18 Şubat 2009 Çarşamba

Sen bir insansın…

Sözde iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabilen bir insan olmana rağmen; bizzat içinde yaşadığın gerçek hayatı neden muhakeme edemiyor, hiçbir dayanağı ve faydası olmayan abartıların peşine takılıp, gören bir kör, duyan bir sağır ve hissetmeyen bir kalbe sahip bir yaratık olabiliyorsun? Bir an olsun; otokritik yaparak, kendini, olayları, müsebbip olan rejimi ve içinde yaşadığın dünyayı hiç sorgulamaz mısın?

“Mutlak İrade”’ye karşı “özgür irade”’yi egemen bir yaptırım gibi kılmaya çalışan laik insan, Yaratıcıyla olan iradesel savaşında kozmetik üründen öte temelde hiçbir şeyi keşfetme ve değiştirme başarısı gösterememiş bilimi manipüle ederek, tüm çaba ve teorilerine karşın kadere olan mahkûmiyetinden asla kurtulamamış ve kendini yıpratan olumsuzlukların önüne geçememiştir.

İnatla Yaratıcıya karşı üstün gelebilmek için birçok düşünce ve hipotezler üretmiş, lâkin hiçbirini pratik yaşamda hayata geçiremeyerek, mağlup olmaktan sıyrılamamıştır. Vahiy ile bilimi birbirinden ayırabilecek kadar akıllara ve gerçeğe ihanet etmeleri nefisleri azdırmış, inananlar dahi tuzağa düşerek, kendilerini güçlü ve tanrısal görmek suretiyle ahkâm kesebilmişlerdir.

Bunca pozitivist düşüncelere, eğitimlere, yasalara ve bilime karşılık; neden olumsuzlukların, musibetlerin ve kötünün önüne geçilemediğine dair tatmin edici açıklamalar yapılamayıp çözümler üretilememekte, dolayısıyla Yaratıcıyı, vahyi ve kaderi reddeden tüm anlayışların çöpsel yığınlar olarak, kümbetsel beyinlerde dolgu malzemesi vazifesi gördüğü ortaya çıkmıaktadır.

Vahyin tüm açıklığıyla vurguladığı; ölümü, eceli, hastalığı, kaybı, kazancı, yoksulluğu, kötüyü, korkuyu, suçları, felâketi ve vahşeti durduramayan, hatta bir saniye sonrasını kestiremeyen sözde yaratıcı bilim; bırakın bütün bunları, en sıradan olayların bile önüne geçememekte, buna rağmen benliklere hitap eden teorileriyle toplumları etkileyebilmektedir. İnsan için en keskin son, en acı yaşam ve en belirsizlik olan ölüm, hastalık ve ecel karşısındaki acziyeti, şüphesiz muhakeme edebilen akıllara somut bir ipucudur. Eğer ölümle her şey sona erebiliyor, hastalık ve sakatlıkların kahır sonuçları engellenemiyor ve eceller belirlenemiyor ise; öyleyse laik düşüncenin ve bilimin üstünlüğü ve yaratıcılığı nedir?

Bir gün, Büyük İskender, seferden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öylesine akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki, İskender’i çok etkilemiş, hayranlığını ve takdirini kazanmışlardı. İskender sadece asker değil, aynı zamanda
bilgili bir filozoftu. İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegane hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş. Böylesi güçlü bir çalım karşısında insanlar; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile gerçekleştirmen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya İmparator! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizinkine nasıl engel olabilirim.” İkincisi; “Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl sağlayabilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında ise, İskender öfkelenerek; “Bunlar nasıl istekler ki, hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz.” aciz cevabı karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün altın, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda, nerede yattığımızın pek önemi yoktur. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?” İskender, duyduğu gerçekler karşısında, sanki savaşta mağlup olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde, gerçekte iradesel hiçbir yaptırımı bulunmayan bir “hiç” olduğunu anlamanın ezikliğiyle, boynu bükük bir şekilde oradan ayrılıp, kendini ilme vermiş.

İnsanoğlunun sahip olup böbürlendiği geçici güç ve kudretlerinin bir kısmını yada tamamını kaybettiklerindeki tavırları, tıpkı üzerine ölü toprağı serpilmiş ruhsuz cesetlerden gibidir. Fıtratı gereği; palyatif ve sürekli olmayan güçlere, makamlara ve rütbelere, benliklerini azdıran ödül, başarı ve iltifatlara karşı müthiş zaafları, yaşadıkları hayatı ve tecrübeleri anlaşılmaz kılmakta, ancak yenilgilerine kadar süren rüyaları, maddi ve manevi ağır bedeller ödemelerine sebep olmaktadır.

Benlikleri tahrik edip baştan çıkaran “özgür irade” iddialı laik temelli anlayışlar, “Mutlak İrade” ve kaderi reddetmelerine neden olsa da; insan için her şeyin bittiği o en keskin son olan ölüm, geçici de olsa geride kalanları etkileyebilmekte, böylece iddialarının dayanıksız olduğu kanıtlanabilmektedir. Bununla beraber; her ne tedbir alırsa alsınlar, etraflarını saran binlerce hastalık ve musibetlere karşı çaresiz kalıp zararlarından kurtulamamaları savlarını çökertmekte, o inanıp güvendikleri yaratıcı bilimin, fiziki yaşamda temelsel hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak bilime dayalı yaldızlı ve makyajsı abartıların yığınları etkileyebilmeleri, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün iradelerce seçilememesinin bir kanıtı oluyor ki; bu durumda laik bilim, insanoğluna icat ettirilen en büyük yalandır.

1937 yılından beri egemen olan ve totaliter bir baskıyla dayatılan laik düşünce; gelişmemizi, kalkınmamızı, birlikteliğimizi, güçlenmemizi, hamiyetperverliğimizi, sabrımızı ve hoşgörümüzü yıkmış, inançsız ve imansız akıllara verilen tanrısal yetkiden, herkesin kendince doğru ve yanlışı üreyerek; bencillik, ahlâksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, haksızlık, adaletsizlik ve bilumum kötülüğün her çeşidi meşrulaşıp, neyin suç olup olmadığı laik akıllarca tartışılarak ve çelişerek, çıkarılan yasaların önü arkası kesilmemiştir. Bu çırpınış niye?

Yaratıcı Allah’ın vahiysel şeriatını kabul etmeme adına toplumu mahvetmek ve zafiyete uğratmakla kalmamış, merhametli halkımızı saldırgan, birbirine düşman ve suçlu makinesine dönüştürebilmişlerdir. İnsan psikolojisini kontrol edemeyen ve fıtratını bilmeyen yaratık laikler, insanları sanki kendileri yaratmışçasına yasa yapabilmiş, laik akıllarınca kontrolü ve denetimi sağlayabileceklerini sanmışlardır. Oysa her şey ortada değil mi?

Neden laik iddialarını gerçekleştiremiyor, insanlara vaat ettikleri o aydınlık, zengin, mutlu ve güvenli yaşamı sunamıyorlar? Allah’a kul olmayı bir esaret addedip, kendilerine kul yapmayı çağdaşlıkla özdeşleştirebiliyorlar. Neden halkın tamamı kendileri gibi şan ve şöhrete, zenginliğe, güvene ve her türlü özgün haklara sahip değiller? Saltanatlık, dokunulmazlık ve özgürlük, sadece kendilerine mi? Her ne kadar tanrılığı oynasalar da yalancı oldukları belgelenmiş, bu sebeple laik yönetimin ve derebeylerin bertaraf edilmesi kaçınılmaz bir hal almıştır.

Söze değil, icraata ve yaşadıklarınıza bir bakın ve kendinizi onlarla kıyaslayın ki, sizi yaratan Allah’a mı, Atatürk’e mi, yoksa veliahtlılığını üstlenen sivil ve bürokrat vekillerine mi kulluğun daha akılcı ve şerefli olduğunu anlamaya çalışın.

Muhakeme edebilen hiçbir akıl, kula kulluğa geçit vermez…

Kiminiz adaletsizlikten, kiminiz haksızlıktan, kiminiz yoksulluktan, kiminiz işsizlikten, kiminiz borçlardan, kiminiz güvensizlikten, kiminiz umutsuzluktan, kiminiz ahlâksızlıktan, kiminiz yolsuzluktan,kiminiz terörden, kiminiz pahalılıktan, kiminiz suçlardan sürekli şikayet etmekte, sizi idare edenleri suçlamaktansa, neyle idare edildiğinizi yahut hangi rejimle yönetildiğinizi hiç sorgulamayarak, köklü bir çözümden yana tavır almamaktasınız. Sadece birkaç dakikalık muhasebe yapmanız bile; savunduğunuz ve uğruna yollara düştüğünüz laiklik ve Atatürkçülüğün, şikayetlerinizin hangisine çare olduğunu ve size ne verdiğini tahlil eder, içinde bulunduğunuz sıkıntıların gerçek sebebini öğrenebilirsiniz. Bazen acı, bazen hüzünlü, bazen dehşet içinde yaşadığınız olumsuzlukların hangisini önleyebilmiş ve taleplerinizi karşılayabilmişlerdir? Gerçekte sizleri hangi düşünce ve yasaların mağdur ettiğini, hor ve hakir bıraktığını bir sorgulayın. Güvenip, iktidara taşıdığınız her partinin daha beter bir politika uyguladığını ve ihanete uğramanızın arkasında; laik rejime bağlı bir yönetim sergilemeleri gerçeği yattığını hiç düşündünüz mü? Neden yiğitçe mücadele edip, verdikleri sözü tutmayarak, sadece kendi çıkarları için çalışıyorlar?

Görüşü ve ilkeleri her ne olursa olsun seçtiğiniz liderler ve partilerin tamamı, laik ve Kemalist CHP’nin ilkelerine bağlılık andı içerek göreve başlamakta, mecliste veya hükümette bulundukları sürece, o ilkelerin dışında bir tavır sergileyememekte, değiştirilmesine de izin verilmemektedir. Oysa lider olabilmenin tek koşulu; cesaret, kararlılık ve adalettir.

Seçilen tüm vekillerin, meclisin, hükümetin ve cumhurbaşkanının; laik oligarşinin birer tutsakları olduğu bilinciyle duruş sergilenmeli, her halükarda CHP diktatörlüğünün pençesi altında görev yaptıkları unutulmamalıdır. Halka doğruları söyleyip seçimlerin bir aldatmaca olduğunu ve halkın dileği doğrultusunda yasa çıkaramayıp baskı altında görev yaptıklarını haykırmaktansa; ne acıdır ki çıkarcı işbirlikçileriyle ittifak yapıp, böylesi bir zilleti hazmederek, içlerine sindirebilmektedirler.

Laik ve Kemalist temelli otokrasi anayasa ve yargı, kukla meclis lağvedilmedikçe; adaletin var olabilmesi, suçların engellenebilmesi ve hak bir paylaşımın gerçekleşebilmesi mümkün değildir.

Özgür vekiller değil, esir köleler seçtiğini asla unutmamalısın…

Çünkü sen bir insansın ve hiçbir kul tarafından güdülmemelisin…



Hiç yorum yok: