1 Şubat 2012 Çarşamba

Usame Bin Ladin kaçırılmayacak bir fırsattı ama…

Müslüman toplum iktidarları Haçlı saffında yer alınca, bağımsızlıkları adına yakaladıkları imkânı da başıboş kalabilecekleri korkusuyla reddettiler.

1861’de Amerikalılar; Kuzeyli, Güneyli diye ikiye ayrıldı. Kuzeyliler (ABD), zencilere özgürlük vermek istiyor, Güneyliler ise karşı çıkıyorlardı. İki taraf da Amerikalı olmasına rağmen dört sene savaştılar. Avrupa’dan yardım alan Kuzeyliler savaşı kazandı ve zencilere her ne kadar özgürlük verildiyse de, yüreklerdeki nefret silinemedi. Kâğıt üzerinde özgürlüklerine kavuştuklarını zanneden zenciler önce bayram etti; sonra yiyecek bir lokma ve barınacak yer bulamayınca, tekrar efendilerinin yanına dönme arzularıyla gönüllü köle olmak istediler. Çünkü maneviyattan yoksun ve özgürlüğü sadece maddi belleyen bir nefsin tasalanacağı başka bir değer yoktur. Çıkarılan yasalardan dolayı köle edinmek kanunen yasak olduğundan, sanki yaşam amaçları sadece hayvan misali mide ve barınaktan ibaretmiş gibi insanı insan yapan erdemsi bir mücadeleden sakınarak teslim olmuşlardı.

Yıllar süren savaş sırasında on binlerce kişinin ölümü, ekonomik kayıplar, Başkan Lincoln’ün öldürülmesi ve yasalar dahi köleliğin kökten kazınmasına yeterli olmamış; sosyoekonomik kaderden hem köleler hem de efendiler, kölelikte tekrar mutabakat sağlamak zorunda kalmışlardı.

İşte günümüz Müslüman toplumları da aynı duyguyu paylaşmakta, emperyalist efendileri olmaksızın aç, susuz ve başsız kalabilecekleri kuşkusuyla bağımsızlığı özgür adlı köleliğe tercih etmişlerdir. Oysa inançları gereği kulluğu sadece Yaratıcıları adına yapmaları hükmedilmiş, O’nun rızasını kazanabilmek için varlığının her anı mücadeleyle emredilmiş, dünyanın değil ahretin önemsenmesi vaaz edilmiş, sahip olunan ve olunacak her şeyi Yaratıcılarının ikram ettiği açıkça ortaya konmuşken; yine de zihin ve kalpleri, hilkatlerince güdülen köleler olduğu gerçeğini açığa çıkaramamıştır.

Neticede; gücü, kudreti ve ihtişamı ne olursa olsun her varlık kuldur yani köledir ve köle kalmaya mahkûmdur! Lakin kime karşı? Her şart ve koşulda kimin geçici kölesi olunsa da sonunda Yaratıcı’nın kulu olunduğu mahkûmiyeti tartışılmazdır. Ancak doğrudan Yaratıcı’ya değil de yaptırım gücü bulunduğu sanılan hilkatteki eşlere duyulan bağlılık ve tazim, şüphesiz farkında olunmasa da Yaratıcı’ya eş koşmaktan başka bir şey değildir. Maalesef Haçlı komutasındaki İslam âlemi; Yaratıcı Allah’a eş koşan sapkın bir topluluk olmaktan sıyrılamadığından Allah’a değil benlik güdenlere güvenip itaat etmektedirler.

Özgür olamayan insanların başka insanlara özgürlük verebilmesi nasıl mümkün olabilir? Dolayısıyla tüm mahlûkatın köle olduğu kadersel evrende kiminin gizli güçlü köleler, kiminin de aleni yoksul köleler olmaları; özde hiçbir şeyi değiştirmemekte ama öyle sanılmaktadır.

Dünya nimetlerinin bir oyun, oyuncak ve aldatmadan öte hiçbir değer taşımadığını birçok ayetlerle bildiren Allah, bir saniye sonrası meçhul bir yaşam için böbürlenen toplumları çeşitli musibetlerle dahi ikna edememiş, sanki ebedi dünyada kalacaklarmış; yapıları hiç yıkılmayacakmış; fikir, güç, bilim ve teknolojilerinin aleyhlerindeki yazgıyı değiştirebilecekmiş gibi birbirleriyle yarışarak meydan okumalarına izin vermiştir.

Tumturaklı iman etmiş hiçbir mümin, dünyayı baki kılarak sonunda mutlaka yok olacak maddi eserleriyle gururlanmaz, güçleriyle övünmez, makam ve iktidarlığını önemsemez. İnsan ya da toplumların hakkındaki görüşlerine değil, Yaratıcı Allah’ın vereceği değeri gözetir.

Makedonya Kralı İskender, bir gün zaferle döndüğü Sri Lanka üzerinden ordusuyla geçerken, halk tarafından sevinç gösterileriyle karşılanmıştı. Ancak İskender’in dikkatini bir duvarın dibinde oturmuş üstü başı yırtık bir pejmürde çekmişti. Herkes İskender’i kutlarken, o kılını kıpırdatmıyor ve alaycı bir tavırla izlemekle yetiniyordu. İskender, atını o pejmürde adamın üzerine sürdü. Dedi ki; “Ey çapulcu! Herkes ordumun zaferlerini överken, sen hiç oralı değilsin! Sen kendini ne sanıyorsun?” O adam, istifini dahi bozmayarak atının üzerindeki İskender’e doğru başını kaldırdı. “Ey İskender! Daha önce buralara hükmeden senin gibi bir Kral ve benim gibi sokaklarda yaşayan bir pejmürde vardı. Bir gün ikisi de öldü. Aradan bir zaman geçtikten sonra her ikisinin de mezarlarını kazarak toprak altında ne haldeler diye merak ettim. Ama hangisinin Kral, hangisinin pejmürde adam olduğunu tanıyamadım. O kadar böbürlenme, toprak altına girdiğimizde birbirimizden farkımız kalmayacaktır.”

Onun için Yaratıcı Allah, insanın dünyadaki makamını, şöhretini, iktidarını ve zenginliğini sormayacak; kendisi için ne fedakârlık yaptığını; uğruna şehit olabilmek için dünyayı ahret karşılığı satıp satmadığını; küfre karşı dimdik mücadele edip etmediğini; Allah’tan başka kime güvenip dayandığını; Allah için mi insanlar için mi mücadele ettiğini; çıkarın adına ayetlere etiket koyup koymadığını; Allah’ın indirdiği hükümlerle yönetip yönetmediğini; helalin haram, haramın helal sayıldığı düzene boyun eğip eğmediğini; neden yasa yapıcı olarak sadece Allah’ı kabul etmediğini; neden Allah için öldürüp öldürülmediğini; Hıristiyan ve Yahudilerin arzularına uyup uymadığını; Allah ve Resulünün verdiği hükümleri kendi istek ve düşüncelerine göre mi seçtiğini hesabını soracak.

Kendini Allah ve Resulünün yoluna adayarak adalet adına amansız emperyalist güçlere karşı mücadeleye girişerek insanlık şerefini yüceltmeye çalışan Usame Bin Laden’in seçtiği vahyi yolun, özellikle Müslüman kimliklerce kınanabilmesi fevkalade vahimdir. Oysa Usame Bin Laden, üstün yaratılmış bir insan olduğu bilinciyle kötüye karşı ömrünün son nefesine kadar mücadele etmiş, Allah’tan başka hiçbir güçten korkmayıp ne boyun eğmiş ne dünyaya ne de bir gün daha fazla yaşamaya ve saltanata meyletmişti. Hiçbir ayette dünya ve içindeki nimetler yüceltilmemiş, ısrarla ahret hayatının ebediyeti ve mükâfatı vurgulanmıştır.

Haçlıların işgal ve katliamlarına seyirci kalmak bir yana, bizzat yardım ve yataklık eden sözde İslam toplumu hükümetlerin Usame ve direnişçileri terörist, efendilerini de özgürlük kahramanları olarak tanıtmaları, neden insanlığın yitirilip barbarlığın egemen olduğunu kanıtlamaktadır. Şüphesiz silahla saldıranlara silahla cevap verileceği ve sadece Allah için öldürülebileceği tartışılmaz bir hükümdür. Her kim hümanistlik adına bu hükme karşı gelirse, o, ayetlere karşı çıkmış apaçık bir kâfirdir.

Allah’ın yardımıyla küresel Haçlı gücünü sindirerek korku yaymak suretiyle tehdit haline gelen Usame ve kahraman arkadaşları, Müslüman dünyasının bağımsızlığı adına desteklenmesi gereken büyük bir lütuftu. Ancak Müslüman sayısının öyle sanıldığı gibi olmadığı, Haçlı saffında yer almalarıyla ortaya çıkmıştı. Çünkü Haçlıların imajı, Allah’ınkinden daha muteber sayılmaktaydı.

Bırakın doğrudan yardımı, Müslüman halkların yardımlarını dahi engelleyerek Haçlıların yaltakçılığını yapan iktidarlar; bilmelidirler ki, bugün artıklar ve övgülerle yüzleri gülse de yarın çok çetin bir belayla karşılaşacak, bakalım sözlerinden çıkmadıkları efendileri kendilerini kurtarabilecek ve vaat ettiklerini yerine getirebilecekler mi? En masum afet kabul edilen sevimli bir kar yağışında bile hayatları duranların ne kadar güçlü oldukları da ortada değil midir? Ne var ki Allah, o çok güvenip dayandıkları efendileri eliyle acı bir cezaya çarptıracağını da bildirmiştir.

Eğer iktidarlar köstek olmasalar ve Haçlıların arkasında durmasalardı, hiçbir Haçlı ahkâm kesemeyecek ve dünya gündemi adına Müslümanlarda alınan kararlara ortak olacaklardı. Ancak iman edilemediğinden ve güdülmeye alışıldığından bağımsızlığa yanaşmaya cesaret edemediler, dolayısıyla acımasız sömürgecilere karşı Allah adına İstiklal mücadelesinde bulunanları elbirliğiyle ezip geçtiler. Ama unuttukları Yaratıcı Allah, hala varlığını ve kudretini sürdürdüğünden yenilerini getirerek başlarına bela edeceğini ve gelecek bir zamanda hikmet verdiği mücahitleri durduramayacakları da mutlaktır.

Müslümanlara karşı yapılan son derece aleni işgal ve katliamların karşısında vicdan ve imanlarının teşvikiyle canlarını ortaya koyan direnişçilerin Haçlı güçlere karşı giriştikleri eylemler; peygamberimiz döneminde olduğu gibi bugün de gelecekte de kutsaldır ve meşrudur.

Vahiysiz bir vatan ya da devlet, ruhsuz bir bedene benzer. Her ne inanç ve düşünce de olunursa olsun savunma ve egemenlik cesarete dayanır. Velev ki o cesaret, karıncadakinden farksız olsun. Yeter ki haksızlık ve adaletsizlik karşısında mücadelede bulunacak bir cesarete ve caydırıcılığa sahip olsun. Sonuç asla önemli değildir. Tarih, ne kadar kudretli iktidara da sahip olunsa, bir saniye sonrası sonucunu kestiremeyenlerin hazin öyküleriyle doludur. Özellikle Müslüman, sonuca göre değil Yaratıcının emrine göre hareket eder. Bilir ki sonuçla ilgili muhasebeyi Allah takdir eder. Silahlı Kuvvetlerindeki bir er’de, aynı talimatla görev yapmıyor mu?

Haçlıların istilalarına sessizlikleri ya da politik manevralarla destek verenler, neden direnişçileri terörist ve gayri meşru sayıyorlar? Yoksa refah ve güven içinde insanca yaşanabilmesi, ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal güce kavuşulabilmesi, huzur ve barışın sağlanabilmesi için, Hıristiyan yahut Yahudilerin boyunduruğu altına mı girmek lazım? Hangi ayette, Müslümanların batıla esaretine izin veriliyor? Hangi ayette, düşmanlarla işbirliği yapılıp Allah hükümlerinin yok sayılabilinmesine cevaz veriliyor? Hangi ayet, Hakk ve adalet uğruna cihad eden Müslümanların kınanmasını ve aşağılanmasını caiz buluyor?

Korkunç bir ikilemle geçici kazanç uğruna batıl yolda değişebilen insandan daha sefil bir mahlûk var mıdır?

Hıristiyan Haçlı dünyasının referans ve prestijiyle güçleneceğini ve şerefleneceğini düşünerek batıla entegre olan İslam referanslı politikacılar, din ve bilim adamları; yeryüzünü kan gölüne çevirerek insaniyeti doğrayan Hıristiyan ve Yahudi canileri değil de, vahyi ve mazlumları müdafaa eden mücahitleri kınamaları ve lanetlemeleri, aslında kim olduklarını açıkça ortaya koymaktadırlar. Onun için kişinin geçmişine değil, bugününe bakarak düşünce ve davranışlarını sorgula ki, tıpkı şeytan misali nasıl saptırılmış olabilecekleri gerçeğini kavrayabilesin…

Allah, İslâm’ı elimine etmeye yemin etmiş Batı ittifakının içinde yer alarak kendi adına canlarını siper eden direnişçilere lanetler yağdıran Müslüman kimlikler için kâfirlerden daha tehlike ve daha aşağı olduklarını buyurmuyor mu? “Olayı gördüler ama nedenini göremediler.” B.Pascal

Eğer Müslümanlar, inandıkları gibi iman etmiş olsalardı, cennete bir an önce kavuşabilmek uğruna Cihad eder, yeryüzünde hüküm süren ne Amerika ne Avrupa ne de İsrail gibi terörist devletlerin varlığı mümkün olabilirdi. Onlar biraz daha fazla yaşama gayreti sürdürmek isterlerken, Müslümanlar ise şehit olabilmek için yarışırlar. İşte geçmişteki büyük zaferlerin altında yatan sır da budur.

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse; Allah sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” Maide 54

Hiç yorum yok: