20 Mart 2016 Pazar

Yaşatan ve öldüren O ise;

Geri kalan kimdir ki, “ben” kabarışıyla böbürlenebilmektedir?

İnsanın gerek dinsel gerek siyasal gerekse bilimsel kibri sözden öteye geçememekte; rivayetlerini, hurafelerini, vaatlerini, kuramlarını ve teorilerini fiiliyatta kanıtlayıcı bir mutlaklık ortaya koyamıyorlar ama iddialarını ısrar ve inatla sürdürerek akılları karıştırmada sınır tanımıyorlar.  

Vahiysiz bir din, siyaset, bilim ve düzen; ruhsuz bir beden misali ölüdür. Dolayısıyla cesedi paklamak, övmek ve süslemekle nasıl diriltilebilmesi mümkün olamıyorsa, kaynağını vahiyden almayan din, siyaset ve bilim de süslenmekle kalmaktadır.

Yaşam ve ölüm ile ilgili fiziki bir dünya var; bir de üstü örtülü ruhsal bir giz var. Ancak o giz, fiziki olmadığından kimine göre aleni, kimine göre ise ütopik. O gizin dünyaya düşen gölgesini algılayarak idrak edebilenler ile edemeyenler arasında süren kıyasıya fikri veya fiziki çatışma, dünya var olduğundan itibaren süregelmektedir.

Biri insanı yalana; diğeri gerçeğe götüren seçimde verilen kararın doğrusu; ancak vahyi mi yoksa vahiy dışı mı kıyasıyla mümkündür.

Ne zaman ki, insan, bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği gerçeğini kabullenerek kulluğa razı olur; işte o zaman bedenin ya da maddenin içinde ne olduğu sorusuna da yanıt bulur.
  
“Allah'a birtakım benzerler icat etmeyin. Çünkü Allah (her şeyi) bilir, siz ise bilemezsiniz.” Nahl 74

Halen kâinattaki maddelerin yüzde doksanın görünmez olduğunu itiraf eden bilim, “Karanlık Madde” olarak tanımladığı görünmezliği çözemediği aşikârken; nasıl ve neyiyle yaratıcılık vasfını kendine yakıştırabilmektedir?

Suç, kaos, savaş, bela, açlık, düşmanlık, felaket, sömürü, haksızlık ve adaletsizlik, nefret ve kin, huzursuzluk ve güvensizlik had safhada olup binbir türlüsünün işlendiği dünyada, herkesin kendi çıkarına çalıştığı seküler siyasetin kurduğu düzen aleniyken; nasıl ve neyine itimat edilebilir; insanlık adına varolabildikleri düşünülür; mal ve can güvenliklerini teminat altına alabileceklerine inanılır?

Vahye göre değil kendi arzu ve isteklerine ya da beşeri güçlerin taleplerine izafeten dini hüküm getirenlerin kurdukları dinlere iman edilebilinir mi; nefis lehine verdikleri fetvalara güvenebilinir mi? 
  
Öyleyse yaşatacak, öldürecek, durdurabilecek, engelleyebilecek, dönüştürebilecek, değiştirebilecek, çözebilecek,  uzatabilecek, kısaltabilecek ve verdiği söz ya da vaatte bulunabilecek bir güce sahip olmayana; GÜÇ denilebilinir mi?

Gücü mutlak olmayan güç, güç değil; yarım bardak suya sokulan kalemin kırık görüntüsüdür.

Bir gün Makedonya Kralı İskender, Asya seferinden dönerken, yolu üzerindeki bir yarımadada mola vermiş. Kasaba halkı yoksul olmasına rağmen öyle akıllı, zeki ve bilgiliymiş ki, İskender’i çok etkileyip hayranlığını ve takdirini kazanmışlar. İskender sadece asker değil, aynı zamanda bilge bir filozoftu.

İskender, onlara; “dileyin benden ne dilersiniz” diye sormuş. İnsanlar, İskender’in yüzüne bakarak; “ya İskender! Sen bize ne verebilirsin ki?” cevapları üzerine, İskender de; “ben, dünyaya hükmeden ve önümde diz çöktüren büyük imparatorum. Dilediğiniz her şeyi verebilecek güç ve kudrete sahip yegâne hükümdarım” diyerek, tanrısal bir böbürlenmeyle üstünlük ve azametini sergilemiş.

Böylesi güçlü bir çalım karşısında o yoksul halk; “Peki, senden üç şey isteyeceğiz, bunlardan birini bile vermen, bize ziyadesiyle yeterlidir” diyerek, isteklerini sıralamışlar. “Ya büyük kral! Bize ölümsüzlük verebilir misin?” diye sorduklarında, İskender;”Yahu, ben bunu size nasıl verebilirim, askerlerimin ölümüne engel olamazken, sizi nasıl ölümsüzleştirebilirim?” İkincisi; Ey dünyayı titreten kudret sahibi hükümdar! Bize süresi belli bir yaşam garantisi verebilir misin?” diye talepte bulunduklarında, İskender hiddetlenerek; ”Ben bunu kendime ve orduma sağlayamıyorum, size nasıl verebilirim?” Peki, son isteğimiz; “Yaşamamız boyunca hiç hasta olmayıp, sürekli sağlıklı kalabilmemizi temin edebilir misin?” diye sorduklarında, İskender hiddetlenerek; “Bunlar nasıl istekler ki hiç yapmaya kudretim olmayan şeyleri benden talep ediyorsunuz” acziyeti karşısında insanlar; “Öyleyse ya İskender! Madem bunları bize verebilecek gücün yoktu, neden bize ‘dileyin benden ne dilersiniz, dünyaya hükmedip boyun eğdiren, her şeye gücü yeten ve dileklere karşılık veren’ bir tanrı olarak tanımlıyorsun? Eğer bize vermeyi düşündüğün mal, yiyecek, giyim, ilaç veya benzeri geçici şeyler ise, her halükarda onları layık olduğumuz nispetince zaten temin edebiliyoruz. Ecelimiz gelmeyip hayatta kaldığımız sürece, gerekli olan zaruri ihtiyaçları bir şekilde bulabiliyoruz. Konforlu barınak ve rahat döşekler ise, ruh vücuttan ayrılıp uykuya daldığımızda nerede yattığımızı anlamıyoruz. Canımızın güvenliği ise, siz kendi canınızı koruyamayıp ölebildiğinize göre, bizim canımızı nasıl muhafaza edeceksiniz?”

İskender, duyduğu gerçekler karşısında, sanki savaşta mağlup olup esir düşmüş bir komutanın haleti ruhiyesi içinde gerçekte bir “hiç” olduğunu anlamanın ezikliğiyle boynu bükük bir şekilde oradan ayrılmış.

Şimdi inandığınız o sefil din, siyaset ve bilim adamlarına bir sorun bakalım; ey kurtarıcı maskesi takmış yalancılar; İskender dahi neredeyse dünyayı fethedebilme uğruna sayısız zaferler kazanmış bir bilge olmasına rağmen yoksul bir kasaba topluluğunun bile isteklerini gerçekleştirememişken, laftan öte hiçbir kudretsi meziyetiniz olmayan siz; “bize ne verebilirsiniz; ölümümüzü durdurabilir misiniz; yaşam garantisi verebilir misiniz; sürekli sağlıklı kalmamızı sağlayabilir misiniz; musibetleri defedip koruyabilir misiniz?”

“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.” Cin 21

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.” En’am 112


“Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O'nun eseridir. Hala aklınızı kullanmaz mısınız!” Mü’minun 80

Hiç yorum yok: