11 Mart 2016 Cuma

Ruh bilimi şarlatanlıktır…

Hem de öyle bir şarlatanlıktır ki, bilimin güvenilir olmadığına açık bir kanıttır.
  
20. Yüzyıla kadar Batı’da hor ve sapıkça görülen psikanaliz, Sigmund Freud ve Carl G. Jung’un dayanaksız hipotezleriyle bilimselleşmeye doğru giderek, seküler bilimce meşruiyet kazanmış ve üniversiteler kanalıyla daha da yaygılaştırılarak insanlar öyle sömürülmektedirler ki, bedene uygulanan antidepresan ilaçlarla yürüyen ölülere dönüştürülmektedirler. 
  
Öncesinde büyücü, falcı ve cin çıkartma gibi işlerle uğraşanlar suçlanarak ya hapsedilir ya idam edilir ya da yakılarak öldürülürlerdi.

Psikanalizde her şey hayal ürünüdür. Gözlemleme ve örnekleme neticesi rastlantısal olarak nitelendirilen vakalar ayniyet sağlamadığından çok farklı sonuçlar doğmasına anlam verilememiştir. Onlarca psikanalistlerin uyguladığı serbest çağrışım, rüya yorumları ve edim hatalarının çözümlenmesi tek taraflı bakış açısının sonucu değildir. Psikanaliz kuramı cinsellik boyutunda dahi başarılı olamadığı gibi, insanların hiçbir sorununu çözememekte, tedavi edememekte ve antidepresan ilaçlarla beden baskı altına alınarak yan etkileriyle birlikte insanlar büsbütün mahvedilmektedirler.

Öyle ki, psikanalist, yaptığı çözümlemelerden sonra hastaya durumunu anlatıp teşhisini koyar. Hasta, bunun üzerine ruhu keşfedememiş psikanalistin bundan nasıl bu kadar emin olduğunu sorar. Doktor da böyle bin tane hasta gördüğünü söyler. Hasta; “Ben de bin birinci örneğim herhalde” diyerek, tedavinin onca saçmalığını belirtir.

Teorisini libido yani cinsel dürtüsel enerji üzerine inşa etmiş olan gerek psikanalistin kurucusu Freud, libido kavramını saçma bularak “psişik enerji” metodunu geliştiren gerek Jung’ın biyografileri incelendiğinde, her ikisinin de nasıl “asosyal canavarlar” olduğunu ve iddia ettikleri kuramlarına tamamen zıt yaşam sürdürdükleri anlaşılabilecektir.  

Freud, seksten hiç haz etmemiş ve onu hayatından uzak tutmuşken; Jung, gayet aktiftir ve evlilik dışı ilişkilerde sınır tanımamıştır. Oysa teorilerinde bunun tersi bir tablo karşımıza çıkar. Psikanalizin kurucuları olarak kabul edilen Freud ve Jung’ın teorileriyle uyuşmayan hayatları, günümüz psikiyatrların kavrayabilmelerine kâfi gelmemekte ve hayali teşhis ve tedavileriyle insanları dolandırmaya ve aldatmaya devam edebilmektedirler. Olmayan bir hastalık ve şifa adına temas edemedikleri ruh taraması ve sinir kütlesi olan beyni de ruhsal tespitlerin yapılandığı merkez kabul ederek, güya bilimsel teşhise ve tedaviye kalkışan psikiyatrilerin kendi bakış açılarıyla anormal yani sapkın oldukları aşikârdır.

Oysa hasta bir ruh yoktur ve sonradan hastalanabilmesi de mümkün değildir. Kadersel programa göre kötü, inkârcı, asi, azgın ve sapkın ruhlar vardır ama psikanalizcilerin hezeyan ettikleri gibi hasta olup teşhis ve tedavi olası bir ruh muhtemel dışıdır. 

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” İsra 85

Ruha inanmayan Freud gibi bir ateistin ruhsal enerjiyi cinsel enerji olarak tanımlayıp ve bütün teorilerini böylesi cinayetsi bir yanlışın üzerine inşa etmiş olduğu ortadayken; teorileri uygulanmaya devam edilerek insanların sömürülmesi bilim adına kabul edilebilmektedir. Nedeni de ruhun yaratıcıya yani Allah’a ait olup manipülasyonla reddedebilme gayretidir.

Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.“ S.Freud

Freud’un “libido” olarak adlandırdığı, pek çok his ve düşünceyi açıklamaya çalıştığı cinsel dürtülerin kök verdiği enerjiyi, sonradan ruhsal enerjinin bütünü olarak kabul etme zorunda kalmış ise de ruhun; ilahsal niteliği ve işlevini inkar etmesinden müthiş bir karmaşa yaşamıştı. Jung da savunduğu “psişik enerji”’yi, bazen bilinçaltında toplanıp, bazen de çeşitli içgüdülerin birinden diğerine geçebildiğini söyleyerek, ruhsal etkileşimi fizyolojik bir oluşum olarak değerlendirmiş; ruhu, zihin ve duygu sisteminden ayırarak, sosyal aktiviteler, gelenek ve alışkanlıklarla enerjinin, iradesel güçle farklı eylemlere yönlendirilebileceğini iddia etmişse de, kendi sefil hayatına uyarlayamamıştır.

Seküler bilgi donanıma haiz teorisyenler, ileri sürülen görüşlerin duygusal ve mantıksal açıdan tutarlı olup olmadığını, ampirik yani deneye dayalı açıdan ise gözlem ve deney sonuçlarının gerçekle uyuşup uyuşmadığını sorgulayıp, pratikten ziyade varsayımlarla kıyaslayarak doğru bir kanıya vardıklarını sanırlar. Herkes fikir yürütebilecek, yargılayabilecek ve eleştirebilecek özelliğe, ancak dayandığı temel kurallar doğrultusunda şartlı sahiptir. Bilginin nesnel olması, bireylerin tümünden birden yahut kaderden bağımsız olması demek değildir. Bilginin kamusal ve kadersel niteliğinin anlamı da budur!

Psikanaliz, insan üzerine düşünmek demektir. Psikanaliz, ruhsal hastalıkların nedenini bulma amacıyla yola çıkmış, insan ruhsallığını ve genelde insanı anlamaya olanak verecek bir kuram oluşturmuştur. O nedenle psikanalitik uygulama, aynı zamanda bir düşünce eylemidir. Peki, yalnızca düşünmek ve düşünürken teorisel metotları kullanmak sorunları giderir mi? Denetim altına alınamayan ruhun güttüğü davranış ve tepkiler dilenilen biçime sokulabilir mi? Psikanaliz, ruhsal hastalığı tedavi etme metodunda, bireyin düşüncesini değiştirerek, ruhu etkileyip zihinsel ve duygusal çatışmaya son verecek bir uzlaşma sağlayabilir mi? Ruh mu düşünce ve davranışa hükmediyor, yoksa düşünce ve davranış mı ruha? Fiziksel eyleme dönüştürülebilecek ruhsal bir baskı ya da telkinlerle düşünce veya duygunun etkilenebilmesi ve iradece yönlendirilebilmesi mümkün müdür?

Ruhu seküleştirip yaratıcı Allah’tan tamamen koparıp iradeleri altına sokma çabaları, otomatikman absürt hipotezlere meşruiyet kazandırmaktadır. Oysa merkezi idareyi ve kontrolü sağlayan ruhun, kendi egemenliğinde zihinsel veya duygusal herhangi bir belirsizliğe, aykırılığa veya başıboşluğa izin vermesi mümkün değildir. Ruh hakkında pozitif hiçbir bilgileri olmayan psikanalistlerin merkezli tanı ve teşhisleri, bilimsel yalanın dehşetsi boyutunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla seküler bilim adına meşruiyet kazanmış psikanalist bilime çalınmış öylesine en korkunç kara bir lekedir ki, psikiyatrılar, psikologlar ve psikoloji konusunda ahkâm kesenlerin tamamı yalancıdır, sömürücüdür, dolandırıcıdır, beter kılıcıdır, mahvedicidir ve şifa verme iddiasıyla insanları yürüyen ölülere dönüştürenlerdir.

Ki, Freud dahi; “Siz cevaplar bulmaya çalışıyorsunuz, biz ise daha çok soru sormak niyetindeyiz” açıklamasıyla sıkıntılarına çare arayanları konuşturarak mastürbasyon yaptıklarını itiraf etmiştir.

Psikanalizciler, hipotezleriyle hayali hasta türleri üretmekte ve kendi ürettikleri nesnel hastalıklara tanım koyarak, tedavi etmeye kalkışmaktadırlar.
  
Freud, ruhun çözülemeyen gizemi karşısında bilgiden öte hiçbir yeterliliği olmadığını açıklayarak, kurucusu olduğu psikanaliz kuramını reddetmek zorunda kalmış ama günümüz psikiyatrileri ruhu denetim altına alıp üzerinde egemen olabilecekleri iddiasıyla aldatmaya ve sömürmeye devam edebilmektedirler. 

“Benim görüşümce, psikanaliz özel bir evren tasarımı kurma gücünde değildir. Buna da gereksinimi yoktur. Çünkü bilimin bir bölümü olduğundan bilimsel bir anlayışa katılabilir. Gel gelelim pek de tumturaklı bir biçimde övülmeye değer değildir. O pek yetersizdir, bütün gizlerin içine giremiyor, ne fikir tekelcisidir ne de sistemlidir.”

Ruhu denetim altına alarak dilediği gibi yönlendirebilen ve hükmeden; Allah’ı da denetim altına alarak hükmeder!

O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.
Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.
Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!”

Secde 7-8-9

Hiç yorum yok: