11 Aralık 2010 Cumartesi

Din ile siyaseti ayıran kafirdir...

Ateşten yaratılan ilim sahibi şeytan topraktan yaratılan Hz.Âdem’e karşı kendini üstün görmüş, Âdemoğlu da şeytandan daha ileri giderek kendini Yaratıcı Allah’tan üstün görebilme sapkınlığıyla irade savaşına girişmiştir.

İnsanoğlunun yaratılmasıyla patlak veren Yaratıcı ile yaratık mücadelesi gökyüzü ile yeryüzüne hudutlar çizilmiş; böylece dinin temsilcisi Tanrı, bilimin ve siyasetin temsilcisi de insan olmuştur. Oysa ne bilim ne de siyasetin dinden ilham almadan varolabilmesi yahut karanlıktan aydınlığa çıkılabilmesinin imkânsızlığı, ruhla bedenden farksızdır. “Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüyor.” Einstein

Bilim ve siyasette insan, din de Allah düşüncesi çok başlılığı ve ikilemi doğurmuş; insanın cüz’i de olsa egemen olabilmesi adına öne sürdüğü gerekçeler yaşamla örtüşmeyen hipotez ve hurafelerden öteye gidememiştir. Problemlerin çözülebilmesi için irade bazlı yapılan araştırma ve gözlemler ilahi takdiri engelleyememiş, iddia edildiği gibi yeryüzünü yönetebilecek ne özgür ne de cüz’i bir iradenin kalıcı bir yaptırımı kanıtlanamamıştır. Lakin dünya laboratuarında her canlı bir laborant olmasına rağmen gerçeğin perdelerini kapatabilmek için benliğe tavan yaptıran dolgu malzemesi fikirlerin bombardımanıyla akıllar sarhoş edilmiştir.

Kanun yapıcı, şüphesiz Yaratıcı’dan başkası olmamalıdır. Çünkü her çeşit cins, ırk ve rengi yaratıp bilgi, güç ve akılları tasnif ederek nefisleri düzenleyen; öncesinde eşi ve örneği olmayan icatları bulduran; zihin ve kalplere hükmeden; olayları meydana getirip yönlendiren; eceli, ölümü, hastalığı ve kâinatta vuku bulan iyi-kötü ne varsa yaratan hatta gözle görülmeyen canlıların dahi kaderlerini belirleyerek “o kitap” doğrultusunda tayin eden Yaratıcı ise; yaratıkta kim oluyor ki çakma iktidarı ve yasaları bir değer taşısın? Sürekli yasa yapmaları acizliklerinin bir kanıtıdır. İddia ettikleri egemenlikle; neden olumsuzluklara son veremiyor, mal ve can güvenliğini garanti altına alamıyor, hastalıkları önleyemiyor, korkuları ve felaketleri yok edemiyor, mutlu, refah, sağlıklı ve güvenli ebedi bir yaşamı gerçekleştiremiyorlar? “İnsanları iyi yapan yasalardır.” Aristo

Yaratıcı Allah’ın kanunları dışındaki tüm düzenlemeler şeytani bir aldatmacadır…

Görsel güçleri ne olursa olsun illüzyonist şovmenlerin egemenlik ve özgürlük savları, tıpkı bir örümcek yuvası gibi çürüktür. Basit bir tehdit, rüzgâr veya şimşek dahi o böbürlenen yüreklerini dağlamaya yetmektedir.

Aslında toplumları böylesi bir ikileme sürükleyen ve seküler düşünceyi kökleştiren din adamlarıdır. Din ile devletin yani siyasetin sınırlarını Yaratıcı’yı gökyüzüne yerleştirerek özgür ya da cüz’i irade hezeyanlarıyla çizen ilahiyatçılar dolaylı da olsa çok tanrılığı muhkem kılmış; dinde Tanrı, bilim ve siyasette insanı egemen çalan sürecin temel dayanakları olmuşlardır. İman ettikleri Allah’ın anayasasını seküler temelli laik, demokratik ve sosyalist hukuklara peşkeş çekmiş, dolayısıyla insanı tanrılaştıran sürece katkı yapmışlardır. Yaratıcı ve yaratık…
Şayet yeryüzünde insan iradesi egemen ise; neden Allah’ın müdahalesi engellenemiyor, kader aşılamıyor ve bitmez tükenmez sorunlar topyekûn ortadan kaldırılamıyor?

Fransız Devrimin akabinde şekillenen din ve siyasetin Türkiye’deki öncüleri Said Nursi ve Atatürk’tür.

Said Nursi gibi ilahiyatçıların dini siyasetten ayırmaları laikliğe geçişi kolaylaştırmış, Allah ve anayasası Kur’an devletten koparılarak, seküler yasalar meşruiyet kazanmıştır. “Şeytandan ve siyaseten de Allah’a sığınırım.” Said Nursi (Mektubat, 22)

Dinsiz bir devlet ve bilimin bitkisel hayat yaşayan komadaki hastadan farksız olduğu gerçeğini vurgulamaya cesaret edemeyen Said Nursi, laik devrimlere karşı idam edilebilir endişesiyle halkı bilinçlendirmesi bir yana, dolaylı yollardan laik devletin yanında yer almış, din ile siyaseti birbirinden ayırarak İslam’ın hukuksal yapısına ihanet etmiştir. “Dokuz on sene evvelki eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülatlı ve bana nispeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatalı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var…” (Mektubat,57)

Kur’an’da bildirilen hükümlerin birçoğu siyasi olup, Yaratıcı’nın evrensel ve ebedi olmasından âlemşümuldur. Dolayısıyla yaşayan her toplum, millet, devlet ve yönetimde uyulması ve asla tartışılmaması gereken hükümlerdir.

Dinin siyasete alet edilmeme vurgusu tamamen ateistçe bir görüş ve masonik bir felsefedir. Siyasette insanın ibadette Tanrının egemenliği kadar saçma bir ikilem olabilir mi? Siyasette bir ibadet, ibadette bir siyaset değil midir?

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” Casiye 18

Devlet Başkanı olan Allah’ın Resulü ve halifeler, devlet yönetmelerinden yani siyasete girmelerinden dolayı beyhude yorulmuşlar, fuzuliyane bir işle uğraşmışlar, hizmetlerine mani ve hatalı bir yolda mı bulunmuşlardı?

Yaratıcı Allah, elçisi Hz. Muhammed’e yüklediği aslî görev; kendisinden aldığı vahyi insanlara ulaştırması ve iman edenlerin peygamber otoritesine boyun eğmeleridir. Devleti bireyden ayıran bürokratik oligarşiye son veren Hz. Peygamber, kâinatın yaratıcısı ve sahibi Allah’tan aldığı ibadetsi ve siyasi mesajları insanlara iletmiş ve vahyi hükümler temelinde lider ve Devlet Başkanı olmuştur. Peygamberin siyasal otoritesine tabi olmak istemeyenlerin iman etmiş mümin olabilmeleri söz konusu değildir. Allah, birçok ayetinde hükümlerine itaat etmeyen ve hükmetmeyenleri zalim, fasık ve kâfir olarak lanetlemiştir.

Yasama ve yürütme yetkisinde bulunan Hz. Muhammed (sav), hem hukuki hem de siyasal bir otorite olarak halkın emrine devleti amade ederek, hiçbir dönemde benzeri olmayan bir yönetimle sokaktaki insanı devletin efendisi yapmıştır. Peygamberimizin örneksi devlet adamlığı, sadece İslam toplumlarının siyasetlerini değil diğerlerini de şekillendirerek devrimlere sebebiyet vermiştir.

Özellikle tumturaklı vahye bağlı İslâm bilginlerinin Hz. Muhammed’in sünnetini değerlendirirken onun peygamber olarak yaptığı davranışlarla devlet başkanı ve sosyal- siyasî-askerî lider vasfıyla yaptıkları arasında bir ayırım gözetmemiş, hak ve adalet doğrultusundaki hassasiyetini aynen muhafaza ettiğini gözlemlemişlerdir.

Her kim dini devletten, siyasetten ve bilimden ayırırsa; o Allah’ ve peygambere iman etmemiş bir münafıktır.

“Ey insanlar! Ey vücutları burada olup da akılları uzakta olanlar! Heva ve hevesleri birbirinden ayrı olanlar! İdarecilerin başlarına dert olanlar! Sizi yarama merhem yapmak istiyorum, hâlbuki siz benim yaramsınız. Tıpkı bir vücuda batarak kırılan dikeni dikenle çıkarmak gerektiği ve o dikenin önceki dikenle birlikte olacağını bildiğimiz gibi, o da kırılarak başka bir dert haline gelecektir. Ben sizi yılanlar gibi birbirine sokulmuş olarak görüyorum. Ne hakkı tutuyorsunuz, ne de haksızlığa karşı çıkıyorsunuz. Ne vatanı savunurken savaş zamanında ayağınızı sağlam basıp savaşıyorsunuz ne de huzur ve barış zamanında güvenilebilir arkadaş oluyorsunuz. Ben sizin arkadaşlığınızdan bıktım. Sizinle birlikte olduğum zaman sayınızın da çok olmasına rağmen yapayalnızlık hissediyorum.” Hz. Ali

Hiç yorum yok: