17 Şubat 2009 Salı

İşte siyaset, nerede Türkiye...

Anayasaca temelleri atılmış bir devlet ve onu yöneten iktidar; mutlak adaleti; ancak ideolojisinin, benliğinin, şahsi fikrinin, ihtirasının ve hissiyatının üzerinde tutmaz ve hakkıyla uygulamaz ise; o devlet ve millet, acı ve zillet bataklığında yok olmaya mahkûmdur. Suçu teşvik eden adaletsizlik ise, suçluyu doğru yola kavuşturacak olan da adalettir.

Gerek hükümetin, gerek yargının, gerek kurumların vereceği kararlar, mutlaka benliksel kanaatten arındırılmalı ki suçluya hesap sorabilme hakkı doğsun…

Hz. Ömer gibi üstün bir devlet adamının düşmanlarınca dahi imrenilen adalet anlayışı, ancak Yaratıcı Allah’ı egemen kabul edip, hükümlerine boyun eğmiş kimselerce örnek alınabilir, her kim olursa olsun hiç kimseye kıl kadar haksızlık yapılmayarak, insana verilen değerin gereği siyasi bir devlet yapısı oluşturulur. Oysa, kuramsal yığından öte hiçbir iradesi ve yaptırımı bulunmayan laik temelli düşünce ve anlayışların insana verebileceği bir fayda ve aydınlığın olmadığı, bizzat yaşanılan barbar, kapitalist ve adaletsiz laik yönetimlerden anlaşılmaktadır.

Hz. Ömer, günümüzdeki gibi teknolojinin sağladığı kolay iletişimlerin keşfedilmediği o dönemde, özel olarak görevlendirdiği postacılar vasıtasıyla günü gününe ordusundan, valilerinden ve halkından haber alır, âdeta onların yanında savaşıyor, yönetiyor ve yaşıyormuşçasına sevk ve idare eder, adaletli davranmalarına hayati önem vererek, halkından bir tekinin bile mutsuzluk ve şikayetini önemsemek suretiyle derhal yardımına koşar, haksız veya adaletsiz olan hiçbir yöneticisini kayırmazdı. Çünkü Allah sevgisi ve adalet anlayışı, liderle beraber bir bütün olarak tüm ruhlara hakim olur. Tek bir kişinin derdi bile onun için yıkıcı bir keder ve Allah’a verebileceği elem bir hesaptı.

Zaten Allah’a teslim olmuş Müslümanlar tarafından bunun başka yolu da yoktur. Allah korkusu ve sevgisi!.. Hz. Ömer, adaleti öylesine titizlikle ayakta tutardı ki, farklı inanç ve ırk taşıyan insanların taciz edilmemesine, kişilik hakları ve onurlarının çiğnenmemesine çok önem verir, başvuranları da en ağır şekilde cezalandırılmaları için yargıya teslim ederdi.

İşte günümüzde böylesi erdemli ve inançlı siyasetçiler olmadığından dini ve ırki zulümler sürmekte, ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri krizler ve düşmanlıklar yaşanmakta, resmi veya gayri resmi suç imparatorluklarının işgal, katliam ve baskıları altında hayatlar ve umutlar yitirilerek, hor ve hakir bir düşmüşlükle eceller beklenmektedir. Dolayısıyla dünyamızı mahvetmekle kalmayıp, ahiretimizi de ziyan etmenin ahmaklığıyla, hayvanlardan da daha aşağı bir akılsızlık sergilemekteyiz.

Köklü Müslüman Türkiye milletinin geçmişinden ve dininden güç ve ilham alarak, siyaseti reddedip politikaya yönelen bencil liderler seçmesi, artıklara muhtaç kalmasına ve dünyayı titreten caydırıcı gücünün zayıflayıp, herkesin üzerinden geçtiği bir odalığa dönüşmesine neden olmuş, dolayısıyla imrendiği batılıların tutsağı hailine gelmiştir.

Herkesin sadece kendi insafsız çıkarları uğruna çalıştığı dünyada dahili ve harici benliklere karşı dudak bükemeyen ve değerlerine fiyat etiketi koyan politikacıların seçilmesiyle zillet hak edilmiş, aşırı iltifatlara ve paraya mağlup kalınarak, yenilmez o kuvvet ve akıllar esir edilip, içeride ve dışarıda dimdik dikilip karşı konulamamıştır.

“Tanrının akıl” olduğu laik anlayışın egemenliğiyle benliklerin kudurduğu öyle bir Türkiye oluşturuldu ki, herkes başka bir yolda ilerleyerek mutlak doğrudan sapılmış, böylece hem din, hem ahlâk, hem birlik, hem adalet, hem de barış yıkılarak, çerçöp haline getirilmiştir. Bir saniye sonrası meçhul ve ölümlü bir yaşamda; onursuzluk, yalan, hile, kötülük, ihtiras, korku ve dehşete sebep olan olumsuzlukların gereği nedir?

Günümüzdeki liderler; “özgür irade” savlarıyla kendilerini tanrı görmelerinden, kul olan Hz. Ömer gibi sürekli kendi kendilerini muhasebe etmekle meşgul olmamakta, dolayısıyla hata ve yanlışlarına devam ederek, haksız ve adaletsizliklerini kangrene dönüştürmelerinden toplumların feryat ve figanları son bulmamaktadır.

Günümüz sosyolog, psikolog ve felsefecilerinin topluma empoze etmeye çalışıp, bir türlü ne kendi nefîslerinde, ne de toplumun hiçbir katmanında uygulamadıkları “otokritik” sorgusu, sorumlu ve yükümlü her yöneticinin, hatta her Müslüman’ın temel düsturu olmalıdır. Kendilerini hata ve yanlıştan münezzeh gören laik anlayışın öldürücü zehri, yanlışların kamuflajını teşvik etmekte, dolayısıyla eleştiriler engellenerek, “tanrı lider ve önderler”’in savunulması sürdürülebilmektedir. Ne yaparlarsa yapsınlar; onlar başarılıdır, kahramandır, kurtarıcıdır, rızık vericidir, hidayete erdirendir ve kalkındıranlardır…

Bir yaratık, yani kul olmasından dolayı kendisini bir “hiç” farz eden ve yanındaki kölesini dahi kendisiyle eş görebilen Hz. Ömer, başarı ve zaferlerinden dolayı büyütülen kimseleri Allah’a şirk addeder ve böyle bir tehlikeye karşı derhal müdahalede bulunurdu. Hayatı büyük başarı ve zaferlerle dolu ünlü komutan Halid Bin Velid’i, bu yüzden ordunun başından almıştı..

Halid Bin Velid’in üst üste kazandığı zaferlerden dolayı, esas görevi Allah’a hizmet olan ordunun şımararak sultalaşmasını istemiyordu. Zira böyle bir durumda, İslâm’ın tatbikatı için var olan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, İslâm Devletinin bekası için fevkalâde tehlikeli bir husustu.

Başka bir deyişle Hz. Ömer, İslâm kanunlarının harfiyen ve de tavizsiz uygulanması için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine ordu başkomutanının, hattâ devlet başkanının şahsi despotizminin yer almasını kesinlikle istemiyor, bu sebeple de Halid Bin Velid’i görevinden almıştı. Nitekim, komutanlıktan azlinin sebebini öğrenmek için başkent Medine’ye giden Halid’e, Hz. Ömer, “Yâ Halid, sen benim yanımda çok değerlisin ve seni çok severim’‘ dedikten sonra, devletin bütün valilerine şu tamimi gönderdi:

“Ben, Halid’i bir öfkesinden ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah’tan geldiğini bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim.”

Hz. Ömer’in; başarının, zaferin ve egemenliğin sadece Yaratıcı’ya ait olduğunu vurgulayan bu imansal sözü; acaba Kemalistlere, müritlere, partililere, askerlere, öğrencilere, işçilere ve halkımıza bir şey ifade ediyor mu?

Yaratıklar bir hiçtir ve Yaratıcı’nın izni olmadan hiçbir şey yapamazlar. Bundan dolayıdır ki gerek dini, gerek siyasi, gerek ilmi, gerekse askeri alanda öncü hiç kimse, diğerlerinden iradece üstün değildirler, sadece Yaratıcı öyle dilediği için seçilmiş, zengin veya fakirlikleri, köle veya liderlikleri, başarı veya başarısızlıklarıyla yönlendirilmiştir. Unutulmamalıdır ki peygamberlerin mucizeleri yada insanların efsanevi zaferleri yahut keşifleri dahi, ancak O’nun dilemesiyle gerçekleşmiştir.

Laik devletimizce dışladığımız ve “irtica” adına tehlike saydığımız İslâm medeniyetine karşılık aydınlık adına bütünleştiğimiz barbar Batı medeniyetinin insanları nasıl katlettiği ve esirlere akla gelmeyecek şeytansı işkenceler yaptığı malûmdur. Bir bakın bakalım, şeriatçı Hz. Ömer
ne yapmış:

O devir insanlarının korkulu rüyası olan İran’ın zalim komutanı Hürmizân, ordusuyla mağlup olduktan sonra öldürülecek korkusuyla teslim olmak istemiyordu. Daha sonra teslim olunca, Hz. Ömer’in karşısına getirildi. Hz. Ömer, kendisini idam etmediği gibi, can düşmanı olan bu kimseye birde maaş bağladı. Çünkü şeriatsı adâlet bunu gerektiriyordu. Böylesi bir adalet karşısında zalim Hürmizah Müslüman oldu. Adalet güçlü olursa, en zalimler bile kuzu olur.

Oysa çağdaş ve aydın iddia edilen laik adalet; geçmişte olduğu gibi günümüzde de esir aldığı insanlara namütenahi işkencelerde bulunarak; tecavüz ediyor, hamile bırakıyor, çocuk ve kadınları katlediyor, diri diri yakıyor, pislikleriyle yıkıyor, hayvanlara parçalattırıyor, yurtlarından çıkarıyor, mallarını yağmalıyor, yasalarıyla çağdaş kölelere dönüştürüyor ve daha niceleri…

Hz. Ömer, şeriatın emri doğrultusunda hak ve adalet çerçevesinde kararlar almış, laik bir düşünceye göre değil, şeriatsal hükümlere göre İslâm’ın insana verdiği değerin gereğini yapmıştı. Laik bir anlayışla böylesi bir adaleti uygulayabilmek mümkün mü?

Ne var ki laik ve çağdaş dünyanın sözde insan hakları anlayışı ve adalet işeyişi; eylemleriyle Batı medeniyeti denilen canavarın gerçek yüzünü ortaya çıkarmakta, buna karşın; sırf Allah’ın egemen kabul edilmesinden gerici görülen İslâm medeniyetinin eşit adaleti ve insan hakları da kendini kanıtlamaktadır.

Sorun insanlarda mı, yoksa rejimde mi?!?

Söze ve düşünceye değil, davranışa ve uygulamaya bakın…

Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az…

Hiç yorum yok: