29 Mart 2015 Pazar

Mezhebi itikat, vahiy dışıdır!



Mezhep, gidilen yol demektir. Gidilecek yolu Allah’ın vahiyle açıkça bildirmediği heyezanı içindeki mücdehid âlimler, güya Allah’ın koyduğu deliller aşikâr değilmiş gibi hüküm çıkararak oluşturdukları mezhepler İslam dışıdır ve batıldırlar. 

“İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. “ Bakara 159

Dolayısıyla her âlim, İslam adına farklı hükümler çıkardığından ve her delil nefsi yorumlarla gizlenip yahut tarumar edildiğinden iman etmiş Müslümanlar ayrılığa düşmüşler ve İslam, tıpkı Hıristiyanlık ve Yahudilikte olduğu gibi fıkralara bölünmüştür.
 
 “Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” Zümer 3

Dini tek bir kaynak vardır ve Kur’an’ı Kerimdir. Resulullah da Kur’an’ın dışına çıkmamış, söz söylememiş, fetva vermemiş, şartlara göre hüküm beyan etmemiş, hüküm üzerine hüküm koymamış, hayatını biçimlendirmemiş, nefsi arzu ve isteklere yenik düşmemiş, aile efradını ve yakınlarını kayırmamış, çıkar hesabı yaparak batıla boyun eğmemiş, ayetlerin dışında hiçbir arayışa yeltenmemiştir. Ki, yanına gelen yoksul bir âmâyı meclisine sokmayıp bekletmesi karşılığında bile vahiyle uyarı alabildiğine göre; Hz. Peygamberimiz (s.a.v)’nin apaçık inen Kur’an dışında bir hükmü olabilir mi?

Allah’ın hüküm verdiği konularda farklı görüşler savunan mezheplerin batıl değil hak oldukları iddia edilebilir mi?

Allah, rızasına kavuşmak isteyen insanların nasıl bir yol izleyeceklerini Kur’an’la bildirmiş ve sadece Kur’an’a uyulmasını, başka sözler, dostlar ve yollara uyulmamasını emretmiştir.

“Rabbinizden size indirilene (Kur'an'a) uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” A’raf 3

Allah’ın elçi olarak bir bilgeyi değil de ümmi olan Hz. Muhammed (s.a.v)’yi özellikle seçmesi, Kur’an’ın iddia edildiği gibi anlaşılmaz değil, herkesin anlayabileceği açık ve seçik olmasındandır. Şayet Kur’an, yol gösterici bir kolaylıkta olmasaydı, öncelikle vahye muhatap peygamber ümmi değil âlim seçilirdi. Dolayısıyla mezheplerin, tarikatların, âlimlerin ve ilahiyatçıların öğrettiklerinin doğru yahut yanlış oldukları sağlaması, Kur’an’dır. Onun için Kur’an’da bildirilenden başka hiçbir doğru yoktur; peygamber efendimiz de Kur’an dışında hiçbir kelam etmemiştir. Yalnızca fiziki ibadetler istisna!
Yoksa Hıristiyanların Hz. İsa’yı rab edinmeleri ve havarilerine İncil yazdırma iftirası gibi gizli bir itikada mı inanılıyor ki, rivayet ettikleri hadisleri ayetlere muhalif yapmaya çalışarak batıl bir İslam oluşturma çabası içindedirler? Madem mezhep olmazsa olmaz bir itikat meselesi, ilk mezhebi kurması gereken Hz. Muhammed (s.a.v) değil miydi?  
  
Unutmamalıyız ki, bağlayıcı olan sadece Kur’an hükmüdür ve hiç kimse için başka başka anlayış olamaz! Bu sebeple tutulan mezheplerin, tarikatların ve âlimlerin yolu ile sorguya çekilmeyecek, doğrudan Kur’an’a uyulup uyulmadığı ile ilgili sorgu yapılacaktır.

Allah Resulü ne usul-i fıkıhı, ne hafiyi, ne mücmeli, ne sarihi, ne kinayeyi, ne mecazı, ne mutlak-mukayyedi ne has- amm gibi ilimleri bilirdi. Ancak Kur’an’ı anlayabilmek için bu tür ilimleri şart koşan âlim tayfasının asıl amacı nedir biliyor musunuz; Hıristiyanların İncil’i, Yahudilerin Tevrat’ı tahrip ederek vahiyden çıkartmaları misali uydurma hadislerle Kur’an’a rakip kıldıkları İslam’ı reform ederek, batılla nikâhlayabilmektir. Diyeceksiniz ki, zaten yapmadılar mı?

Hıristiyanlık ve Yahudilikte mezhepler ya da itikatsı yollar olabilir ama İslam’da asla! Çünkü Müslümanların elinde, Allah’ın koruması altında olan dokunulup tahrip edilmemiş bir Kur’an var. Dolayısıyla beşerin yazmadığı bir kitap ortada dururken, tıpkı Hıristiyan ve Yahudilerde olduğu gibi farklı anlayışlar, ahkâmlar ve mezhepler olamaz ve batıldırlar.
   
Kayıtsız-şartsız itaat edilmesi gereken apaçık Kur’an hükümlerini terk edip âlimlerin nefsi arzu ve isteklerine göre yapılaştırılmış bir din münhaldir. Dolaysıyla Allah’a iman edip kulluk yaptığını sanan Müslümanlar, aslında mezhep liderleri başta olmak üzere bağlı oldukları âlimlere kulluk içindedirler. Hatta kimileri Hz. Muhammed (s.a.v)’in elçi olduğunu unutarak öyle tapıyorlar ki, Hıristiyanların Hz. İsa’ya tapmalarından farkları yok gibi! Oysa Allah, elçisi olma hasebiyle Resulüne uyulmasını, sevilmesini, saygı duyulmasını, inanılmasını ve güvenilmesini emretti; Allah ile eşdeğere konularak kulluk yapılmasını değil!

 (Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” Tevbe 31

23 Mart 2015 Pazartesi

Biri mezardan diğeri hapisten…



Türkiye’ye hükmediyorlar!

Bu, bir millete müstahak kılınmış öyle bir lanettir ki, yaratıcıları Allah’a başkaldırmanın zilletsi bir bedelidir. 

Allah’a imanı, tazimi, bağlılığı ve sözlerine sadakati ilkellik; mezardaki ölüye ve hapisteki mahkûma bağlılığı ise ilericilik, özgürlük, uygarlık ve aydınlanma sanarak sözlerine sadakati tartışılmaz bulan toplumların muhakeme edebilen insanlar değil mahlûklar oldukları aşikârdır.

Türkiye, Müslüman bir ülke olduğu imajına sahip ama Allah’ın, ne Türklerin atası Atatürk ne de Kürtlerin atası Atakürt yani Öcalan kadar devlette bir itibarı, tazimi, caydırıcılığı, gücü ve söz hakkı vardır. Dolayısıyla adının anılması dahi sekülerlik gereği hem anayasada hem de devlette yasaktır.

Öyle ki, Müslümanların seçtiği Müslüman bir vekil, meclis kürsüsünden Allah’ın selamını veremiyor ise, o devletin Allahsız ve dinsiz olduğu tartışılmazdır. Milletin Müslüman, devletin ateist olması, tıpkı bedenin insan, ruhunun hayvan olması gibidir! 
 
Asıl acayip olan ise, sözde Müslümanların Atatürk’ü ve Atakürt’ü rehber edinebilmeleri, ilkelerini ve sözlerini tanrısal buyruk kabul ederek baş tacı yapabilmeleridir. Peki, Allah nerede? Gökyüzünde, vicdanlarda, camide, mezarda! Öyleyse indirdiği Kur’an ve elçi kıldığı Resul, yeryüzündeki düzen için gönderilmedi mi?

Müslümanlar öyle bir bedbahtlık içindedirler ki, iman ile inkâr arasında gidip gelmekte, kendilerine göre yaptıkları ibadetlerle aklanabilecekleri sanısındadırlar. Allah buyuruyor, “sadece Kur’an’a uyun”; devlet diyor, “sadece Atatürk ilkelerine” uyun! Ki, yeminler dahi Atatürk’ün üzerine yapılabiliyor ise, rab kimdir; devlet kimdir; Allah kimdir? Dolayısıyla Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen Müslüman değil, kâfirin ta kendisi değil midir?  
  
Atatürk der; “insan tabiatın mahlûkudur”; Öcalan der; “Allah ile yaptığım savaştan zaferle çıktım, yarı bir tanrıyım.” Buna rağmen hem Atatürk hem de Atakürt’ü rehber edinenlerin Müslüman kimliklerine ne demeli? Onlara göre Allah’tan kastettikleri kimdir? Yaratıcı Allah’ın sözlerini umursamayıp Atatürk yahut Atakürt’ün sözlerini kalpleri yerinden çıkarcasına heyecanlanarak dikkat kesilenlerin Allah’ı kim olabilir?

İslam ve Müslümanlığın ne olduğu ve kimlerin o şerefe nail olabildikleri Kur’an’da açıkça belirtilmiş, özellikle ortak koşulmaması, hükümlerin dışına çıkılmaması ve şirke girilmemesi uyarısı yapılmıştır. Hem Allah hem Atatürk hem Atakürt hem de bilmem kime gibi bir inanç ve itaat, katiyetle İslam dışıdır ve apaçık bir küfürdür. Ancak Kur’an hükümlerine uyan ve hakkı batıla karıştırmayan emir sahiplerine uyulma emri vardır.

Atatürk’ün egemen olduğu ve Atakürt’ün de egemen olmaya çalıştığı Türkiye’de uyulabilecek kim vardır? Sonuçta tamamı Allah ve Resulünün değil Atatürk’ün ilkelerine bağlı ise, iman etmiş bir Müslüman’ın uyabileceği bir lider ya da önder var mıdır?

Bir tarafta Atatürk, bir tarafta Atakürt, diğer tarafta haçlı-siyonistlerin dayatması ve hegemonyası altındaki Türkiye’de Müslüman kalabilmek neredeyse imkânsızdır. Sapıklar, ateistler hatta sokak hayvanları kadar değerleri, özgürlükleri ve söz hakları bulunmayanların Müslümanlık izzetlerine kavuşabilmeleri için; “Ben Müslümanlığı kabul ederek Allah’a söz verip kul oldum ve yaratıcım Allah’tan başkasının hükümlerine uymam mümkün değildir; madem vatandaş olarak tartışılması dahi söz konusu olmayan haklarım var, dini zorunluluk olan mülkiyetimi verin” çağrısında bulunmalıdırlar. Ancak İslam diye empoze edilen vahiy dışı batıl bir dinin hüküm sürmesinden dolayı küfre boyun eğilmiş ve çok tanrılığa imanda mahsur görülmemiştir. Türkiye’de ırki hak iddia eden PKK/HDP’nin sömürdüğü Kürtlerin hiçbir sorunu yoktur ama Müslümanları cehenneme götürecek öyle sorunu vardır ki, anlaşılan sessiz kaldıkları sorunun ne olduğunu cehennemde gözlerini açtıklarında kavrayabileceklerdir.

Sorun nedir diye merak edenler bilmelidirler ki, Allah’ın haram kıldığına helal, helal kıldığına haram; hak dediğine batıl, batıl dediğine hak; dost dediğine düşman, düşman dediğine dost diyen ve edinenlerdir. Diyecekler ki, biz öyle bir şey söylemiyoruz ama amelleri, politikaları ve yaptıkları kendilerini kanıtlamaktadır. Ancak rehberi Kur’an olmayan Müslüman kimlikler, kendilerini rehberi Kur’an olan Müslümanlardan daha İslami bulurlar. Çünkü onların İslam anlatıyı, şeytanın bayraktarlığını yaptığı hümanist odaklıdır. 
    
Türkiye; ateist bir anayasa, ateist bir devlet ve ateist liderlerin güdümünde bir ülkedir. Seçimle iktidara gelenlerin İslam inançları ve Müslüman kimlikleri, ateist yapıyı değiştirebilme inisiyatifine sahip değil ve o ateist yapıya rıza gösterip sindirerek hükümet yahut muhalefetlerini sürdürebiliyorlar ise, ateistlerden ne farkları vardır?
     
Öyle Allah’a iman, Resulüne itaat, İslam’ı kabul, Kur’an’a inanç ve Müslüman olma, nefislerin arzusuna bırakılan bir seçim olsaydı; ayetlerin hiçbir hükmü ve bağlayıcılığı kalmazdı.
   
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

14 Mart 2015 Cumartesi

Ey İslam kimlikli iblisler!



Haçlı-siyonistler’in egemenlikleri adına en korkunç tehlike ve şer gördükleri cihada karşı onlardan daha beter bir düşmanlık yapsanız da, Allah’ın erlerini bitirmeye ne gücünüz yetecek ne de ayetleri eğip bükerek ve Resulüne iftiralar düzerek iman etmiş Müslümanları hak olan yollarından çevirebileceksiniz! 

Her ne kadar hak ile batılı yani iman ile küfrü uzlaştırarak İslam algısı oluşturmak suretiyle günümüzdeki ve gelecekteki kuşakları etkilemeye çalışsanız da, zihin ve kalplere hükmeden Allah’ın indirdiği Kur’an’a imanı söküp atamayacaksınız. 
      
Aslında Müslümanlık dünyasında hiçbir sorun yoktur ve olabilmesi de mümkün değildir. Böyle bir iddia, Kur’an ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in rehber olduğu bir İslam’da sorun var demek olur ki, açıkça Allah’a hakarettir. Öyleyse sorun nedir diye soracak olursak; küfür güçlerinden nemalanmaya çalışan, yanlarında güç, itibar, izzet, yardım ve destek arayan İslam kinlikli politikacı ve din adamlarındadır. Bu sebeple Allah, Kur’an’da açıkça müşrik, kâfir, fasık, münafık ve Müslüman ayırımı yapmış, dolayısıyla itaatkâr, sadık ve sebatkâr olan Müslümanları bütünlük içinde kardeş kılmıştır. Çünkü onlar, nefsi hiçbir çıkar gözetmez, kendilerini adadıkları Allah ne emretmişse, sorgusuzca boyun eğerler.

Allah’ın indirdiği hükümler ve Resulünün Kur’an’ bağlı söz ve davranışları apaçık olmasına rağmen, nefsi ve batıl güçleri hoşnut kılacak yorumlardan dolayı yaşanan sorunlar, Müslümanlar ile münafıklar arasında var olmakta, dolayısıyla cihad emredilerek, Müslüman sanılan münafıklarla savaş mukim kılınmıştır.

 “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!” Tahrim 9

İman etmiş ve kayıtsız-şartsız Mutlak İrade’ye teslim olmuş bir Müslüman için dünyayı anlamak değil ahireti kavramak tevhiddir. Çünkü dünya fani, ahiret bakidir. Zaten dünya gibi bedene verilen önemden dolayı ruhta anlaşılamamış, dolayısıyla ne Allah ne de ahirette anlaşılamadığından dünyaya olan bağlılık, her açıdan hedef edinilmiştir.
   
Hiç kimse yoktur ki, adalet arayışında ve peşinde olmasın! Peki, Allah’ın koyduğu hükümler dışında adalete ya da İslam’a kavuşabilmek mümkün müdür? Batıl temelli ve nefsi güdümlü hiçbir düşünce ve inanç ne adaleti ne de İslam’ı yerleştirebilir.

Cehalet, dünyadaki olaylardan habersizlik değil, yaratıcısı Allah’ından ve indirdiği hükümlerinden bihaber olmaktır. Dolayısıyla edinilen bilgi mutlaka ayetlerin süzgecinden geçirilmeli, gerek bilim gerekse tecrübeler o temelde kıyaslanarak sonuca gidilmelidir. O zaman nefsi abartılara kanılmaz, güzel sanılan sözün ve çözüm üreteceği düşünülen fikirlerin arkasına takılarak tuzağa düşülmez! Ama gelişmişliği hayatı kolaylaştırmak, güzelleştirmek, süsten, boyadan, imardan, kozmetik ürünlerden ve nefsi tatminden ibaret sananların gerçeğin açık perdelerine vakıf olabilmeleri söz konusu değildir.

Cihadı terörizmle özdeşleştiren İslam kimlikli iblisler, dolaylı olarak Allah’ı da terörist yapmaktadırlar. Cihad, hem Kur’an’da hem de sözlük anlamında doğrudan Allah yolunda küfre yani batıla karşı savaş, tearuz, cenk ve gazadır. Dolayısıyla saptırılmaya çalışıldığı gibi ne çaba ne de nefisle mücadeledir. Cihadda şehadet yani ölüm gibi bir risk, dünyadan vazgeçip ahirete göç vardır. Diğer bir ifadeyle Allah’a, uğruna can verilecek hesapsız bir aşk, tazim ve samimi bir tutkudur. Kur’an’da cihad teriminden daha çok savaşı vurgulayan ayetler baz alındığında; acaba cihadın kavramını değiştirmeye kalkışanlar, savaşın anlamını neyle değiştirebileceklerdir?

“İman etmiş olanlar: Keşke cihad hakkında bir sure indirilmiş olsaydı! derler. Ama hükmü açık bir sure indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Onlara yakışan da budur!” Muhammed 20

Nefisle mücadelenin cihad ile nasıl bir ilgisi ve bağı olabilir? Cihad, İslam kimlikli münafıklara öyle bir korku, iktidarlıklarını, saltanatlarını, mallarını ve canlarını yitirtecek bir dehşet verir ki, küfür ehlinden çok daha fazla ürker ve cihad hükmünden kaçınırlar. Nefsi arzu ve isteklerine gem vuran nice kâfirler yahut müşrikler vardır ama Allah indinde hiçbir değerleri yoktur. Münafıklar, cihadı doğrudan inkâr etme yerine anlam ve kavramıyla oynayıp hileli yönlendirmelere girişirler. Çünkü onlar, özde Allah’ın gücüne değil haçlı-siyonist’lerin güçlerine kul olmuşlardır.

Allah’ın hükmü gereği küfre karşı cihad eden Müslümanlar, kendilerini teröristlikle yaftalayanların kınamalarına asla aldırış etmezler ama münafıklar öyle tedirgindirler ki, Biz terörist, terörizm gibi ifadelerin İslam ve Müslümanlıkla yan yana kullanılmasını onaylamıyoruz” haykırışlarıyla küfrün karşısında kendilerini masumlaştırmaya ve temize çıkarmaya çalışırlar. Oysa inkâr etmekle eğip bükerek karşı çıkmanın arasında fark ne ise, kâfir ile münafığın arasındaki farkta odur! 
   
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.” Maide 54 

Allah nezdinde makbul olan bir insana bütün insanlar yüz çevirse, ona bir zarar gelir mi? Allah indinde makbul olmayan bir insana bütün insanlar itibar ve tazimde bulunsa, ona bir fayda sağlar mı?   
         
Cihad ehlini radikallik yahut aşırıcılıkla suçlayanlar ne demek istiyorlar biliyor musunuz; Allah’a kökten iman etme ve samimi bir ihlâsla bağlanarak hükümlerinin tamamını hayata geçirme; batılla uzlaşan hümanist bir İslam’ı benimse. Amaçları da dünyayı iyi yere getirmekmiş! Dünyayı yaratan sevk ve idare eden Allah değil mi ki, Allah’ın üstünde bir iradeleri varmış gibi iyi bir yere getireceklermiş. Oysa Allah’ın hükümlerine harfiyen itaat edilmiş olsa, dünya iyi bir yerde olmaz mıydı?

Haçlı-siyonist güçlere yaranabilmek için İslam adına haddi o kadar aşmışlar ki, Allah Resulü’ne iftira atmaktan da geri kalmıyorlar. Ne diyorlar; asıl büyük cihad nefisle mücadeleymiş.
Peygamber Efendimiz Uhut savaşının akabinde güya sahabeye demiş ki, Küçük cihadı bitirdik, şimdi büyük cihada gidiyoruz, nefsimizle olan mücadele.” 

Bu nasıl bir cürettir ki, kıyamete kadar geçerli olan ayetlerin hükmünü Allah Resul’ü kadük bırakmış. Diğer bir ifadeyle Allah’ın önüne geçerek dilediği gibi hüküm vermiş!

Ey reziller; ey münafıklar; ey iblisler söyleyin bakalım! Madem Uhut Savaşıyla küçük gördüğünüz cihadı peygamber efendimiz (s.a.v) bitirmiş; neden Hendek Savaşını, Hayberin Fethini, Mute Savaşını, Mekke’nin Fethini, Hüneyin ve Taif Seferlerini, Tebuk Seferini yaptı? Neden iddia ettikleri gibi Allah Resulü, Uhut Savaşından sonra nefisle mücadeleyi değil de cihadı sürdürdü? Neden o günden bugüne değin başta halifeler Hz. Ebubekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman (r.a) ve Hz. Ali (r.a) olmak üzere gelen diğer halifeler ve komutanlar batıla karşı hakkı egemen kılabilmek adına cihad ederek yüz binlerce şehid verdiler? Hangi dönemde bugünkü gibi hak ile batıl yekvücut olmuş?

Allah’ın müşrik, kâfir, fasık, münafık ve Müslüman gibi kesin sınırlarla birbirlerinden ayırdığı düşünce ve inanç sahiplerini kardeşlik çatısı altında birleştirmeye çalışan İslam kimlikli iblisler, asla başarılı olamayacak ve bir saniye sonrası meçhul fani hayatları için hem dünyalarını hem de ahiret yurtlarını heba etmekten öteye gidemeyeceklerdir. Gerçi Allah dilemeseydi onu da yapamazlardı ya!  

“Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yeyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” Bakara 174

10 Mart 2015 Salı

Erkeği kışkırtmaya evet;



Kadına şiddete hayır…

Öyle sömürücü ve fırsatçı politikacılar gibi gerçeği eğip bükmeyecek, doğru ve kısa bir analiz yapacağım. 

Öncelikle kadına, kadın olduğu için keyfi, sadistsi ve üstünlük gütme adına bir şiddet var mıdır?

Fevkalade cüz’i istisnalar dışında neredeyse yok gibidir ve münferit olaylar genelleştirilip baba, eş, oğul, ağabey ve kardeş olan erkek topluluğunu topyekûn mahkûm kılabilme mümkün değildir.
Kadına olan saygı, hoşgörü, sabır, itibar ve hatırın çocuk dışında hiçbir insana tanınmadığını kimse inkâr edemez ve kendilerine bir halel gelmemesi adına özen gösterilip sürekli koruma altında tutulur.

İltifatlara mazhar olan kadındır; hediyeler sunulan kadındır; peşinde koşulan kadındır; kim olduğuna bakılmaksızın saygı duyulan kadındır; gönlü alınmaya çalışılan kadındır; ikramda bulunulan kadındır; öncelikli tutulan kadındır; kibar davranmaya mecbur bırakan kadındır; uğruna elde ne varsa harcanan kadındır; sevgi, aşk ve merhamet tezahüründe olunan kadındır; yardımda sınır tanınmayan kadındır; yoluna her şeyin feda edilebildiği kadındır; sözünün iki edilmediği kadındır; arzu ve istekleri ötelenmeyen kadındır; gülümsemesiyle dahi kalpleri fetheden kadındır…

Peki, erkeğin köle, uşak hatta kulluğa varıncaya kadar kadına kendini adamasının dışında suçu nedir?  

Bir erkek, bir kadını öyle seviyor ve tutkuyla taparcasına gönlünü kaptırmasının akabinde o kadına baskı ve şiddet uygulayabiliyorsa; suç kimdedir? Sadece sonuca bakılıp niçinler önemsenmez ise, adil bir yargı mevzubahis olamaz. 
  
Olayları insani çerçevede değil de kadın-erkek ayırımı gözeterek ele almak, sorunları çözmek yerine bilakis arttırır. Bir kadın, fıtratta zayıf ve nadide yaratıldığını kabul etmeyerek saygı duvarlarını yıkarak meydan okursa, erkekte ona kadın gibi değil erkek gibi davranarak dövüşür. Dolayısıyla kim güçlü ise, o galebe çalar. Bunun üzerine yenilen kadın, hemen kadın oluşunu istismar ederek, “erkek bana şiddet uyguladı” mazeretiyle yollara dökülür. Oysa eşit olduğun ahkâmıyla meydan okuyan o değimliydi?

Erkekler nezdinde her daim kadın üstündür ama kadın öyle şımarır ki, tıpkı kulun ALLAH’ın verdiklerine şımararak, “ben yaptım, ben başardım, ben üstünüm” böbürlenmesi gibi yediği sille misali kadına haddin bildirilmesi sonrası “ben ne yaptım” masumiyet gösterişinin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Uğruna ölmeye hazır bir erkeğin sevilisine veya eşine düşman olmasını tetikleyen o değil de kimdir?

Bir de en korkunç yanlış nedir biliyor musunuz; Mersin’de tecavüz maksadıyla öldürülüp yakılan Özgecan adlı kızımızdır. Bu olay “kadına şiddet” tabanında değerlendirilemez. Daha birkaç ay önce Kars’ta kaçırılarak tecavüze uğraması akabinde başına taşla vurulup boğularak öldürülen 9 yaşındaki Mert Aydın’ın kadın değil erkek bir çocuk olduğunu hatırlatmak isterim. Ki, böylesine dehşet içeren sapkın olaylar hem ülkemizde hem de dünyanın hemen her yerinde meydana gelmektedir.

Suçlu için amaç, hedefe kolayca ulaşabilmektir; cinsiyet ve kimlik umurunda değildir. Nice suçlular da vardır ki, kadın veya erkeğe değil hayvanlara dahi tecavüz ederek öldürürler.

Kadına şiddet ancak kadın olması hasebiyle yapılan bir cebirdir ve dışındaki olaylar kadına şiddet olarak değerlendirilemez. Tarafların birbirleriyle olan hesaplarını görme sırasında çıkan kavgada kadının dövülmesi, yaralanması hatta öldürülmesi kadına yapılmış bir şiddet değil, tarafların üstün gelebilme mücadelesidir. Dolayısıyla erkekler arasında olan çatışmada yenilen erkeğin, “erkeğe şiddete hayır” söylemi nasıl trajikomik ise, kadının da güç denemesine kalkıştığı erkeğe karşı, “kadına şiddete hayır” söylemi o kadar trajikomiktir. 

Kadının masum, erkeğin zalim algısı oluşturulmaya çalışılan toplumda, elebaşı olan feministlerin yapmak istedikleri; erkekleri ya topyekûn yok etmek ya burunlarına halka geçirerek sokaklarda dolaştırmak ya da kayıtsız-şartsız hükmetmektir. Bunun içinde güç ve savaş ister. Hem savaşmaya kalkışıyorlar hem de “kadına şiddete hayır” naralarıyla fitne çıkaranlar kimdir bilir misiniz; aslında kadın değil erkeğe düşman azgınlardır. 

Zannediyor musunuz ki, feminist düşünceli kadınların eline güç geçtiğinde erkeklere merhamet edeceklerini! Ortada tek bir erkek bırakmamacasına öyle dehşet saçarlar ki, her gün binlerce erkeğin uğradığı kadın şiddeti yeri göğü kaplar ve hayvanlar hatta taşlar dahi zalimliklerinden gözyaşı dökerler.
   
Yaratıcıları Allah’a, İslam’a, insana ve özellikle erkeğe saygısı olmayan ve kendilerinde başka her şeyi reddeden feministlerin nasıl mahlûk olduklarını itiraflarından öğrenelim. 

“Hiç evlenmedim çünkü buna ihtiyaç duymadım. Evimde bir kocanın yerini tutacak 3 hayvanım var; sabahları hırlayan bir köpeğim, öğleden sonra küfreden bir papağanım ve akşamları eve geç gelen kedim…”

Yazıklar olsun babaları, oğulları ve kardeşleri olan Müslim ya da gayrimüslim kadınlara ki, erkek düşmanı feministlerin tuzaklarına düşerek, ruh ve beden misali birbirlerinden ayrılamaz bir bütün olan karşı cinslerine hasımlık besleyebilmektedirler. Oysa dişiliğini kabul edip sindirmiş hiçbir kadın ne baskı görür ne kötü bir söz duyar ne de şiddete maruz kalır. Kadın o dur ki, sadece sevgi, saygı, hizmet, merhamet, hoşgörü ve güzel sözlere layıktır ve karşılığını da fazlasıyla elde eder. Ancak erkekle egemenlik yarışına girerek eşitlik hatta üstünlük hevesine kapılmış bir kadın, kadınlığıyla kolayca sahip olabileceklerini benlik gütmesiyle öyle yitirir ki, sokaktaki hayvandan daha beter olur.     
Asıl olan hem erkeğin hem kadının insan olmaları ve hadlerini aşmamalarıdır.