28 Nisan 2015 Salı

Dürüst ve adil sadece ALLAH’tır!



Düşünce ve davranışların dürüst ve adil olabilmesi için mutlak bir akla, mutlak bir iradeye veya mutlak bir yaptırım gücüne sahip olunma zorunluluğu vardır. Etki altında kalabilen her nefis, zaaflarından ötürü dürüst ve adil olamaz. 

Peygamberler dâhil yaratılan her insanın hata ve yanlıştan münezzeh olamaması ve Allah’ın sebatkâr kılmaması durumunda nefse meyledilebileceklerini ayetlerle sabit kılmıştır.

Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” İsra 74-75 
  
Yaratılan hiçbir kulun masumiyeti söz konusu değildir. Çünkü nefsi arzu ve istekler, masumiyeti yok eden zaaflardır.

Bir insan istemediği bir şeyi yapıp sonradan nefret ederek pişman olabiliyor ve keşkelerle hayıflanabiliyor ise, nefsin güdümünde olmasındandır. Yoksa hiçbir nefis yoktur ki, kendine zarar veren, eleme götüren ve hüsrana sürükleyen hiçbir işin içinde olmasın ve elleriyle kendini mahvı perişan etmesin!

Yaratıcıyı değil nefsini rehber edinmiş bir insanın dürüst ve adil olabilmesi mümkün değildir. Çünkü nefis, yalnızca kendi iyiliği için çalışıp doyması akabinde yahut zarar gelebilir kaygısından dolayı kalan artığını başkalarına bir lütufmuş gibi verir. Dolayısıyla hiçbir insan temiz olmayıp, temize çıkabilmesi de Allah’ın dileğine bağlıdır.

“Kendilerini temize çıkaranlara ne dersin! Hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ve hiç kimse kıl payı kadar haksızlık görmez.” Nisa 49

İnsanın dürüst ve adilliği kendinden değil de hep başkalarından beklemesi, nasıl nefsinin esaretinde olduğuna apaçık bir kanıttır. Ancak bilmez ki, kendi dürüst ve adil olunca başkalarını umursamayacağını ve hiç kimsenin kendisine zarar veremeyeceğini!

İlk tanıdığım kimselere karşı önyargısız davranıp dürüst ve adil olduklarını telakki etmem, başta ailem olmak üzere yakınlarımın tepkisine yol açar. Oysa derim ki, Allah’a güveniyorum onlara değil; “ben doğru ve adil olduktan sonra art niyetli sapan bir kimsenin zarar verebilmesi mümkün değildir.” Velev ki bir zararı dokunmuşsa, onu da şer değil hayır bellerim! 

Dürüstlük ve adaletten verilebilecek zerrecik bir taviz, tıpkı gözle görülemeyen mikrobun dev bir vücudu ele geçirip kemirmesinden farksızdır. Nasıl ki tedavi edilmeyen bir hastalık tüm bedeni kaplayıp ölümüne yol açıyor ise, batılla inşa edilen bir düzene de şeytan musallat olur; dolayısıyla dürüst ve adil tek bir insan bulunamaz.

Bugün sahip olduğumuz bilgiler ışığında, dürüst ve adil bir kimsenin yapabileceği tek yorum; kul olduğu kabulüyle asıl hesap verilecek olan merciin Allah olduğu, her yapılan işten Allah’ın haberdar olduğu, insandan değil Allah’tan sakınılma endişesidir.

Nefislerin azarak tanrılaştığı bir dünyada suçların sağanak haline dönüşmesi, olması gereken mutlak bir sonuçtur. Kimin suçlu veya masum, kimin dürüst veya yalancı, kimin adil yahut zalim, kimin dost ya da düşman olduğu sözle bilinememekte; kalplerde saklı olanlar sonuçlar akabinde ortaya çıkmaktadır. Yapılan hiçbir şey silinemez; politikacılar yahut iktidarlar çıkarları doğrultusunda uzlaşma adına geçmişte yapılanları unutmaya veya silmeye kalkışırlar ama hiçte öyle olmaz. Yanardağların sönmüş olması nasıl yanılgıya neden olup her an patlayarak kızgın lâvlar fışkırtıyor ise, köz halinde kalplerde saklanan duygularda patlamaya hazırdır. Nefsin ağır bastığı tüm beraberlikler çatlamaya ve yıkılmaya mahkûm olduğundan, çok daha vahim sonuçları da katlayarak beraberinde getirebilmektedir.

İlişkilerin müspet yönde ilerleyerek dostluğa dönüşmesi veya bozularak düşmanlığa neden olmasını sağlayan sebepler, insan akliyatı ve iradesiyle meydana gelen gelişmeler değildir. Nefsin egemen olduğu dostluk ve beraberliklere asla güvenmemeli ve çıkarsal aldatıcılığına asla kapılmamalıdır. Çünkü bu tür ilişkilerde dürüstlük ve adalet değil, çıkar ön plandadır! Vahiysel kurallarla batıl kuralların inandırıcılığı, kalıcılığı, etki ve tepkisi, ateş ile su gibidir! Mükâfat beklediğin veya sığındığın güç, sonuçları etkileyen ve dönüşümü sağlayan mutlak egemen bir güç olmalıdır ki, umutların yeşerebilsin ve olaylar lehine dönüşebilsin.

Yeryüzünde vuku bulan hiçbir şeyin gizli kalmayacağı bilinciyle saklamak istenilen şeyin fani yahut ebedi âlemde bir gün mutlaka ortaya çıkabileceği hesap edilmelidir. Çünkü beşer, herhangi bir şeyi gizleme özgürlüğüne ve iradesine sahip değildir. Bu sebeple beşeri değil yaratıcıyı muhatap alan insan, dürüst ve adil olur. Lakin nefsi düşünce düzeyinde böyle bir insanın bulunabilmesi imkânsızlaştığından, Allah’tan başka dürüst ve adil yoktur.  

İnsan, nefsinden ötürü haindir, yalancıdır, nankördür ve aldatıcıdır. Sözüyle etrafına parıltılar saçar, davranışlarıyla da lavlar fışkırtır. Ne zaman ki insan, söze değil amele odaklanır, işte o zaman hak ettiği müspet kaderi yaşar!

“Genelde insanlığın kaderi, hak ettiği olacaktır.” Einstein

“Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter.” Ahzab 3  

Kahrolası insan! Ne inkârcıdır (haindir)!”  Abese 17

“Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür (yalancıdır).” Adiyat 6

“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51

24 Nisan 2015 Cuma

Politikacılar tıpkı fahişeler gibidir…



Dikkat edin siyasiler demiyorum, yılan değiştirir gibi deri değiştiren; vahiy, hak ve adalet tanımayıp ruhlarına fiyat etiketi koymuş oportünist çıkarcılardan söz ediyorum.

Oysa siyaset öyle ulvi bir görevdir ki, yaratıcısı Allah’ın hükümlerinden başkasına itaat etmez; nefsi arzu ve isteklere göre karar almaz; hak ve adaletten şaşmaz; merkezine insanı değil Allah’ı alır; hesap sorucunun insan değil Allah olduğu sorumluluğuyla hareket eder; beşeri hiçbir gücün etkisi ve hegemonyası altında bulunmaz; nefsi, lideri veya partisinin çıkarları için değil Allah için mücadele eder; doğru veya yanlışı yaratıcının ilkeleri üzerine tasdik eder; batılı haktan üstün tutmaz; adalet karşıtlarının sultalaşmasına fırsat tanımaz; hak ve adalete ancak Allah’ın ipine sarılmakla ulaşılabileceğini bilir; kendisi ya da diğer nefisler için değil yaratıcı Allah için hizmette sınır tanımaz; dünyanın neresinde zulme mazhar olmuş tek bir insan olsa bile din, dil, ırk ayırımı yapmaksızın çıkarı değil Allah için yardıma koşar. Siyaset, kısaca yaşamın bütünü, suyu, nefesi ve ruhudur. Siyasetin olmadığı bir toplum kurak ve vahşi bir çöl gibidir. Başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere tüm peygamberler siyasiydi ve ümmetlerini kendilerine indirilen vahiyle yöneterek; kulluktan, hak ve adaletten bir nebze olsun ayrılmamışlardı.

Politikacılar ise, kendilerini tanrı yerine konumlandırarak iknada her türlü metodu binbir takla atmak ve yapamayacaklarını vaat etmek suretiyle önce cezp eder, akabinde ne izzet ne itibar ne şeref bırakarak, kalplerdeki değerleri de söküp atmak suretiyle ruhsuz beden misali toplumlar oluştururlar. Seni emmekle yetinmez, yedi ceddin ecdadına ve tarihine de fiyat biçerek, uzlaşma adına yok pahasına satarlar. Dolayısıyla politikacılar, hak ve adaletten farklı çıkarlara sahip kimselerdir. 

"Bir adam politikacı olur olmaz onun dalavere yapması için her şey hazırlanmıştır. Politikacı derisini değiştiren bir yılana benzer. O halkın temsilcisi olmadan önce siyasal güce karşı koymaya daima hazır birisiydi. Şimdi ise güç kendi eline geçince bütün sorunları kendi çıkarı doğrultusunda görür ve değerlendirir." Alain

Devletler kanunla değil, ahlakla yönetilir. Kanunla ahlakı farklı ele alanlar, her ikisini de asla anlayamadıklarından politika türemiş, böylece politikacıların içerisindeki halk ruhu, hırsızların, sokak serserilerinin ve teröristlerin ruhundan fazla olmayıp, amaçları her zaman kendi özel avantajlarını arttırmak ve bunun içinde ellerindeki güçleri kullanmaktır. 

Bir fahişenin ahlaki yozlaşması ne ise, politikacıların siyaseti yozlaştırmaları da odur! Dolayısıyla politika, fahişelikten daha kötüdür. Fahişelik bir tek bireyin ahlakının bozulması, oysa politika, tüm toplumun ahlakını yok etmesidir.  
    
Fahişeler için hedef zengindir ve para tükendiğinde terk eder ama politikacılar için zengin olsun fakir olsun önemli değil oy gerekli olduğundan ölene dek asla terk etmezler. Hatta güçleri el verse önce mezara sonra ruhların toplandığı berzaha dahi giderek oy isteyebilirler. Bir fahişe ile ilişkiye girildiğinde kapılan hastalıktan tedavi sonucu sağlığa kavuşulabilir ama politikacılar, ölümcül bir virüs misali öldürmeden yakanızı bırakmaz.

Ahlaksızlık piyasanın ana merkezi olan politika, sömürünün merkezidir. Tamamen vicdanları paçavraya çevirip merhamet duygusunu ortadan kaldıran çıkarcı ve fırsatçı materyalist gaddarlıkları insani değerleri biçmekte, dolayısıyla önce güldürüp sonra kahrettirmektedir. Şehvetin doruğa çıkıp anlık tatmin için erkek veya kadın fahişenin getirebileceği felaket nasıl hesaplanamıyor ise, politikacılarla girilen ilişki daha beterini doğurmaktadır.

"Savaş alanında korkaklık gösteren bir generali kurşunla öldürürsünüz. Halkın
ahlakını bozan politikacılar için ne ceza önerirsiniz?"
Lord Acton

Politikacıların kurumsal varlığı yanında en alttan en üst düzeye kadar destekçilerinin de zamanla kalpleri taşa dönüşmekte, sömürgeci efendilerinin adamı olabilmek, ceplerini doldurabilmek ve mevkilerini yükseltebilmek maksadıyla masumiyet maskeleriyle en acımasız avcıdan daha zalim tuzaklarla insanları girdaba çekmektedirler.

Her ne kadar politika sistemi siyasetin işleyebilmesi için vazgeçilemez bir olgu olarak değerlendirilse de, vicdandan soyutlanmış olmalarından yarar değil zarar getirerek insanlığı iğfal etmektedirler. Seküler düşünce temelinde varlık göstermeleri bencilleşmelerine ve kendilerinden başkasına kaygılanmamalarına neden olmaktadır. Politika değil de siyaset odaklı iddiaları tamamen aldatma olup, tıpkı gönül rızasıyla zina yapanların kendilerini meşrulaştırma gayretlerinden farksızdır.

Oysa İslam, seküler politikanın aksine hak ve adalete ehemmiyet vermekte, maddeyi değil maneviyatı yüceltici hükümler getirerek nefsin galebe çalmadığı bir düzeni vurgulamaktadır. Çünkü heva ve hevese göre her türlü düşünce ve davranışı yasaklamıştır. Bu sebeple İslamsal itikad, mükâfatı insandan değil Allah’tan bekleyen bir inanç olmasından nefsi talep ve hırsları kökten reddetmiştir.
  
Allah için yaratılmış bir insanın Allah’tan başkası için var olabilmesi mümkün değildir. Şeytanın “ben” demesi, nasıl cennetten kovulup ebedi cehenneme atılmasına neden olmuş ise, Allah’a isyan üzerine kurulmuş seküler politika sistemi de benlik güden sömürücü anlayışından cehennemin dünyadaki kapısıdır. İnsaniyeti çökerten, Allah’ın verdiği lütfu, emaneti ve ihsanı kendinden bilerek haksızlık ve zalimlikte sınır tanımamaya götüren bir benlik, şüphesiz şeytanidir. 

Siyaset açıklık ve adalet; politika ise oyunculuk ve dalaverelik üzerine kuruludur. Yaratıcı Allah’ın bildiğini oyunlarıyla gizlemeye çalışan politikacılar, er geç deşifre olsalar da yeniden itibar kazanabiliyorlarsa, insanların nasıl zehirlendiğini ortaya koymaktadır. Çünkü politikacıların gayesi, bütün ışıkları söndürüp dünyayı kara bulutlarla kaplayıp idraki engelleyebilmektir.
    
"Açıklık politikayı temizleyecek unsurlardan birisidir. Hiçbir şey açıklık kadar
politikadaki kötü uygulamaları kontrol edemez. Evinin çevresindeki duvarın etrafına bir delik açmaya çalışan bir İrlandalı'ya ne yaptığı sorulduğunda İrlanda'lı şöyle cevap vermiş: Bodrum'daki karanlığın dışarı çıkması için uğraşıyorum... Galiba, bizim şimdi yapmamız gereken de budur."
Woodrow Wilson

Seküler politik kurallar hakkında ne kadar düşünülse, yanlışlar bertaraf edilmeye çalışılsa, defaten yeniden düzenlenmeler getirilse de; ne iyi bir oyun, ne iyi oyuncular, ne de iyi kurallar bir fayda sağlamaz. Temeli kötü olan bir şeyden iyi bir sonuç çıkarılamaz.

Politikacı çıkarlarını ve seçimleri; siyasetçi ise hakkı ve adaleti düşünür! Dolayısıyla oyunbaz olan politikacılar lehine kullanacağınız oy, ana yahut babalarınızı mezardan çıkaracak bir gücü doğuracak olsa dahi destek verme. Çünkü onların mezardan çıkışı hayır değil şer getirecektir!

 “Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete duçar olmaması için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.” En’am 70

18 Nisan 2015 Cumartesi

Türkiye, gizli bir Hıristiyan ülkesidir!



Her ne kadar literatürde laik-seküler siyasi bir rejim ve tarihinden ötürü İslam imajı taşısa da; her açıdan Hıristiyanlığın güdümünde bir ülkedir.

Dini yönden doğrudan Hıristiyanlığı kabul etmemiş olması, siyasi ve hukuki gerçeği manipüle etmede başarılı olsa da; cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyenin cevizin hepsini kabuk zannetmesi gibi Türkiye, İslam sanılmaktadır. Ancak Hıristiyanlığın kendine tehdit bulmadığı ölçülerde İslami şiarların yerine getirilmesine bireysel izin vermesi İslam algısı oluşturmaktadır. 

Hıristiyan olmak, sadece Hıristiyan dinini kabul etmek demek değildir; Hıristiyanların arzularına uymak, isteklerini yerine getirmek, siyasetini ve hukukunu baz almak, tanrısal bir etki ve güçleri varmış gibi boyun eğmek, hoşnut kılabilmek için vahyi ve kazanılmış haklarından feragat etmek, barış adı altında esaretlerine razı olmak, rızaları olmaksızın karar alamamak, dost edinmek ve inanç temellerinde ittifak kurmaktır.

Hıristiyan âlemi, geçmişteki Haçlı seferberliğinden farksız bir araya gelmiş; güdümündeki Türkiye Cumhuriyeti Devletinden aldıkları destekle kendilerine tek tehlikeli gördükleri Müslüman Türklerin olası şahlanışlarını önleyebilmek için baskı üzerine baskı kurmaya çalışarak mahkûm etmeye kalkışmaktadırlar. Devleti ve siyaseti mahkûm etmeleri yeterli olmamakta,  Müslüman milleti mahkûm kılamamalarının korkusu yüzünden devlete şantaj ve tehditler sürdürmektedirler.

Türkiye’nin Hıristiyan değil Müslüman olduğunun ölçüsü nedir biliyor musunuz; Ayasofya’nın cami olarak tekrar ibadete açılmasıdır. Ayasofya, Hıristiyanların dayatması doğrultusunda müze olarak kalmayı sürdürdüğü müddetçe, değil Çamlıca’da yapılan Cami, Türkiye’nin her köşesine cami yapılsa ve minarelerinden ezan okunsa dahi hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü Ayasofya kapalı durduğu müddetçe, Fatih Sultan Mehmet Han’ın laneti devam etmektedir.
   
Hiçbir gücün fethetmeyi başaramadığı, uğruna yüz binlerce şehit düştüğü Bizans’ın merkezi İstanbul’u fethederek milletimize, Müslümanlara ve tüm dünya insanlığına hak ve şeref kazandırarak zulmü bitirip dünyadaki barış ve adaleti sağlayan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin İslam’ın simgesi olan Ayasofya Kilisesini Camiye dönüştürmesi, tıpkı Kâbe’nin putlardan arındırılıp Müslümanların kıbleleri haline dönüştürülmesinden farksızdır. Nasıl ki Kâbe’nin dönüştürülmesi kıyametsi bir felaket ise, Ayasofya’nın da müzeye dönüştürülmesi öyle bir felakettir. 

Hz. Fatih Sultan Mehmed Hanın Ayasofya Vakfiyesinde yer alan vasiyetinde; “İşte bu benim Ayasofya vakfiyem; dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tecile koşarsa, fasit veya fasık teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisinin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek mütevelli hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse; ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar! Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse; Allah’ın, Peygamberin, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin, onların haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, Allah’ın azabı onlaradır. ALLAH İŞİTENDİR, BİLENDİR.”

Camisiz bir Ayasofya, İstanbulsuz bir Türkiye ve İslamsız da bir Türklük olamayınca göre; nasıl bir ihanet milletimizin kanını dökerek hak ettiği zafer sembolü Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarabilmiş ve gelen iktidarlarda tekrar camiye dönüştürmesinden kaçınabilmişlerdir? 1934 yılındaki iktidar, nasıl Hıristiyanların hegemonyası altında ise; günümüzdeki iktidarda öyledir!

Fatih Sultan Mehmed Han ve şehit askerlerinin laneti, kılcal damarlarımıza kadar öyle işlemiş ki, meşru hakkımız olan Ayasofya’yı camiye dahi çevirmeye güç yetirememektedir.
  
Kalplerindeki Hıristiyan korkusu, Allah korkusundan öyle aşırı ki, uğruna yüzbinlerce şehidin düştüğü Ayasofya’yı Hıristiyanların inisiyatifine terk edebilmektedirler. Düşünün ki, Fatih Sultan Mehmed ve askerleri, İstanbul’u fetheder etmez ilk cuma namazını Ayasofya’da kılmış ve Ayasofya’nın peygamberimizin fetih ile ilgili müjdesiyle İslâm’ın siyasi bir yüreği olduğu idrakiyle sırf Ayasofya’ya cami yapabilmek için İstanbul’u fethettiğini tüm dünya bilmekteydi.

Ayasofya cami olamadıktan sonra, Türkiye’nin Hıristiyan değil İslam ülkesi olabilmesi mümkün müdür? Ayasofya’yı cami yapamayan bir millet, Hıristiyan değil Müslüman sayılabilir mi?
    
“Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zalim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur.) Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.” Bakara 114

12 Nisan 2015 Pazar

Vahye değil dine itibar var!



Vahiysiz bir din, ruhsuz bir beden misali ölüdür. Dolayısıyla vahiysiz din, dinsiz siyaseti meşrulaştırmasından seküler düşünce ve yapılar masumlaştırılmıştır. 

Vahyin hükmettiği din, ne siyasetten koparılabilir ne de ayrı tutulabilir. Onun için önce vahiy yani Allah’ın sözleri arka plana itilerek, hatta tamamen dışlanarak beşeri düşünce ve akideler din yapılmış; böylece nefis ahkamlı düşünce ve hükümler, gerek dini gerekse din dışı düzenlerde uzlaştırıcı temel düstur olmuştur.

Teistler, deistler ve ateistlerin birleştikleri ortak payda hümanizmdir. Birbirlerine mütenakız görüşlerin hümanistlik çatısı altındaki “kardeşlik” hilesi insanı seküler temelde evrenselleştirmeye, diğer bir ifadeyle tanrısallaştırmaya götüren bir yönlendirmeyi üstün kılmış; vahyi tüm hükümler yıkılmış ve beşerden başka hiçbir değerin bulunmadığı anlayışa mutabakatı ve mecburiyeti doğurmuştur. Ortak çıkardaki amaç, Allah’ın hükümlerine yani vahye karşı birleşik bir güç oluşturarak etkisiz bırakmaktır.

Öyle ki, yaratıcı Allah’a, peygamberlere ve kitaplara verilen kutsallık payesiyle vahyi, vicdanlara yahut âlimlerin inisiyatiflerine hapsetmişler; yeryüzü yönetiminden, siyasetten ve dünya işlerinden dışlama güdümüyle nefislerin razı olabilecekleri dinler türetilmiştir. 
       
Oysa vahiy, her alanda referans alınıp yaşamın olmazsa olmazı olarak müminlerin üzerine farz kılmış ama kavram ve yorum manipülasyonlarıyla akıllar öyle karıştırılmış ki, hüküm koyanın Allah değil ilim erbapları olduğu inancı kalplere nüfuz etmiştir.
Allah’ın iradesine kayıtsız-şartsız teslimiyet olan İslam’ı, insan iradesine bağlılık haline getirerek hümanistleştiren sekülerizm, İslam’ı da doğrayarak Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer dinlerden faksız bir inanca yöneltmiştir.
Din ve seküler düşünce düzeyinde karar verme yetkisinin insana bağlanması, hak ile batıl cepheleşmesini ortadan kaldırmış; böylece demokrasi anlayışıyla taraflar ittifak kurabilmişlerdir. Yoksa vahyin hükmettiği bir din anlayışında gerçek ile yalan uzlaşabilir, birbirlerine zıt ve düşman düşünceler aynı hedefe kilitlenebilirler mi?
Vahye iman etmiş bir mümin için düzenin egemeni Allah; dine iman etmiş biri için egemen âlim; sekülerizme iman etmiş biri için egemen beşerdir.
Vahyin değil dinlerin hükmettiği bir akide, ancak kurak bir çöl gibidir. Vahiy ile din, Mutlak İrade ile özgür yahut cüz’i irade, iman ile inanç arasında karmaşa yaşayan insan, uçsuz bucaksız bir çölün ortasında serap görendir.
Vahiy olmadan din ya da bilim, ruh olmadan fizik, yaratıcı olmadan yaratık var olamaz. Her türlü düşünce ve bilgileri meydana getiren vahiydir. Dolayısıyla dini ve bilimi de vahiy yarattığına göre; yaratığın Yaratıcı’dan daha bilge, aydınlatıcı, güçlü ve dilediğini yapabilecek bir kudreti olabilmesi mümkün müdür? Ahkâmlarına inanılıp güvenebilinir mi? O halde gerek dinsel gerek bilimsel gerekse siyasal üstünlük gütme arayışları, ısrarları ve inatları, apaçık bir yalan ve aldatmadır.   
Gerek dinli gerekse dinsiz insanın, vahiy gerçeğini ya kısmen ya da tamamen reddetmesi veya kendi arzu ve isteklerine göre yorumlayıp dinsel yahut bilimsel bir açı edinmeye kalkışarak evrensel doğru elde etmeye çalışması asla gerçekleşemez. Gerçekleşebilmesi için insanın kendini yaratma ve düzene hükmetme zorunluluğu vardır.

“OL” emriyle kim var edebiliyor ve dilediğini başarabiliyor ise, tek söz ve kudret sahibi O’dur. 
“Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece "Ol" dememizdir. Hemen oluverir.” Nahl 40