı geldiğinde bu sistemi paramparça edecek” sözleri, gerçeğin ta kendisidir.

Komşularla sıfır sorun politikasının altında yatan amacın tamamen ABD ve İsrail çıkarlarına dayalı bir müstemleke bölgesi oluşturabilmek gelişmelerle kanıtlanmış ve vahyin vurguladığı cihadı akıllarınca ortadan kaldırarak haçlılara kulluğu muhkem kılabilmek olduğu anlaşılmıştır. Ancak İran, oyunu bozduğundan saf dışı bırakılmak istenmektedir.

Ne yapılırsa yapılsın insanlık düşmanı İsrail’in cehennemsi sonu önlenemeyecek, taraf olanlarda aynı akıbete uğrayacaklardır.

Müslüman için ölümün bir izzet, şeref ve ebedi ölümsüzlük olduğu gerçeğini hiç kimse değiştiremeyecek, bir saniye sonrası meçhul olan aldatıcı dünyanın heva ve hevesine kaptıramayacaktır.

Allah, ancak hükümlerine teslim olmuş muttakilerle beraberdir. Dolayısıyla kâfirce veya münafıkça dünyada birkaç gün daha fazla yaşamak ya da daha fazla saltanat sürmenin ne kazancı olabilir?

Allan nezdinde 1 gün, bizim saymakta olduğumuz 1000 yıl kadar ise; acaba kaç kişi 1 saatten fazla yaşamaktadır?

Milyonlarca musibetin kuşatması altında olan insanlar, hangisine karşı tedbir alma iradesine sahiptir ki mücadeleden kaçarak kurtulabileceğini sanmaktadır?

“Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vadinden asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” Hac 47

Hiç yorum yok: