İçeride Genelkurmay, dışarıda diplomatların ortaya koydukları buyurgan ve müstemlekesel politikalarla Türkiye Halkı layık olduğu lidersel güce kavuşamamakta, batılıların ve Kemalistlerin şamar oğlanı olmaktan öteye gidemeyerek, asla bağımsız olamamakta ve etkin kararlar alamamaktadır.
Diplomatların “vitrin mankeni” varlıkları, Türkiye’nin gücüne ve diplomasisine büyük darbeler indirmiş, ekonomik ve siyasi haklarının gaspına neden olmuştur. DHL’nin ne olduğunu bilmeyen, görev yaptığı başkentte 2 yıl kalmasına rağmen hiç kimseyi tanımayan Türk büyükelçilerini bizzat tanımış, “Akıl mı Kader mi” adlı kitabımda tüm sefilliklerini ve sünepeliklerini deşifre etmişimdir. Aynı tezgahtan çıkmalarından dolayı bugünde hiçbir şey değişmemiş, ne Türk devleti, ne de Türkiye milleti, maalesef yurtdışında temsil edilememenin ezikliğini yaşamaktadırlar.
CHP ve Kemalist yanlı hükümetlerin dışında iktidara gelmiş hükümetlere göz açtırmayıp sürekli tehdit eden gettolar, dünyaya hükmetmiş Müslüman Türkiye milletini çerçöp ederek sürünmesine, dolaysıyla dünyada söz sahibi olmamasına yegane etkenlerdir. CHP ideolojisinin amansız bekçileri ve takipçileri olan totaliter Genelkurmay ve yargı; ne acıdır ki CHP’nin tetikçileri izlenimi vermiş, kendilerinden olmayan hükümet, bürokrat ve vatandaşa karşı düşmansı bir tavır sergileyerek, CHP lehine açık bir tehdit oluşturmuşlardır. Halkın irade ve takdirine bile saygı göstermeyerek infiale ve kaosa neden olmuş, bu sebeple düşmanlarımız üzerindeki tahakkümü kırıp, güvenen dost ve kardeşlerimizi de yalnızlaştırarak barbarlara peşkeş çekmişlerdir.
Böylesi yıkıcı bir despotizme karşı doğrudan mücadele etmek yerine, olabilecek bir iç savaşı hesap ederek kurtuluşu batı da arayan hükümet, batının baskısıyla Kemalizm diktatörlüğünün üstesinden gelebileceğini düşünmüş, böylece İsrail yandaşı barbar batının zincirlerine hapsolmuştur. Ancak Dünya Ekonomi Zirvesinin düzenlediği Gazze panelinde bağımsız bir Müslüman Türk’e yakışır onurlu duruş sergileyen Başbakan Erdoğan, vurulan zincirleri kırma yolunda fevkalade önemli bir adım atmış, mazlum, mağdur ve sömürge altında yaşayan toplumların umudu olmuştur.
Gerek Genelkurmay’ın, gerekse yargının milletçe seçilen AKP hükümeti aleyhine giriştikleri entrikalar, şüphesiz yerli ve yabancı kamuoyunca dikkatle izlenmekte, gerçek yüzleri bir bir ortaya çıkmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde; Kur’an kurslarındaki başörtülü çocukları bahane ederek hükümete muhtıra verebilme cesaretini gösteren Genelkurmay, CHP’nin isteği doğrultusunda medyayı ve yargıyı harekete geçirerek, o malûm, adaleti katleden anayasa mahkemesinin aldığı kararı gerçekleştirmiş ve darbe şantajıyla sağ muhalefet üzerinde baskı uygulamışlardı.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle ilgili ANAP’ın ve genel başkanı Erkan Mumcu’nun anayasa değişikliği talebine şiddet ve tehditle karşı çıkıp, silah gösteren eski genelkurmay başkanı Org. Hüseyin Karadayı; “CHP tezine destek verin, cumhurbaşkanını halkın seçmesi halinde ordunun müdahale edeceği” gözdağında bulunarak, nasıl bir halk ve cumhuriyet düşmanı olduğunu itiraf edebilmiştir. Bir avuç Kemalist’in dışındakileri “halk”tan saymayan ve seçtiği vekillere, hükümetlere ve cumhurbaşkanına itibar etmeyip saygı göstermeyen müstebit CHP’liler, alışageldikleri diktatörlüklerini, Müslüman Türkiye milletinin kendisi olan “orduyu”, heyhat, düşmansı bir işgalci güçmüş misali ideolojik çıkarları uğruna kullanmak isteyerek, kabul edilemez bir terörü, yani Ergenekon Terör Örgütünü besleyip büyütmüşler, sonrada meşrulaştırabilme adına fütursuzca savunabilmişlerdir.
İhanetle yargılanması gereken Org.Hüseyin Karadayı’nın deşifre olan telefon konuşması, halkımızca en güvenilir kurum olan Genelkurmay’ın, aleyhlerinde nasıl bir sinsilik içinde olduğunu gözler önüne sermekte, ne gariptir ki eski başsavcı Sabih Kanadoğlu’nun da bu tezgahın içinde yer alması, gözleri üyesi olmakla suçlandığı Ergenekon Terör Örgütündeki ilişkisine çevirmektedir.
“Teşekkür ettim Sabih Kanadoğlu’na. Gece konuştuk telefonda 45 dakika. ‘Ne olacak bundan sonra?’ dedim, ‘Vallahi kötü istikamete gidiyorlar’ dedi. Genelkurmayın düşünmesi lazım artık bu işi. Bir tek Silahlı Kuvvetler temizler artık. Eğer bu seçimlerde de başarılı olunmazsa, Silahlı Kuvvetlerin bunu halletmesi lazım. Bunlar yani cumhurbaşkanlığına kadar kendi adamlarından biri gelir, seçimde de ekseriyetle başa geçerlerse o zaman asker temizler bunu.” Peki, sözünü ettiği o adamlar; dostları katil İsrail’den, barbar ABD’den, terörist PKK’dan çok daha tehlikeli, bu milletin seçtiği vekiller ve hükümetleri değil mi? Türk Silahlı Kuvvetleri kimi temizleyecek ve bahsi geçen o işi nasıl halledeceklerdi?
Oysa Genelkurmay, asla “Türk Silahlı Kuvvetler” demek değildir ve şahit olduğum dehşetsi gerçekler karşısında, Genelkurmay’dan açıklanabilecek halkın ve hükümetin aleyhindeki herhangi bir sözün ciddiye alınmamasını ve derhal karşı koyulmasının gerekliliğine inanıyorum.
Artık durun…
Halkını ve hükümetini tehdit eden bir Genelkurmay, adaletsiz ve taraflı bir yargı, asla bu milletten olamaz , dolayısıyla temsil edemezler…
Tümgeneral Erol Özgil’in; “Türk insanının kanı bozuk” tüyler ürpertici haçlı sözleri, ordumuzu idare eden generalce nasıl bir muhasara altında olduğumuzu kanıtlamaktadır. Acaba o ordunun adı; Türk Silahlı Kuvvetleri değil midir? Öyleyse kendileri kimdir?!? Ayrıca aynı general Erol Özgil; "Tel örgünün içinde hukuk olmaz. Tel örgünün içinde her şeyi yapabilirsin” sözleri, Baykal’ın ifadesiyle Türkiye’yi açık bir “Guantanamo”’gibi gördüklerini ortaya koymaktadır.
Ey Müslüman Türkiye milleti!
Zaman, çıkar zamanı değil, birlik ve beraberlik içinde zincirlerden kurtulma zamanıdır.
Dış düşmanlarınıza karşı geçmişte verdiğimiz kurtuluş mücadelesini, iç mihraklara karşı vermez, dik durmaz ve bağrınıza basmaya devam ederseniz, biliniz ki esaretten kurtulamayacak, CHP ve terörist yandaşlarının kanlı ökçeleri altında ezilmeye devam edeceksiniz.
Kimin arkasından gittiğinizi, hangi amaçlar için kullanıldığınızı, geleceğinizin şimdikinden daha beter mi olacağını gözlemlemez ve muhakeme edemezsiniz, vallahi hiç beğenmediğiniz bugünleri de arayacak, acı, baskı ve köleliği onur saymaya başlayacaksınız.
Sizler, başka milletler gibi esareti ve aşağılanmayı tatmamış, yüce Allah’ınızın lütfettiği o kahramanların torunlarısınız.
O onurlu, cesur ve yiğit atalarınız gibi dik ve hür yaşayın, dahili ve harici hiçbir düşmanınızın zincir vurmasına fırsat vermeyin.
İçinize karışmış damızlık ürünlerin hezeyanlarına ve fısıltılarına aldanıp farklı inançlara ve ırklara hasım olmayın, yoldan çıkarak insanlık, şeref, namus ve onurlarınızı doğramayın.
Katil İsrail cumhurbaşkanına gerekli hamleyi yapan ve korku imparatorluğu olan Kemalist zorbalara ve terör örgütüne karşı zor bir mücadeleye girişen Başbakanınızın arkasında durun ve ona destek verin ki, ne geri adım atabilsin ne de hainlerin oklarına siper olabilsin.
Sizler cesur ve kararlı olun ki, o’da gereğini yapmaya mecbur kalsın.
Yalakalık ve çıkar hesabı yaparak her şeyi alkışlamayın, doğru söz ve davranışlarına pirim verin, yanlışlarında yakasına yapışın.
Baş tacı yapıp şımartmayın, eleştirilerinizle ateşten bir gömlek giydiğini hissettirin.
Eğer onu; fırsatçıların, haramilerin ve despotların eline bırakırsanız, barış, birlik ve özgürlük umudu sönecek, çok daha zorlu ve şiddetli bir itilip kakılmayla karşılaşacaksınız.
Her insan hilkatte bir eş, ancak inanç ve ırkta farklıdır.
Birbirinizin inanç ve ırklarına saygıda kusur etmeyin, erdemliğin vazgeçilmez bir ilkesi olan tahammül ve sabrı, mutlaka muhafaza edin.
Yanlışları ve hataları olabilir, ama onu doğruya getirecek, erdemli ve adaletli davranmaya itecek ve Müslüman Türkiye’ye yakışır adımları arttıracak yine sizlersiniz.
Sizler doğru ve dürüst olursanız, yöneticileriniz de olacaktır.
Biliniz ki, hiçbir zaman dışlanmaya, sızlanmaya ve ikinci sınıf olmaya lâyık değilsiniz.
Sizler; birkaç çapulcu liderin, gazetecilerin ve sözde aydın döküntülerinin emir erleri, kuklaları ve kulları değil, belki de onlardan çok daha üstün, zeki, yetenekli ve fazilet sahibi insanlarsınızdır.
Sizler, dünyaya hak ve adalet dağıtmış, bu uğurda barbarları dize getirmek uğruna canlarını vermiş kahraman ecdadınızın geriye bıraktıkları asil evlatlarısınız.
Gelin birlik olun, canlarını ve mallarını sizler için feda eden o mübareklere ihanet etmeyin ve ihanet edenlerle birlik olup, ruhlarını sızlatmayın.
Eğer hak ederseniz, mutlaka geleceğin yiğit liderleri sizlersiniz…
30 Ocak 2009 Cuma
29 Ocak 2009 Perşembe
Tebrikler Sayın Başbakan Erdoğan...
Davos Ekonomik Zirvesindeki oturumda katil Şimon Perez’in gözlerinin içine bakarak, Müslüman bir Türk’e yakışır onurlu ve yiğit duruşunuzdan şahsınızı kutluyor, Osmanlı’nın geriye dönüşünü yansıtan “haksızlığa meydan okuyan tavrınızın” Müslüman Türkiye milletini şahlandırarak motive edeceğini, düşmüş alınlarını yeniden kaldırarak izzet ve şerefe kavuşturacağını bilmenizi istiyorum.
Artık barbar hiçbir gücün karşımızda duramayacağına imanen inanıyor, mazlum ve mağdurların umudu olan lider Türkiye’nin dönüşünün canavarlara korku, dostlara ise bir güç katacağından, bir kez daha şükranlarımı sunuyorum.
Etiketler:
Başbakan Erdoğan,
Mehmet Ali Şadoğlu,
Müslüman Türkiye,
Şimon Perez,
tebrikler
28 Ocak 2009 Çarşamba
Müslüman değil “deist”tirler
Tek ve hak din olan İslâm’a, kavramlarına ve simgelerine bedhah bir rakip olan CHP, bir siyasi parti olarak halkın dahili ve harici kalkınması, bütünlüğü, ilerlemesi, güçlenmesi ve caydırıcı olmasına değil, vahiysel İslâm’ı ortadan kaldırıp, ideolojileri temelinde kurguladıkları Kemalist bir dini egemen kılmaya ve diktatörlüğe odaklanmıştır.
CHP’nin birçoğu her ne kadar ateist bir görüşe sahip ise de, “deist” inanç taşıyanlarda azımsamayacak bir çoğunluktadır. Türk bir şoven milliyetçisi (Atatürk milliyetçisi) olmalarından, Hz.Muhammed’i, Arap kökeninden dolayı tamamen reddetmekte ve “Türk-İslam” gibi sapkın bir din üreterek, ırkçı (kafatasçı) MHP ile aynı çizgide buluşmaktadırlar. Gerek cumhuriyet adına düzenledikleri ihanet mitinglerinde, gerekse Ergenekon Terör Örgütündeki birlikteliklerinden, CHP ile MHP yekvücut ittifak içindedirler. Ancak Müslüman ülkücüler, CHP ve MHP’ye oy veren bilinçsiz Müslüman vatandaşlar, bu oluşumun ve tanımın dışındadır.
Deist; doğaüstü olayların tanrıdan geldiğine inanarak, Tanrı’yı tek başına kabul eden, ancak Yaratıcı’nın dinlerle ve elçileri peygamberlerle olan bağını kökten reddedendir. Deistler, doğru dinin insan mantığında ve tabiatın kanunlarında görmeyi tercik eder ve Allah’ın, peygamber aracılığıyla gönderdiği ilkeleri kesinlikle inkâr ederler. Dolayısıyla bu doğrultudaki tek bir Tanrı’nın, yani iradesiz bir Allah’ın varlığına inanırlar. Oysa, Allah ile peygamberleri birbirinde ayırarak, bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmayanlar lanetlenmişler ve inançlarının hiçbir hükmü olmadıkları kesin bir ifadeyle açıklanmıştır.
“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirlerinden ayırıp;diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu: İşte gerçekten kâfir bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” Nisa. 150-151
Doğa dini olan deizm’e inanış, 17. yüzyılın Avrupa’sında bir devrim olmuş, laik Türkiye Cumhuriyetini kuran CHP gibi birçok kültür bu akıma, yani vahiysiz ve peygambersiz bir Tanrı’ya destek vererek, Rönesans dönemindeki hümanist yaklaşım çerçevesinde dolaylı bir ateizmi ya da “Doğa tanrısı” diye yetkisiz bir tanrıyı kendilerine öylesine ilâh edinmişlerdir.
Türkiye’deki deistlere (CHP) göre; İslam’ın vahiysel bir din olduğuna inanmadıklarından, Hz.Muhammed (S.A.V) vahiy alan bir peygamber değil, dahî ve Arap bir din kurucusu olarak kabul edilmiştir. Tıpkı Hıristiyanların, yüce peygamberimiz Hz. Muhammed’e ‘yazar’ demeleri misali! Hatta onlar nezdinde, Resul peygamberler ile yalancı peygamberler arasında fark görülmemiştir.
Bu düşünceyi ortaya koyan CHP’li Türk masonları, peygamberlikte toplumsal şartların oldukça etken olduğunu, bundan dolayı peygamberlik iddiasında bulunanların bazısının başarılı olup peygamber vasfı aldığını, bazısının da başarılı olamayıp yalancı peygamber ünvanını
aldığını ileri sürmüşlerdir. Yine onlara göre; Allah’ın aracıya ihtiyacı bulunmaması ve Allah inancının yeterli olmasından hareketle, ayrıca bir peygamber inancının ortaya konmasına gerek bulunmadığını iddia ederek, Müslüman Türkiye halkının taptığı Allah’a, peygamberine ve vahiysel dinine savaş açıp çağdaşlık, akılcılık ve batılılaşma adına; amansız ve zalim bir propaganda ve yasalarla asimilasyona girişmişlerdir.
CHP’nin iktidarsal kuruluşuyla başlayan asimilasyon, halk evleri aracılığıyla yayılmış, o dönemin gerek Milli Eğitim Bakanı, gerekse İçişleri bakanı başta olmak üzere tamamı, vahiysel dine ve peygamberimize saldırarak, Müslümanları devşirmeye çalışmışlar, zayıf inanç ve karakter taşıyanlarda başarılı olmuşlardır.
1924 Anayasasını hazırlayan komisyonda başkan ve raportör olarak görev yapan, inkılâplarda etkili olan CHP milletvekili Celal Nuri’ye göre de vahiy ve aracı melek, bir sembolden ibarettir. CHP’ye göre; “din denilen şey, peygamberin zihninin ürünüdür.”
1939 ve 1950 yıllarında CHP milletvekili Hüseyin Cahit ve Abdullah Cevdet gibi birçok mason; peygamberlerin milli olması gerektiğini savunarak, kendilerinden olmayan bir peygambere uyma zorunluluğundan bahsedilemeyeceğini ileri sürmüşler, İslâm’ı, bir “Arap dini” olarak kabul etmişlerdir. Bu anlayışı temel alan günümüz Kemalistleri, tanrının da milli olması gerekliliğine inanarak, maalesef Atatürk’ü hatadan münezzeh “tanrı” bellemişler, ilkelerinin kutsallığına iman ederek, bir zorlama ve baskı haline getirmişlerdir. Onun ilkelerine ant içmeyen seçilmiş bir vekil dahi parlamentoya girememekte, hükümet olamamaktadır.
Bu sebeple; vahye ve peygambere iman etmiş hiçbir Müslüman, gerekçesi ne olursa olsun CHP’yi dost edinemez, destekleyemez ve varlığını içine sindiremez.
Hatırlanacağı üzere; daha çok kısa bir zaman önce CHP Genel Sekreteri Önder Sav, yüce peygamberimize hakaret ettiği halde ne CHP kurularınca, ne de yargıca hakkında hiçbir yasal işlem başlatılmamış, CHP’deki üst düzey görevine devam ederek, kin ve nefret duyduğu türban ve çarşaflıları, oy kaygısıyla partisine katan genel başkanı Deniz Baykal’ın bir tek eleştirisine bile maruz kalmamış, ikinci adam olmaya devam edebilmiştir. Oysa AKP’de, Atatürk’ün aleyhine tek bir söz söyleyen her kim olursa olsun partiden derhal ihraç edilerek, Atatürkçü topluma saygı gösterilebilmektedir.
Diğer taraftan; Müslüman halkının canı pahasına önemsediği peygamberlerine yapılan hakarete duyarsız kalan Kemalist CHP’nin ve Kemalist yargının tutumuna karşılık; bir Hıristiyan ülkesi olan Avustralya’da ise, Susanne Winter adındaki aşırı sağcı milletvekilinin peygamberimiz Hz. Muhammed’e hakareti karşılıksız kalmamış, derhal dokunulmazlığı kaldırılarak, “dini topluluklar arasında kin ve nefret oluşturduğu” gerekçesiyle, 3 ay hapis ve 24 bin Euro para cezasına çarptırılabilmiştir.
CHP’nin hiç değişmediği, temel hak ve hürriyet olan İslâm’i inanç, ibadet değerleri ve özgürlüklerine sürekli saldırıp aşağılayarak, akıl almaz hakaretler ve baskılar yaptıkları malûmdur. Muhalefette olmalarından dolayı doğrudan etkili olamayan CHP, ancak diktası altındaki caydırıcı ve provokatör kurumlar aracılığıyla amaçlarını sürdürmekte, aktif olamadıklarında ise, terör örgütü ve suç çeteleri kurdurmak suretiyle hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Ya iktidara geldiklerinde neler yapabileceklerini, sanırım hayal bile etmek istemezsiniz…
Deniz Baykal, Ergenekon Terör Örgütünün tüm gerçekleri deşifre edilip, nasıl acımasız ve hain bir yapılanma olduğu kamuoyunca da tasdik edilmesine rağmen; hala teröristlere sahip çıkarak ısrarla savunmasını sürdürebilmesi ve Silivri’yi “AKP’nin Guantanamo”’su olarak tanımlamasına karşılık; acaba Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğundan bugüne, Türkiye’de yaşanacak bir karış özgür yer bırakmamacasına ülkeyi “Kemalist Guantanamo”’ya çeviren CHP diktatörlüğü için ne diyecek?
CHP’liler, bazen hiç farkında olmadan yada medyanın azizliğine uğrayarak sakladıkları gerçek yüzlerini ortaya çıkarıp deşifre olsalar da; eski başsavcı Sabih Kanadoğlu, Yekta Güngör Özden, Tuncer Kılınç ve benzeri sözcüleri aracılığıyla amaçlarını gizlemeye gerek görmeyebilmektedirler. Başka bir argüman bulamadıkları için Türbanı, dinin siyasete alet edilmesi olarak değerlendirip; “Bu gidiş, dinci dikta rejimine gidiştir” diyerek, Müslüman toplumu bitmez-tükenmez kinlerinden hedef almakta, neden hala hazırdaki Kemalist dikta rejiminin korku, baskı ve cezalarından bunalan halkımız ve kapatılan siyasi partilerin karşı duruşlarından rahatsız olabildiklerine mantıki ve insani hiçbir açıklama getirememektedirler.
Bir “türban”, rejimi değiştirebilecek bir tehlike arz edebiliyor da, neden “Ergenekon” gibi derin ve etkili silahlı bir terörist organizasyonun darbe girişimi ve bölücü faaliyetleri inandırıcı olmayabiliyor? “Üç-beş bomba ve bir avuç insan” ile darbe mi yapılır iddiasıyla, neden kurumsallaşmış teröristlere sahip çıkılıp, mahkemelere baskı ve hakaret yapılabiliyor? Onun için mi, yıllardır milletimiz ahlkasızca kandırılarak, türbanın PKK'dan bile daha tehlikeli olduğu varsayımıyla MGK'ca 1. derece addedilebilmiştir?
Daha öncede defalarca vurguladığım gibi: CHP, açık bir düşmandan çok daha tehlikeli, sinsi ve acımasızdır. Aynı ilkeleri paylaşan deist ve şovenist Bahçeli’nin MHP’si de ondan farksızdır.
Haçlıların yüzyıllardır mağlup edemediği ve yıkamadığı köklü Osmanlı Devletinin içeriden parçalanarak zayıflatıp nasıl ortadan kaldırıldığı, asla unutulmamalıdır. Tıplı ittihat-terakki örgütünde olduğu gibi birbirinden farklı düşünce, ırk ve ideolojilerin bir araya gelip, Osmanlı’nın temellerini sarsarak tahrip eden o günkü hainler, bugün ki alçaklara referans olmuş, aynı oyun tekrar oynanmak isteyerek, önce mitingler, şimdi de terör örgütleriyle halkımız acılara gömülmek ve vatansız bırakılmak istenerek, kanlı bir işgalin altyapısı oluşturulmaya çalışılmıştır.
CHP ve MHP’nin seçim kazanmaları veya iyi bir hizmet getirecek olmaları hiçbir önem teşkil etmemeli, Müslümanlara ve Kürtlere besledikleri dinsel ve ırksal nefretleri, mutlaka geleceğe yönelik bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Ayrıca geçmişte hem CHP hem de MHP zihniyeti iktidara gelmişler ve belediye seçimlerini kazanmışlardı. Peki ne oldu? Herkesin hatırlayacağı gibi büyük bir hüsran ve kaos…
Altyapısı ve ideolojisi aynı olup hiç değişmeyen bu yönetimlerin, halkın lehine farklı bir şey yapabilmeleri, toplulukları kucaklayabilmeleri, ayırımcılığa son verebilmeleri, güçlü bir Türkiye oluşturabilmeleri, haktan ve adaletten yana olabilmeleri mümkün mü? Ele geçirdikleri her yere, aç kurt misali yağmalamaya hazır bir kuduruşla bekleyen Ergenekon terör örgütü üyelerini, suç çetelerini, mafya bozuntularını yerleştirmekten, sübvanse etmekten ve başka örgütler kurdurmaktan ayrı ne yapacaklar? Eğer daha iyisini bir bilen var ise, lütfen bana da söylesin, olur da görmediğim veya bilemediğim gerçekler olabilir…
Halkın özgür, adaletli, birlik ve beraberliği için gerekli olan, tüm insanlarımızın bu tehlikeye karşılık yekvücut bir araya gelerek, hiçbir şahsi ve kurumsal çıkar düşünmeksizin benliklerini gömmeleri, fevkalade yıkıcı bu tehlikeden ülkeyi ve kendilerini muhafaza etmeleridir.
Yine birçok okuyucum beni taraflı ve AKP’li olmakla suçlayacaktır. Ancak AKP’li olmadığım gibi, “Neden Oy Kullanmıyorum” adlı kitabımda belirttiğim gerekçelerden dolayı kesinlikle “oy” kullanmadığım ve kullanmayacağım bilinmelidir. Oy kullanmamak, kökten bir çözüm için en akılcı karardır.
Türkiye’nin temel sorunu; Kemalist CHP ve şovenist MHP’dir.
CHP’nin birçoğu her ne kadar ateist bir görüşe sahip ise de, “deist” inanç taşıyanlarda azımsamayacak bir çoğunluktadır. Türk bir şoven milliyetçisi (Atatürk milliyetçisi) olmalarından, Hz.Muhammed’i, Arap kökeninden dolayı tamamen reddetmekte ve “Türk-İslam” gibi sapkın bir din üreterek, ırkçı (kafatasçı) MHP ile aynı çizgide buluşmaktadırlar. Gerek cumhuriyet adına düzenledikleri ihanet mitinglerinde, gerekse Ergenekon Terör Örgütündeki birlikteliklerinden, CHP ile MHP yekvücut ittifak içindedirler. Ancak Müslüman ülkücüler, CHP ve MHP’ye oy veren bilinçsiz Müslüman vatandaşlar, bu oluşumun ve tanımın dışındadır.
Deist; doğaüstü olayların tanrıdan geldiğine inanarak, Tanrı’yı tek başına kabul eden, ancak Yaratıcı’nın dinlerle ve elçileri peygamberlerle olan bağını kökten reddedendir. Deistler, doğru dinin insan mantığında ve tabiatın kanunlarında görmeyi tercik eder ve Allah’ın, peygamber aracılığıyla gönderdiği ilkeleri kesinlikle inkâr ederler. Dolayısıyla bu doğrultudaki tek bir Tanrı’nın, yani iradesiz bir Allah’ın varlığına inanırlar. Oysa, Allah ile peygamberleri birbirinde ayırarak, bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmayanlar lanetlenmişler ve inançlarının hiçbir hükmü olmadıkları kesin bir ifadeyle açıklanmıştır.
“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirlerinden ayırıp;
Doğa dini olan deizm’e inanış, 17. yüzyılın Avrupa’sında bir devrim olmuş, laik Türkiye Cumhuriyetini kuran CHP gibi birçok kültür bu akıma, yani vahiysiz ve peygambersiz bir Tanrı’ya destek vererek, Rönesans dönemindeki hümanist yaklaşım çerçevesinde dolaylı bir ateizmi ya da “Doğa tanrısı” diye yetkisiz bir tanrıyı kendilerine öylesine ilâh edinmişlerdir.
Türkiye’deki deistlere (CHP) göre; İslam’ın vahiysel bir din olduğuna inanmadıklarından, Hz.Muhammed (S.A.V) vahiy alan bir peygamber değil, dahî ve Arap bir din kurucusu olarak kabul edilmiştir. Tıpkı Hıristiyanların, yüce peygamberimiz Hz. Muhammed’e ‘yazar’ demeleri misali! Hatta onlar nezdinde, Resul peygamberler ile yalancı peygamberler arasında fark görülmemiştir.
Bu düşünceyi ortaya koyan CHP’li Türk masonları, peygamberlikte toplumsal şartların oldukça etken olduğunu, bundan dolayı peygamberlik iddiasında bulunanların bazısının başarılı olup peygamber vasfı aldığını, bazısının da başarılı olamayıp yalancı peygamber ünvanını
aldığını ileri sürmüşlerdir. Yine onlara göre; Allah’ın aracıya ihtiyacı bulunmaması ve Allah inancının yeterli olmasından hareketle, ayrıca bir peygamber inancının ortaya konmasına gerek bulunmadığını iddia ederek, Müslüman Türkiye halkının taptığı Allah’a, peygamberine ve vahiysel dinine savaş açıp çağdaşlık, akılcılık ve batılılaşma adına; amansız ve zalim bir propaganda ve yasalarla asimilasyona girişmişlerdir.
CHP’nin iktidarsal kuruluşuyla başlayan asimilasyon, halk evleri aracılığıyla yayılmış, o dönemin gerek Milli Eğitim Bakanı, gerekse İçişleri bakanı başta olmak üzere tamamı, vahiysel dine ve peygamberimize saldırarak, Müslümanları devşirmeye çalışmışlar, zayıf inanç ve karakter taşıyanlarda başarılı olmuşlardır.
1924 Anayasasını hazırlayan komisyonda başkan ve raportör olarak görev yapan, inkılâplarda etkili olan CHP milletvekili Celal Nuri’ye göre de vahiy ve aracı melek, bir sembolden ibarettir. CHP’ye göre; “din denilen şey, peygamberin zihninin ürünüdür.”
1939 ve 1950 yıllarında CHP milletvekili Hüseyin Cahit ve Abdullah Cevdet gibi birçok mason; peygamberlerin milli olması gerektiğini savunarak, kendilerinden olmayan bir peygambere uyma zorunluluğundan bahsedilemeyeceğini ileri sürmüşler, İslâm’ı, bir “Arap dini” olarak kabul etmişlerdir. Bu anlayışı temel alan günümüz Kemalistleri, tanrının da milli olması gerekliliğine inanarak, maalesef Atatürk’ü hatadan münezzeh “tanrı” bellemişler, ilkelerinin kutsallığına iman ederek, bir zorlama ve baskı haline getirmişlerdir. Onun ilkelerine ant içmeyen seçilmiş bir vekil dahi parlamentoya girememekte, hükümet olamamaktadır.
Bu sebeple; vahye ve peygambere iman etmiş hiçbir Müslüman, gerekçesi ne olursa olsun CHP’yi dost edinemez, destekleyemez ve varlığını içine sindiremez.
Hatırlanacağı üzere; daha çok kısa bir zaman önce CHP Genel Sekreteri Önder Sav, yüce peygamberimize hakaret ettiği halde ne CHP kurularınca, ne de yargıca hakkında hiçbir yasal işlem başlatılmamış, CHP’deki üst düzey görevine devam ederek, kin ve nefret duyduğu türban ve çarşaflıları, oy kaygısıyla partisine katan genel başkanı Deniz Baykal’ın bir tek eleştirisine bile maruz kalmamış, ikinci adam olmaya devam edebilmiştir. Oysa AKP’de, Atatürk’ün aleyhine tek bir söz söyleyen her kim olursa olsun partiden derhal ihraç edilerek, Atatürkçü topluma saygı gösterilebilmektedir.
Diğer taraftan; Müslüman halkının canı pahasına önemsediği peygamberlerine yapılan hakarete duyarsız kalan Kemalist CHP’nin ve Kemalist yargının tutumuna karşılık; bir Hıristiyan ülkesi olan Avustralya’da ise, Susanne Winter adındaki aşırı sağcı milletvekilinin peygamberimiz Hz. Muhammed’e hakareti karşılıksız kalmamış, derhal dokunulmazlığı kaldırılarak, “dini topluluklar arasında kin ve nefret oluşturduğu” gerekçesiyle, 3 ay hapis ve 24 bin Euro para cezasına çarptırılabilmiştir.
CHP’nin hiç değişmediği, temel hak ve hürriyet olan İslâm’i inanç, ibadet değerleri ve özgürlüklerine sürekli saldırıp aşağılayarak, akıl almaz hakaretler ve baskılar yaptıkları malûmdur. Muhalefette olmalarından dolayı doğrudan etkili olamayan CHP, ancak diktası altındaki caydırıcı ve provokatör kurumlar aracılığıyla amaçlarını sürdürmekte, aktif olamadıklarında ise, terör örgütü ve suç çeteleri kurdurmak suretiyle hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Ya iktidara geldiklerinde neler yapabileceklerini, sanırım hayal bile etmek istemezsiniz…
Deniz Baykal, Ergenekon Terör Örgütünün tüm gerçekleri deşifre edilip, nasıl acımasız ve hain bir yapılanma olduğu kamuoyunca da tasdik edilmesine rağmen; hala teröristlere sahip çıkarak ısrarla savunmasını sürdürebilmesi ve Silivri’yi “AKP’nin Guantanamo”’su olarak tanımlamasına karşılık; acaba Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğundan bugüne, Türkiye’de yaşanacak bir karış özgür yer bırakmamacasına ülkeyi “Kemalist Guantanamo”’ya çeviren CHP diktatörlüğü için ne diyecek?
CHP’liler, bazen hiç farkında olmadan yada medyanın azizliğine uğrayarak sakladıkları gerçek yüzlerini ortaya çıkarıp deşifre olsalar da; eski başsavcı Sabih Kanadoğlu, Yekta Güngör Özden, Tuncer Kılınç ve benzeri sözcüleri aracılığıyla amaçlarını gizlemeye gerek görmeyebilmektedirler. Başka bir argüman bulamadıkları için Türbanı, dinin siyasete alet edilmesi olarak değerlendirip; “Bu gidiş, dinci dikta rejimine gidiştir” diyerek, Müslüman toplumu bitmez-tükenmez kinlerinden hedef almakta, neden hala hazırdaki Kemalist dikta rejiminin korku, baskı ve cezalarından bunalan halkımız ve kapatılan siyasi partilerin karşı duruşlarından rahatsız olabildiklerine mantıki ve insani hiçbir açıklama getirememektedirler.
Bir “türban”, rejimi değiştirebilecek bir tehlike arz edebiliyor da, neden “Ergenekon” gibi derin ve etkili silahlı bir terörist organizasyonun darbe girişimi ve bölücü faaliyetleri inandırıcı olmayabiliyor? “Üç-beş bomba ve bir avuç insan” ile darbe mi yapılır iddiasıyla, neden kurumsallaşmış teröristlere sahip çıkılıp, mahkemelere baskı ve hakaret yapılabiliyor? Onun için mi, yıllardır milletimiz ahlkasızca kandırılarak, türbanın PKK'dan bile daha tehlikeli olduğu varsayımıyla MGK'ca 1. derece addedilebilmiştir?
Daha öncede defalarca vurguladığım gibi: CHP, açık bir düşmandan çok daha tehlikeli, sinsi ve acımasızdır. Aynı ilkeleri paylaşan deist ve şovenist Bahçeli’nin MHP’si de ondan farksızdır.
Haçlıların yüzyıllardır mağlup edemediği ve yıkamadığı köklü Osmanlı Devletinin içeriden parçalanarak zayıflatıp nasıl ortadan kaldırıldığı, asla unutulmamalıdır. Tıplı ittihat-terakki örgütünde olduğu gibi birbirinden farklı düşünce, ırk ve ideolojilerin bir araya gelip, Osmanlı’nın temellerini sarsarak tahrip eden o günkü hainler, bugün ki alçaklara referans olmuş, aynı oyun tekrar oynanmak isteyerek, önce mitingler, şimdi de terör örgütleriyle halkımız acılara gömülmek ve vatansız bırakılmak istenerek, kanlı bir işgalin altyapısı oluşturulmaya çalışılmıştır.
CHP ve MHP’nin seçim kazanmaları veya iyi bir hizmet getirecek olmaları hiçbir önem teşkil etmemeli, Müslümanlara ve Kürtlere besledikleri dinsel ve ırksal nefretleri, mutlaka geleceğe yönelik bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Ayrıca geçmişte hem CHP hem de MHP zihniyeti iktidara gelmişler ve belediye seçimlerini kazanmışlardı. Peki ne oldu? Herkesin hatırlayacağı gibi büyük bir hüsran ve kaos…
Altyapısı ve ideolojisi aynı olup hiç değişmeyen bu yönetimlerin, halkın lehine farklı bir şey yapabilmeleri, toplulukları kucaklayabilmeleri, ayırımcılığa son verebilmeleri, güçlü bir Türkiye oluşturabilmeleri, haktan ve adaletten yana olabilmeleri mümkün mü? Ele geçirdikleri her yere, aç kurt misali yağmalamaya hazır bir kuduruşla bekleyen Ergenekon terör örgütü üyelerini, suç çetelerini, mafya bozuntularını yerleştirmekten, sübvanse etmekten ve başka örgütler kurdurmaktan ayrı ne yapacaklar? Eğer daha iyisini bir bilen var ise, lütfen bana da söylesin, olur da görmediğim veya bilemediğim gerçekler olabilir…
Halkın özgür, adaletli, birlik ve beraberliği için gerekli olan, tüm insanlarımızın bu tehlikeye karşılık yekvücut bir araya gelerek, hiçbir şahsi ve kurumsal çıkar düşünmeksizin benliklerini gömmeleri, fevkalade yıkıcı bu tehlikeden ülkeyi ve kendilerini muhafaza etmeleridir.
Yine birçok okuyucum beni taraflı ve AKP’li olmakla suçlayacaktır. Ancak AKP’li olmadığım gibi, “Neden Oy Kullanmıyorum” adlı kitabımda belirttiğim gerekçelerden dolayı kesinlikle “oy” kullanmadığım ve kullanmayacağım bilinmelidir. Oy kullanmamak, kökten bir çözüm için en akılcı karardır.
Türkiye’nin temel sorunu; Kemalist CHP ve şovenist MHP’dir.
Etiketler:
chp,
deist,
Deniz Baykal,
Devlet Bahçeli,
kemalizm,
Mehmet Ali Şadoğlu,
MHP,
Türkiye
26 Ocak 2009 Pazartesi
Eski başsavcı Kanadoğlu çıldırdı…
Müslüman Türkiye milletini; dini ve ırki ayırımcılık yaparak, vatanlarında aşağılatıp temel hak ve özgürlüklerini elinden alan Kemalist diktatörlüğün günden güne erimesi Kemalistleri çıldırtmakta, ülkeyi kaosa ve kana boğmak adına kurdukları darbe amaçlı terör örgütünün deşifre edilerek adaletin önüne çıkarılması, büsbütün oynatmalarına neden olmaktadır.
Baskı ve zorbalıklarla halkın iktidarını engelleyen tepeden inmeciler, milletin kendisi olan hükümet, savcı ve hakimlerin diktatörlüğe son verecek idare ve yargı girişimlerine ateş püskürmekte, tehdit ve hakaretlerle sindirmeye çalışmaktadırlar. Ülkenin bütünlüğe, huzur ve güvene kavuşabilmesi, toplumumuzu perişan edip nice evlatlarımızın ölümüne sebep olan terör ve mafya belâsından kurtarabilmesi adına yasama-yürütme-yargı erklerinin cumhurbaşkanı önderliğinde bir araya gelmeleri, Kemalist jakobenleri çileden çıkarmış, hegemonyaları altındaki kurumların halktan ve adaletten yana tavır sergileyecekleri endişesiyle, cumhurbaşkanlığındaki toplantıyı anayasaya aykırı bulmuşlardır.
Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü, barış ve güveninden yana olması gereken sözde başsavcı; “memleket sorunlarını konuşamayacaklarını ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin çiğnendiğini” iddia ederek, çekinmeden anayasanın ve yargının Kemalist ideolojiye hizmet eden bir diktatörlük olduğu imasında bulunmuştur. Bu inanılmaz itirazlar; bir hezeyan mı, yoksa bir itiraf mı?
Güya, bağımsız hukuk ve adalet adına yıllardır bu ülkede görev yapmış, sözde üst düzey bir yargı mensubu olan Sabih Kanadoğlu’nun diktatöryel açıklamaları milletimizi şoka sokup kanını dondurmuş,terör örgütü Ergenekon’a arka çıkıp, yargılayan savcı ve hakimleri aşağılayan sözleri, ancak “pes” dedirttirmiştir.
İşte ideolojik ve despotik bu anlayıştan dolayı adalet sağlanamamış; zayıf olanlar, güçlüler tarafından olabildiğince ezilerek, insanlara ırkları, dinleri ve dilleri yüzünden zulmedilmiştir. Ahlâkın tartışılamaz temel kurallarıyla oynamalarından kanunlar çaresiz kalmakta, dolayısıyla yasalar çoğaltıldığından işin içinden çıkılamamakta, böylece tarafsız bir adaletin uygulanmasına fırsat verilmemektedir.
Yaklaşık 85 yıldır Türkiye milletini yargılayan yargının bağımsız olmadığını ifade ederek, on binlerce vatandaşın yargılanması sonucu mahkûm ya da beraat olmaları, suçlarına ve yargı mensuplarının tarafsızlığına göre değil de, ideolojik, dini veya ırki kriterlere göre yargılanarak cezalara çarptırıldığı iddiası dehşet uyandırmaktadır. Adalet küçültüldüğü için mi, suçlar büyümüştür?
Sabık savcı Kanadoğlu’nun Türkiye’yi ve anayasayı temelinden yıkacak olan; "Türkiye'de yerel mahkemeler iktidarın etkisi altındadır" açıklamaları, şüphesiz kendisinin de CHP’nin etkisi altında olduğunu belgelemekte ve yıllarca görev yaptığı yargıda, nasıl CHP ideolojisi doğrultusunda kararlar aldığı da itirafıyla kanıtlanmaktadır.
Kanlı bir terör örgütü ile dolaylıda olsa bağı olan, destekleyen ve savunan her kimse, o, bir teröristtir.
Ergenekon adıyla haklarında inanılmaz iddialar hazırlanıp yargıya sevk edilen acımasız ve bölücü bir terör örgütünü, yargı mensuplarından daha üstün görebilen, teröristleri değil de, savcı ve hakimleri eleştirip aşağılayabilen Deniz Baykal, Sabih Kanadoğlu ve yandaşları, bilmelidirler ki; tehdit ve şantajlarla çökmekte olan amansız diktatörlüklerini kurtaramayacak, tıpkı DTP’nin PKK’ya sahip çıkması misali, kendi ideolojilerindeki teröristleri savunarak, asla egemenliklerini sürdüremeyecek ve adaleti baltalamayacaklardır.
PKK’yi övmelerinden DTP’li politikacılar ve bürokratlar nasıl yargılanıyor ve hukuk önünde cezalara çarptırılıyorlar ise; Baykal ve Kanadoğlu’nun da adalete hesap vermeleri kaçınılmaz olmalıdır. Aksi takdirde, ülkenin derebeyi kuşatması altında olduğu gerçeği deşifre olur ki, halkın hukuka ve yargıya olan güvenini ortadan kaldırır, Kanadoğlu’nun bağımsızlığını sorgulayarak küçümsediği mahkemeler, onların etkileri altında taraflı bir görev yaptıkları belgelenir. Asil ve merhametli halkımızı adaletten soğutmaları, zalim ve mazlumları çoğaltmıştır.
Unutulmamalıdır ki adaletin önünde her vatandaş eşit olmalıdır. Gerek Deniz Baykal, gerekse Sabih Kanadoğlu veya benzerleri; dağdaki çobandan ya da dilenen bir pejmürdeden hiçbir farkları ve üstünlükleri bulunmamaktadır. Toplumun birbirleriyle kaynaşıp kucaklaşması, ancak eşit bir adaletle mümkündür. Ayrıca, adaleti lağvedercesine suçluları koruyan Sabih Kanadoğlu’nun yerel mahkemeleri aşağılayarak yüzlerce savcı ve hakimi töhmet altında bırakması, eşitlik ilkesi gereği karşılıksız kalmamalı, mahkemeye hakaret eden her vatandaş gibi, mutlaka yargılanarak cezalandırılmalıdır ki, halkın adalete karşı olan derin huzursuzluğu ve güvensizliği ortadan kalksın….
“Adaletin hedef ve gayesi eşitliği sağlamaktır.” İhering
“Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” Platon
“Bir hak konusunda hüküm verilirken; hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi halinde bu hükmü tanımayan insanlar zalimdir.” Hz.Muhammed (S.A.V)
Baskı ve zorbalıklarla halkın iktidarını engelleyen tepeden inmeciler, milletin kendisi olan hükümet, savcı ve hakimlerin diktatörlüğe son verecek idare ve yargı girişimlerine ateş püskürmekte, tehdit ve hakaretlerle sindirmeye çalışmaktadırlar. Ülkenin bütünlüğe, huzur ve güvene kavuşabilmesi, toplumumuzu perişan edip nice evlatlarımızın ölümüne sebep olan terör ve mafya belâsından kurtarabilmesi adına yasama-yürütme-yargı erklerinin cumhurbaşkanı önderliğinde bir araya gelmeleri, Kemalist jakobenleri çileden çıkarmış, hegemonyaları altındaki kurumların halktan ve adaletten yana tavır sergileyecekleri endişesiyle, cumhurbaşkanlığındaki toplantıyı anayasaya aykırı bulmuşlardır.
Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü, barış ve güveninden yana olması gereken sözde başsavcı; “memleket sorunlarını konuşamayacaklarını ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin çiğnendiğini” iddia ederek, çekinmeden anayasanın ve yargının Kemalist ideolojiye hizmet eden bir diktatörlük olduğu imasında bulunmuştur. Bu inanılmaz itirazlar; bir hezeyan mı, yoksa bir itiraf mı?
Güya, bağımsız hukuk ve adalet adına yıllardır bu ülkede görev yapmış, sözde üst düzey bir yargı mensubu olan Sabih Kanadoğlu’nun diktatöryel açıklamaları milletimizi şoka sokup kanını dondurmuş,terör örgütü Ergenekon’a arka çıkıp, yargılayan savcı ve hakimleri aşağılayan sözleri, ancak “pes” dedirttirmiştir.
İşte ideolojik ve despotik bu anlayıştan dolayı adalet sağlanamamış; zayıf olanlar, güçlüler tarafından olabildiğince ezilerek, insanlara ırkları, dinleri ve dilleri yüzünden zulmedilmiştir. Ahlâkın tartışılamaz temel kurallarıyla oynamalarından kanunlar çaresiz kalmakta, dolayısıyla yasalar çoğaltıldığından işin içinden çıkılamamakta, böylece tarafsız bir adaletin uygulanmasına fırsat verilmemektedir.
Yaklaşık 85 yıldır Türkiye milletini yargılayan yargının bağımsız olmadığını ifade ederek, on binlerce vatandaşın yargılanması sonucu mahkûm ya da beraat olmaları, suçlarına ve yargı mensuplarının tarafsızlığına göre değil de, ideolojik, dini veya ırki kriterlere göre yargılanarak cezalara çarptırıldığı iddiası dehşet uyandırmaktadır. Adalet küçültüldüğü için mi, suçlar büyümüştür?
Sabık savcı Kanadoğlu’nun Türkiye’yi ve anayasayı temelinden yıkacak olan; "Türkiye'de yerel mahkemeler iktidarın etkisi altındadır" açıklamaları, şüphesiz kendisinin de CHP’nin etkisi altında olduğunu belgelemekte ve yıllarca görev yaptığı yargıda, nasıl CHP ideolojisi doğrultusunda kararlar aldığı da itirafıyla kanıtlanmaktadır.
Kanlı bir terör örgütü ile dolaylıda olsa bağı olan, destekleyen ve savunan her kimse, o, bir teröristtir.
Ergenekon adıyla haklarında inanılmaz iddialar hazırlanıp yargıya sevk edilen acımasız ve bölücü bir terör örgütünü, yargı mensuplarından daha üstün görebilen, teröristleri değil de, savcı ve hakimleri eleştirip aşağılayabilen Deniz Baykal, Sabih Kanadoğlu ve yandaşları, bilmelidirler ki; tehdit ve şantajlarla çökmekte olan amansız diktatörlüklerini kurtaramayacak, tıpkı DTP’nin PKK’ya sahip çıkması misali, kendi ideolojilerindeki teröristleri savunarak, asla egemenliklerini sürdüremeyecek ve adaleti baltalamayacaklardır.
PKK’yi övmelerinden DTP’li politikacılar ve bürokratlar nasıl yargılanıyor ve hukuk önünde cezalara çarptırılıyorlar ise; Baykal ve Kanadoğlu’nun da adalete hesap vermeleri kaçınılmaz olmalıdır. Aksi takdirde, ülkenin derebeyi kuşatması altında olduğu gerçeği deşifre olur ki, halkın hukuka ve yargıya olan güvenini ortadan kaldırır, Kanadoğlu’nun bağımsızlığını sorgulayarak küçümsediği mahkemeler, onların etkileri altında taraflı bir görev yaptıkları belgelenir. Asil ve merhametli halkımızı adaletten soğutmaları, zalim ve mazlumları çoğaltmıştır.
Unutulmamalıdır ki adaletin önünde her vatandaş eşit olmalıdır. Gerek Deniz Baykal, gerekse Sabih Kanadoğlu veya benzerleri; dağdaki çobandan ya da dilenen bir pejmürdeden hiçbir farkları ve üstünlükleri bulunmamaktadır. Toplumun birbirleriyle kaynaşıp kucaklaşması, ancak eşit bir adaletle mümkündür. Ayrıca, adaleti lağvedercesine suçluları koruyan Sabih Kanadoğlu’nun yerel mahkemeleri aşağılayarak yüzlerce savcı ve hakimi töhmet altında bırakması, eşitlik ilkesi gereği karşılıksız kalmamalı, mahkemeye hakaret eden her vatandaş gibi, mutlaka yargılanarak cezalandırılmalıdır ki, halkın adalete karşı olan derin huzursuzluğu ve güvensizliği ortadan kalksın….
“Adaletin hedef ve gayesi eşitliği sağlamaktır.” İhering
“Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” Platon
“Bir hak konusunda hüküm verilirken; hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi halinde bu hükmü tanımayan insanlar zalimdir.” Hz.Muhammed (S.A.V)
Etiketler:
adalet,
başsavcı,
Deniz Baykal,
Kemalist,
kemalizm,
Mehmet Ali Şadoğlu,
Sabih Kanadoğlu
25 Ocak 2009 Pazar
İsrailoğlları bağışlanabilinir mi?
Yahudilerin her ne şartta olursa olsun asla dost edinilemeyeceği ve güvenilmeyeceği hükme bağlanmış ve Yaratıcı, Tevbe Süresi 28. ayette onların birer “pislik” olduğunu açıkça buyurmuşken, hiçbir Müslüman, Yaratıcı’yı reddeden hümanist bir yaklaşımla vahye karşı çıkıp, yahudileri insan belleyemez ve hoş göremez.
Var olduklarından itibaren hiçbir anlaşmalarını tutmayıp yeminlerini bozan asi İsrailoğulları, sürekli Müslümanlar, hatta başka din ve ırkları aşağılayıp, saldırmışlar, küfrün önderleri olarak dünyadaki barışı ve insani erdemliği yok etmek isteyerek, hayvandan da daha aşağı yaratıklar olduklarını belgelemişlerdir. Dolayısıyla hiçbir dönemde ıslah ve insan olamamışlar, ancak savaşılarak durdurulabilecekleri karara bağlanmıştır. Vahiysel bu gerçekler ve uyarıların yanı sıra, “tecrübe, yediğin kazıkların bir bileşkesi” olarak, geleceğe ışık tutan somut ve tartışılmaz deneyimler olup; hala öğütlerden, tarihten ve acılardan ders çıkarmayıp, yahudilere güvenerek anlaşmaya kalkışıp barış umudu beslemek, hiçbir aklın, duyguların ve tecrübelerin kabul edemeyeceği ütopik bir siyasettir. Bu sebeple, başta Hamas olmak üzere Filistin halkını ve bölge ülkelerine acıyarak kınıyor, defalarca yaşadıkları aynı dehşet ve vahşeti tadacaklarından şüpheleri olmamalarını vurguluyorum. O kadar insan kaybetmelerine, vatanlarının yerle bir olmalarına ve Kur’an hükümlerine aldırış etmeksizin, defalarca sözde anlaştıkları şeytan İsrail ile yeniden masaya oturmaları; hem vicdanen, hem siyasetten hem de dinen kabul edilemez bir girişimdir. Bilmelidirler ki aynı acılara, vahşete ve rezalete müstahak olmaları kaçınılmazdır. “Ya İstiklâl, Ya ölüm” iman ve ilkesiyle bütünleşmemiş toplumlar, esir kalmaya mahkûmdurlar…
“ (Onlar) bir mümin hakkında ne ahid tanırlar ne de anlaşma. Çünkü onlar, saldırganların kendileridir.” Tevbe. 10
“ Eğer anlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” Tevbe. 12
“Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe. 14
Laik Türk devletinin yakın dostu ve müttefiki yahudiler, milletimizin Müslüman olduklarını unutmuşçasına, aleyhlerinde vuku bulan selsi tepkilerden büyük rahatsızlık ve endişe duyduklarını ifade ederek, “Türkiye’deki yahudi nüfusu için kaygılı” olduklarını dile getirmişlerdir. Oysa sadece Türkiye’dekilerden değil, tüm dünyadaki yahudilerin mal ve canlarından endişe duymalarının kaçınılmaz haklı bir karşılık olacağını ifade ediyor; ektikleri cehennemsi ürünleri, mutlaka biçeceklerini muhakeme ederek; sevgi, merhamet ve barış taraftarı insan olabilselerdi, dünyaya yaşattıkları barbarlığın şeytanları olmaz, dolayısıyla hiçbir telâş ve sıkıntıya gerek duymazlardı.
Vahşi İsrail'in Gazze saldırılarına Türkiye'den yükselen tepkiler, ABD ve dünyaya hükmeden ABD'deki yahudi lobilerini endişelendirdi. Ülkenin önde gelen 5 Yahudi lobisi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yazdıkları ortak bir mektupla "Türkiye'deki yahudi nüfusu için kaygılıyız" dedi. ABD'nin en güçlü beş yahudi sivil toplum kuruluşu, Başbakan Erdoğan'a yazdıkları mektupla, yükselen anti-semitizm konusunda endişelerini dile getirerek, Erdoğan'ı gerekeni yapmaya davet ettiler. Oysa aynı lobiler, daha önce, Başbakan Erdoğan’a övgüler yağdırarak, cesaret madalyaları ve çeşitli ödüller taltif etmişler, ama Erdoğan’ın, ne kadar değişse de temelde Müslüman bir kimlik taşıdığı, merhamet duyabilen ve gözyaşı dökebilen bir insan (sakına yanlış anlamayın!) olduğunu hesap etmeyerek, canavarlıklarından yana kayıtsız bir duruş sergileyebileceği yanılgısına düşmüşlerdir. Ayrıca, o onurlu ve erdemli tepkileri gösteren, Erdoğan’ı seçen yiğit Müslüman Türkiye halkı değil mi?!? Diğer taraftan şu gerçeği de göz ardı etmeyip; Başbakan Erdoğan, iktidardaki bir hükümet olmasına ve İsrail ile olan derin anlaşmalarına ve hatalarına rağmen açıkça kükreyebilmiş, ne var ki muhalefetteki Baykal ve Bahçeli, aynı duruşu sergileyememişlerdir. Belki de, yaklaşan seçimlerde yahudilerin desteğini alabilme çıkar hesabı yapmışlardır..
Deccal misali aynı sömürücü ve istismarcı nakaratları peşi sıra sıralayan yahudiler, Erdoğan’a yazdıkları mektupta; "Türkiye yüzyıllardır yahudilerin yaşadığı bir toprak olmakla haklı olarak övünür. Ama bugün, Türkiye'deki yahudi dostlarımız kendilerini kuşatılmış ve tehdit altında hissediyorlar. Ülkede yükselen anti-semitizm ile resmi makamların ortamı alevlendiren söylemleri arasında bir bağ olduğu ortada. Türkiye'nin bölgesindeki önemli rolünü anlıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti ile derin geçmişi olan bir dostluğumuz ve hükümetiniz ile olan ilişkimize de büyük değer veriyoruz. Daha önceleri anti-semitizm'i 'insanlık suçu' sayan görüşlerinize binaen, derin endişelerimizi bildiriyor ve bu nahoş gelişmeleri bilginize sunuyoruz."
Tüm dünyaya meydan okuyarak tehdit eden ve kuşatan bir avuç çapulcu yahudi teröristi; Müslüman Türkiye için bir utanç, ama laik ve Kemalist Türkiye için bir övünç kaynağı olabilir… Ancak emperyalist ve çıkarcı varlıkları, bilinmelidir ki her Müslüman ve vatandaş için bir tehdit ve fitne, ülke aleyhine de bir ayrılık ve bölünmedir. İnsanlık adına topyekun elimine edilmeleri barış ve huzurun anahtarıdır.
Söz konusu lobi çeteleri; “insanlık suçu”nun yegane adresi olan Drakula İsrail’i değil de, Türkiye’yi ve Müslüman toplulukları hedef alıp, aleyhlerine tehdit görebilmeleri, ancak yahudilerin ortaya koyabilecekleri şeytani bir riyakârlık, hilekârlık ve aldatıcılıktır. Sözde dünyanın efendileri varsayımıyla, yaptıkları soykırım ve alçaksı katliamlara hiç aldırış etmeyerek, ileride olabilecek haklı intikamlardan kaygı duyup alışılageldikleri tehditlere devam etmeleri, geçmişte olduğu gibi, bugünde, gelecekte de canavarsı barbarlıklarından hiç vazgeçmeyeceklerini ispatlamakta, dolayısıyla her yahudinin, yaşadığı toplumda zehirsi büyük bir tehlike, gerginlik, esaret ve ölüm olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. Vahiy ve tarih; gerçeğin ta kendisi olup, asla yalan söylemez...
Bunda dolayı, yahudilere karşı girişilecek her eylemin destekçisi ve savunucusu olduğumu açıkça beyan ediyor; içinde insan sevgisi ve hedefinde barış olan herkesin, fiziki şeytanlara karşı kendilerini, analarını, eşlerini, çocuklarını, kardeşlerini, ülkelerini ve geleceklerini koruyabilmeleri ve teminat altına alabilmeleri adına; mutlaka savaşmaları gerekliliğinin altını çiziyorum.
Yahudilerin pervasız ve utanmaz sözleri, bilinmelidir ki insan olmamalarındandır. Sevgi ve barış kaynağını zehirleyerek insanlığı tüketen gaddar vahşilerin hiçbir şey olmamış gibi, bazen insana benzer bir düşünce içinde olmaları, insanoğlunun nasıl sinsi bir Deccal’la karşı karşıya olduğunu ortaya koymakta, baş etmenin tek yolunun da, tartışmak ve uzlaşmak değil, mutlaka savaşmak olduğu aşikardır Amerikan yahudi komitesi dış ilişkiler direktörü Jacob Isaacson; "Bir kere kaynağı zehirlemeye başlarsanız bunun nereye varacağını bilemezsiniz. Bu gelişmelerin politik, sosyal ve kültürel yansımaları olmasından endişeliyiz" diyerek, her zaman ki gibi tehdit etmeyi sürdürebilmiş, ama farkında olmadan itirafta da bulunabilmiştir.
İnsan değil, canavarsı yaratık olmalarından yaşadıkları toplumlara adapte olamamışlar, insani erdem ve fazileti hissetmediklerinden, merhametin ve insanca yaşamanın ne olduğunu bilmediklerinden sürekli horlanarak itilip kakılmışlar, böylece korku, panik ve kaygıdan kurtulamayarak, kafaları arkada gezmişlerdir. Birer pislik olmaları ve lanetlenmelerinden ötürü toplumlarca dışlanmışlar, tehlikeli ve bulaşıcı varlık olmaları gerçeğinden asla sıyrılamamışlardır. Deccal misali yalan, hile, zeka ve yetenekleri onları iktidara taşımış, aldattıkları toplumları kökten ele geçirerek, mahvı perişan etmişlerdir. Soykırım aldatmacasıyla Batı’ya, özellikle ABD’ye doğrudan egemen olan yahudiler, zorbalıkları aleyhine hiçbir yaptırıma uğratılmayarak devamlı kollanıp korunmuşlar, dolayısıyla hak ve adalet, hunharca parçalanmıştır. Herkesçe umut sanılan ABD Başkanı Barack Obama, bir bakın bakalım; acaba esaretsel zincirleri kırarak, İsrail aleyhine bir yaptırıma gidebilecek ve hakkında bir karar aldırabilecek mi? İşte böylece, Barack Obama’nın gerçek yüzü ve adalet samimiyeti ortaya çıkacaktır. Ancak ABD’yi ele geçirmiş İsrail gibi bir virüs, asla buna izin vermeyecek, çok geçmeden Obama balonu da patlayacaktır.
Dünya için İsrail bir belâdır, her yahudi potansiyel sinsi bir tehlikedir ve mutlaka yok edilmelidirler…
“Günün birinde benim altından heykelimi dikecekler” Adolf Hitler
Var olduklarından itibaren hiçbir anlaşmalarını tutmayıp yeminlerini bozan asi İsrailoğulları, sürekli Müslümanlar, hatta başka din ve ırkları aşağılayıp, saldırmışlar, küfrün önderleri olarak dünyadaki barışı ve insani erdemliği yok etmek isteyerek, hayvandan da daha aşağı yaratıklar olduklarını belgelemişlerdir. Dolayısıyla hiçbir dönemde ıslah ve insan olamamışlar, ancak savaşılarak durdurulabilecekleri karara bağlanmıştır. Vahiysel bu gerçekler ve uyarıların yanı sıra, “tecrübe, yediğin kazıkların bir bileşkesi” olarak, geleceğe ışık tutan somut ve tartışılmaz deneyimler olup; hala öğütlerden, tarihten ve acılardan ders çıkarmayıp, yahudilere güvenerek anlaşmaya kalkışıp barış umudu beslemek, hiçbir aklın, duyguların ve tecrübelerin kabul edemeyeceği ütopik bir siyasettir. Bu sebeple, başta Hamas olmak üzere Filistin halkını ve bölge ülkelerine acıyarak kınıyor, defalarca yaşadıkları aynı dehşet ve vahşeti tadacaklarından şüpheleri olmamalarını vurguluyorum. O kadar insan kaybetmelerine, vatanlarının yerle bir olmalarına ve Kur’an hükümlerine aldırış etmeksizin, defalarca sözde anlaştıkları şeytan İsrail ile yeniden masaya oturmaları; hem vicdanen, hem siyasetten hem de dinen kabul edilemez bir girişimdir. Bilmelidirler ki aynı acılara, vahşete ve rezalete müstahak olmaları kaçınılmazdır. “Ya İstiklâl, Ya ölüm” iman ve ilkesiyle bütünleşmemiş toplumlar, esir kalmaya mahkûmdurlar…
“ (Onlar) bir mümin hakkında ne ahid tanırlar ne de anlaşma. Çünkü onlar, saldırganların kendileridir.” Tevbe. 10
“ Eğer anlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” Tevbe. 12
“Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe. 14
Laik Türk devletinin yakın dostu ve müttefiki yahudiler, milletimizin Müslüman olduklarını unutmuşçasına, aleyhlerinde vuku bulan selsi tepkilerden büyük rahatsızlık ve endişe duyduklarını ifade ederek, “Türkiye’deki yahudi nüfusu için kaygılı” olduklarını dile getirmişlerdir. Oysa sadece Türkiye’dekilerden değil, tüm dünyadaki yahudilerin mal ve canlarından endişe duymalarının kaçınılmaz haklı bir karşılık olacağını ifade ediyor; ektikleri cehennemsi ürünleri, mutlaka biçeceklerini muhakeme ederek; sevgi, merhamet ve barış taraftarı insan olabilselerdi, dünyaya yaşattıkları barbarlığın şeytanları olmaz, dolayısıyla hiçbir telâş ve sıkıntıya gerek duymazlardı.
Vahşi İsrail'in Gazze saldırılarına Türkiye'den yükselen tepkiler, ABD ve dünyaya hükmeden ABD'deki yahudi lobilerini endişelendirdi. Ülkenin önde gelen 5 Yahudi lobisi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yazdıkları ortak bir mektupla "Türkiye'deki yahudi nüfusu için kaygılıyız" dedi. ABD'nin en güçlü beş yahudi sivil toplum kuruluşu, Başbakan Erdoğan'a yazdıkları mektupla, yükselen anti-semitizm konusunda endişelerini dile getirerek, Erdoğan'ı gerekeni yapmaya davet ettiler. Oysa aynı lobiler, daha önce, Başbakan Erdoğan’a övgüler yağdırarak, cesaret madalyaları ve çeşitli ödüller taltif etmişler, ama Erdoğan’ın, ne kadar değişse de temelde Müslüman bir kimlik taşıdığı, merhamet duyabilen ve gözyaşı dökebilen bir insan (sakına yanlış anlamayın!) olduğunu hesap etmeyerek, canavarlıklarından yana kayıtsız bir duruş sergileyebileceği yanılgısına düşmüşlerdir. Ayrıca, o onurlu ve erdemli tepkileri gösteren, Erdoğan’ı seçen yiğit Müslüman Türkiye halkı değil mi?!? Diğer taraftan şu gerçeği de göz ardı etmeyip; Başbakan Erdoğan, iktidardaki bir hükümet olmasına ve İsrail ile olan derin anlaşmalarına ve hatalarına rağmen açıkça kükreyebilmiş, ne var ki muhalefetteki Baykal ve Bahçeli, aynı duruşu sergileyememişlerdir. Belki de, yaklaşan seçimlerde yahudilerin desteğini alabilme çıkar hesabı yapmışlardır..
Deccal misali aynı sömürücü ve istismarcı nakaratları peşi sıra sıralayan yahudiler, Erdoğan’a yazdıkları mektupta; "Türkiye yüzyıllardır yahudilerin yaşadığı bir toprak olmakla haklı olarak övünür. Ama bugün, Türkiye'deki yahudi dostlarımız kendilerini kuşatılmış ve tehdit altında hissediyorlar. Ülkede yükselen anti-semitizm ile resmi makamların ortamı alevlendiren söylemleri arasında bir bağ olduğu ortada. Türkiye'nin bölgesindeki önemli rolünü anlıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti ile derin geçmişi olan bir dostluğumuz ve hükümetiniz ile olan ilişkimize de büyük değer veriyoruz. Daha önceleri anti-semitizm'i 'insanlık suçu' sayan görüşlerinize binaen, derin endişelerimizi bildiriyor ve bu nahoş gelişmeleri bilginize sunuyoruz."
Tüm dünyaya meydan okuyarak tehdit eden ve kuşatan bir avuç çapulcu yahudi teröristi; Müslüman Türkiye için bir utanç, ama laik ve Kemalist Türkiye için bir övünç kaynağı olabilir… Ancak emperyalist ve çıkarcı varlıkları, bilinmelidir ki her Müslüman ve vatandaş için bir tehdit ve fitne, ülke aleyhine de bir ayrılık ve bölünmedir. İnsanlık adına topyekun elimine edilmeleri barış ve huzurun anahtarıdır.
Söz konusu lobi çeteleri; “insanlık suçu”nun yegane adresi olan Drakula İsrail’i değil de, Türkiye’yi ve Müslüman toplulukları hedef alıp, aleyhlerine tehdit görebilmeleri, ancak yahudilerin ortaya koyabilecekleri şeytani bir riyakârlık, hilekârlık ve aldatıcılıktır. Sözde dünyanın efendileri varsayımıyla, yaptıkları soykırım ve alçaksı katliamlara hiç aldırış etmeyerek, ileride olabilecek haklı intikamlardan kaygı duyup alışılageldikleri tehditlere devam etmeleri, geçmişte olduğu gibi, bugünde, gelecekte de canavarsı barbarlıklarından hiç vazgeçmeyeceklerini ispatlamakta, dolayısıyla her yahudinin, yaşadığı toplumda zehirsi büyük bir tehlike, gerginlik, esaret ve ölüm olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. Vahiy ve tarih; gerçeğin ta kendisi olup, asla yalan söylemez...
Bunda dolayı, yahudilere karşı girişilecek her eylemin destekçisi ve savunucusu olduğumu açıkça beyan ediyor; içinde insan sevgisi ve hedefinde barış olan herkesin, fiziki şeytanlara karşı kendilerini, analarını, eşlerini, çocuklarını, kardeşlerini, ülkelerini ve geleceklerini koruyabilmeleri ve teminat altına alabilmeleri adına; mutlaka savaşmaları gerekliliğinin altını çiziyorum.
Yahudilerin pervasız ve utanmaz sözleri, bilinmelidir ki insan olmamalarındandır. Sevgi ve barış kaynağını zehirleyerek insanlığı tüketen gaddar vahşilerin hiçbir şey olmamış gibi, bazen insana benzer bir düşünce içinde olmaları, insanoğlunun nasıl sinsi bir Deccal’la karşı karşıya olduğunu ortaya koymakta, baş etmenin tek yolunun da, tartışmak ve uzlaşmak değil, mutlaka savaşmak olduğu aşikardır Amerikan yahudi komitesi dış ilişkiler direktörü Jacob Isaacson; "Bir kere kaynağı zehirlemeye başlarsanız bunun nereye varacağını bilemezsiniz. Bu gelişmelerin politik, sosyal ve kültürel yansımaları olmasından endişeliyiz" diyerek, her zaman ki gibi tehdit etmeyi sürdürebilmiş, ama farkında olmadan itirafta da bulunabilmiştir.
İnsan değil, canavarsı yaratık olmalarından yaşadıkları toplumlara adapte olamamışlar, insani erdem ve fazileti hissetmediklerinden, merhametin ve insanca yaşamanın ne olduğunu bilmediklerinden sürekli horlanarak itilip kakılmışlar, böylece korku, panik ve kaygıdan kurtulamayarak, kafaları arkada gezmişlerdir. Birer pislik olmaları ve lanetlenmelerinden ötürü toplumlarca dışlanmışlar, tehlikeli ve bulaşıcı varlık olmaları gerçeğinden asla sıyrılamamışlardır. Deccal misali yalan, hile, zeka ve yetenekleri onları iktidara taşımış, aldattıkları toplumları kökten ele geçirerek, mahvı perişan etmişlerdir. Soykırım aldatmacasıyla Batı’ya, özellikle ABD’ye doğrudan egemen olan yahudiler, zorbalıkları aleyhine hiçbir yaptırıma uğratılmayarak devamlı kollanıp korunmuşlar, dolayısıyla hak ve adalet, hunharca parçalanmıştır. Herkesçe umut sanılan ABD Başkanı Barack Obama, bir bakın bakalım; acaba esaretsel zincirleri kırarak, İsrail aleyhine bir yaptırıma gidebilecek ve hakkında bir karar aldırabilecek mi? İşte böylece, Barack Obama’nın gerçek yüzü ve adalet samimiyeti ortaya çıkacaktır. Ancak ABD’yi ele geçirmiş İsrail gibi bir virüs, asla buna izin vermeyecek, çok geçmeden Obama balonu da patlayacaktır.
Dünya için İsrail bir belâdır, her yahudi potansiyel sinsi bir tehlikedir ve mutlaka yok edilmelidirler…
“Günün birinde benim altından heykelimi dikecekler” Adolf Hitler
Etiketler:
ABD,
Barack Obama,
Başbakan Erdoğan,
Deniz Baykal,
Devlet Bahçeli,
Ermeni Soykırımı,
Hitler,
insanlık suçu,
İsrail,
İsrailoğulları,
Yahudi
22 Ocak 2009 Perşembe
Baykal’ın şerrinden Allah’a sığınırım…
Ahir zamanın “Deccal”ı kadar tehlikeli ve karıştırıcı olan Deniz Baykal’ı, bundan böyle “Türk Deccal”’ı olarak adlandıracağım.
Peygamberlerin dahi şerrinden sakınarak Allah’a sığındıkları Deccal, ahir zamanın en korkunç belâsıdır. Deccal; aşırı derecede yalan söyleyen, aldatan, hile yapan, fitne çıkaran, barışı bozan, insanları birbirine düşüren, ve yoldan çıkaran demektir. Birbirine zıt ve düşman olan “Hak ile batılı”, “İman ile küfrü”, “Doğru ile yanlışı” ve “İyi ile kötüyü” birbirine karıştırarak, cenneti cehennem, cehennemi de cennet gibi gösterebilen olağanüstü bir aldatıcı ve bozguncu olan Deccal; insanoğlunun benliklerini kabartarak baştan çıkarıp, hak ve adaleti yağmalamakta, özellikle dini ve din kavramlarını kullanarak, Yaratıcısına iman edenleri, dolayısıyla barışı, doğruyu, iyiliği, adaleti ve erdemliği savunanları saptıracak tüm argümanları kullanmaktadır. Tıpkı “Türk Deccalı” Deniz Baykal ve CHP gibi!
“Türk Deccal”’ının söz ve düşünceleri dikkatle irdelenip gözlemlendiğinde; içinde yalandan, hileden, aldatmadan, iftiradan ve jurnalcilikten başka bir doğrunun ve iyinin olmadığı anlaşılabilecek, Müslüman Türk Milletinin nasıl bir hasmı olduğu kavranabilecektir. Her düşünce ve hareketleri, “Deccalizm” felsefesi taşıyan ve vazgeçilmez bir bayraktarı olan CHP, suyu ateş, ateşi de su gibi manipüle ederek, Türkiye milletinin birlik ve beraberliğini bozmuş, çıkardığı karışıklıklarla birbirine düşman kılıp kıydırmıştır.
Hz.Muhammed (S.A.V) şöyle buyurmuştur. “Deccal çıktığı zaman yanında bir su, bir de ateş bulunacaktır. Fakat halkın ateş sandığı soğuk bir sudur. Soğuk su sandığı ise yakıcı bir ateştir. Deccal’in zuhuru zamanında sizden her kim işitirse, ateş suretinde gördüğü tarafta bulunsun. Çünkü o, tatlı bir sudur” Bu sebeple, CHP’nin iyi dediğinin mutlaka kötü ve ebedi bir felaket olduğu gerçeği, milletçe kurtuluşun tek anahtarıdır. Kıyamet zamanında insanlar, özellikle Müslümanlar için en büyük tehlikenin “Deccal” belâsı olup, içerideki Deccallar yok edilmedikçe, dışarıdaki Deccallardan kurtulabilmenin mümkün olamayacağı aşikârdır.
Türkiye; içinde subaylar, polisler, sendikalar, gazeteciler, savcılar, partiler, mafyalar, sivil toplum örgütleri, solcular, sağcılar, PKK, birçok hücre çeteleri ve etkili kimseleri barındıran kurumsallaşmış büyük bir terör örgütü tehlikesiyle karşı karşıya iken, sözde siyasi ve anamuhalefet partisi olan CHP’nin, adaletin tecelli etmemesi ve terör örgütünün çökertilmemesi yönündeki can siperhane tepkisi, ancak “Deccal” olabildiğine bir kanıttır.
Hükümet, savcı ve güvenlik güçlerinin; devlet ve millet menfaatine, söz konusu terör örgütünün deşifre edilip kurutulması ve yargı önünde hesap vererek adaletin yerini bulması konusunda gösterdikleri cesaret, hassasiyet ve kararlılıklarını baltalayabilmek adına yürütülen hukuk tanımaz faşist ve tahrikçi propagandalar, şüphesiz CHP’nin sinsice yürüttüğü amaç ve hedeflerini ortaya çıkarmış, gizliden desteklediği Ergenekon Terör Örgütü ile olan maddi ve manevi bağını belgelemiştir.
Gerçeklerin anlaşılabilmesi için her gözaltına alınan ve sorgulanan zanlıları, üyeleri olmaları hesabiyle fütursuzca savunabilen provokatör CHP, bütün güçleriyle saldırmakta, dolayısıyla deccalın tüm kriterlerini barındırdığı ortaya çıkmaktadır.
Ülkenin bekası ve terör örgütlerinden kurtulabilmesi adına; Çankaya köşkünde düzenlenen yasama,yürütme-yargı zirvesiyle ilgili açıklama yapan “Türk Deccalı”; "Yargı organlarının başkanlarının iktidar ile buluşturulması kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkesine aykırıdır. Yargı organlarının iktidara mesafeli olması gerekir" sözleriyle, yargıyı, halkın seçtiği hükümet üzerinde bir baskı ve kayıtsız hükmeden bir diktatörlük anlayışında bulunarak, devlet kurumlarının bir araya gelip müşterek bir çözüm üzerinde tartışmalarını, dolayısıyla bir bütünlük içinde hareket ederek, ülkeyi tehdit eden terörizmi ve suç çetelerini ortadan kaldırabilme ittifakını içine sindiremeyip, kendince hükmettiği yargı kurumlarını kaybedebileceği endişesine kapılmış ve millet aleyhine yaptığı bölücü eylemlerin, artık bir yaptırımı olabileceği korkusu, ne yapacağını bilmez bir deliye dönüşmesine neden olmuştur.
İşte bu deccalsı anlayıştan dolayı ”kardeşlik, birlik ve adalet” çatısı çökmüş, haksızlıklar ve adaletsizlikler çığ gibi büyüyerek parçalanılmış, çapulcu bir PKK, terör örgütleri ve mafya bitirilememiş ve bu yüzden on binlerce insanımız ölmüş, sakar kalmış, gasp edilmiş ve sayısız zarar görerek, dini ve ırki düşmanlıklar baş göstermiştir.
Anayasa ve hukuk tanımaz despotluğunu unutarak, argümanlarını anayasaya bağlayarak işlemesi, hile ve aldatıcılığının usta yeteneğindendir. Milletin tartışılmaz değerlerini ve kurumlarını deccalca sömürerek istismar eden örgüt üyelerinden Org.Tuncer Kılınç da; tıpkı “Türk Deccalı” gibi, “Ergenekon Terör Örgütü davasıyla, TSK’den rövanş alınmaktadır” ifadesi, nasıl merhametsiz bir deccal olduğunu kanıtlamaktadır.
Israrla Genelkurmay’ı ve yargıyı hükümete düşman kılmaya çalışarak, ülkeyi karıştırmaya ve bölmeye çalışan terör örgütünün şöhretli mensupları, adaletin yerinin bulmamasında, devlet ile hükümetin arasını açmada ve terör örgütlerinin ülkeyi kasıp kavurmasında alçakça bir çaba sarf etmekte, inatla halkımızı manipüle ederek bataklığa sürüklemektedirler.
Yolsuzlukları ayyuka çıkan, haksız yollardan elde ettiği büyük servetin bir kısmını kendine, bir kısmını ETÖ’ye ve CHP’ye aktaran Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Mustafa Özbek’in, hukukun hükmettiği kurallar çerçevesinde göz altına alınıp sorgulanmak istenmesine karşı çıkan CHP üyeleri, öyle haddi aştılar ki, devlete meydan okuyarak; “Vur de vuralım, öl de ölelim", "Türküz, Türkçüyüz, Atatürkçüyüz" sloganlarıyla, savaş çığlıkları atabilmişlerdir. Kime karşı? Devlete, millete ve adalete!...
Paniğe kapılan gizli ve aleni, resmi ve gayri-resmi terör örgüt üyeleri; PKK’nın dahi kullanmaya cesaret edemediği ve akıllarına getiremediği söylemlerle, bir iç savaş çıkartabilme psikolojik harekâtı başlatarak, ülkeyi kanlı bir felakete sürüklemekte, bu sebeple mutlaka başlarının ezilmelerinin zaruriyeti kaçınılmaz olmaktadır.
Ya Rabbim! Türk Deccalların şerrinden sana sığınırım.
“Ya Rabbi! Deccal’ın şerrinden sana sığınırım.” Hz.Muhammed (S.A.V)
Peygamberlerin dahi şerrinden sakınarak Allah’a sığındıkları Deccal, ahir zamanın en korkunç belâsıdır. Deccal; aşırı derecede yalan söyleyen, aldatan, hile yapan, fitne çıkaran, barışı bozan, insanları birbirine düşüren, ve yoldan çıkaran demektir. Birbirine zıt ve düşman olan “Hak ile batılı”, “İman ile küfrü”, “Doğru ile yanlışı” ve “İyi ile kötüyü” birbirine karıştırarak, cenneti cehennem, cehennemi de cennet gibi gösterebilen olağanüstü bir aldatıcı ve bozguncu olan Deccal; insanoğlunun benliklerini kabartarak baştan çıkarıp, hak ve adaleti yağmalamakta, özellikle dini ve din kavramlarını kullanarak, Yaratıcısına iman edenleri, dolayısıyla barışı, doğruyu, iyiliği, adaleti ve erdemliği savunanları saptıracak tüm argümanları kullanmaktadır. Tıpkı “Türk Deccalı” Deniz Baykal ve CHP gibi!
“Türk Deccal”’ının söz ve düşünceleri dikkatle irdelenip gözlemlendiğinde; içinde yalandan, hileden, aldatmadan, iftiradan ve jurnalcilikten başka bir doğrunun ve iyinin olmadığı anlaşılabilecek, Müslüman Türk Milletinin nasıl bir hasmı olduğu kavranabilecektir. Her düşünce ve hareketleri, “Deccalizm” felsefesi taşıyan ve vazgeçilmez bir bayraktarı olan CHP, suyu ateş, ateşi de su gibi manipüle ederek, Türkiye milletinin birlik ve beraberliğini bozmuş, çıkardığı karışıklıklarla birbirine düşman kılıp kıydırmıştır.
Hz.Muhammed (S.A.V) şöyle buyurmuştur. “Deccal çıktığı zaman yanında bir su, bir de ateş bulunacaktır. Fakat halkın ateş sandığı soğuk bir sudur. Soğuk su sandığı ise yakıcı bir ateştir. Deccal’in zuhuru zamanında sizden her kim işitirse, ateş suretinde gördüğü tarafta bulunsun. Çünkü o, tatlı bir sudur” Bu sebeple, CHP’nin iyi dediğinin mutlaka kötü ve ebedi bir felaket olduğu gerçeği, milletçe kurtuluşun tek anahtarıdır. Kıyamet zamanında insanlar, özellikle Müslümanlar için en büyük tehlikenin “Deccal” belâsı olup, içerideki Deccallar yok edilmedikçe, dışarıdaki Deccallardan kurtulabilmenin mümkün olamayacağı aşikârdır.
Türkiye; içinde subaylar, polisler, sendikalar, gazeteciler, savcılar, partiler, mafyalar, sivil toplum örgütleri, solcular, sağcılar, PKK, birçok hücre çeteleri ve etkili kimseleri barındıran kurumsallaşmış büyük bir terör örgütü tehlikesiyle karşı karşıya iken, sözde siyasi ve anamuhalefet partisi olan CHP’nin, adaletin tecelli etmemesi ve terör örgütünün çökertilmemesi yönündeki can siperhane tepkisi, ancak “Deccal” olabildiğine bir kanıttır.
Hükümet, savcı ve güvenlik güçlerinin; devlet ve millet menfaatine, söz konusu terör örgütünün deşifre edilip kurutulması ve yargı önünde hesap vererek adaletin yerini bulması konusunda gösterdikleri cesaret, hassasiyet ve kararlılıklarını baltalayabilmek adına yürütülen hukuk tanımaz faşist ve tahrikçi propagandalar, şüphesiz CHP’nin sinsice yürüttüğü amaç ve hedeflerini ortaya çıkarmış, gizliden desteklediği Ergenekon Terör Örgütü ile olan maddi ve manevi bağını belgelemiştir.
Gerçeklerin anlaşılabilmesi için her gözaltına alınan ve sorgulanan zanlıları, üyeleri olmaları hesabiyle fütursuzca savunabilen provokatör CHP, bütün güçleriyle saldırmakta, dolayısıyla deccalın tüm kriterlerini barındırdığı ortaya çıkmaktadır.
Ülkenin bekası ve terör örgütlerinden kurtulabilmesi adına; Çankaya köşkünde düzenlenen yasama,yürütme-yargı zirvesiyle ilgili açıklama yapan “Türk Deccalı”; "Yargı organlarının başkanlarının iktidar ile buluşturulması kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkesine aykırıdır. Yargı organlarının iktidara mesafeli olması gerekir" sözleriyle, yargıyı, halkın seçtiği hükümet üzerinde bir baskı ve kayıtsız hükmeden bir diktatörlük anlayışında bulunarak, devlet kurumlarının bir araya gelip müşterek bir çözüm üzerinde tartışmalarını, dolayısıyla bir bütünlük içinde hareket ederek, ülkeyi tehdit eden terörizmi ve suç çetelerini ortadan kaldırabilme ittifakını içine sindiremeyip, kendince hükmettiği yargı kurumlarını kaybedebileceği endişesine kapılmış ve millet aleyhine yaptığı bölücü eylemlerin, artık bir yaptırımı olabileceği korkusu, ne yapacağını bilmez bir deliye dönüşmesine neden olmuştur.
İşte bu deccalsı anlayıştan dolayı ”kardeşlik, birlik ve adalet” çatısı çökmüş, haksızlıklar ve adaletsizlikler çığ gibi büyüyerek parçalanılmış, çapulcu bir PKK, terör örgütleri ve mafya bitirilememiş ve bu yüzden on binlerce insanımız ölmüş, sakar kalmış, gasp edilmiş ve sayısız zarar görerek, dini ve ırki düşmanlıklar baş göstermiştir.
Anayasa ve hukuk tanımaz despotluğunu unutarak, argümanlarını anayasaya bağlayarak işlemesi, hile ve aldatıcılığının usta yeteneğindendir. Milletin tartışılmaz değerlerini ve kurumlarını deccalca sömürerek istismar eden örgüt üyelerinden Org.Tuncer Kılınç da; tıpkı “Türk Deccalı” gibi, “Ergenekon Terör Örgütü davasıyla, TSK’den rövanş alınmaktadır” ifadesi, nasıl merhametsiz bir deccal olduğunu kanıtlamaktadır.
Israrla Genelkurmay’ı ve yargıyı hükümete düşman kılmaya çalışarak, ülkeyi karıştırmaya ve bölmeye çalışan terör örgütünün şöhretli mensupları, adaletin yerinin bulmamasında, devlet ile hükümetin arasını açmada ve terör örgütlerinin ülkeyi kasıp kavurmasında alçakça bir çaba sarf etmekte, inatla halkımızı manipüle ederek bataklığa sürüklemektedirler.
Yolsuzlukları ayyuka çıkan, haksız yollardan elde ettiği büyük servetin bir kısmını kendine, bir kısmını ETÖ’ye ve CHP’ye aktaran Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Mustafa Özbek’in, hukukun hükmettiği kurallar çerçevesinde göz altına alınıp sorgulanmak istenmesine karşı çıkan CHP üyeleri, öyle haddi aştılar ki, devlete meydan okuyarak; “Vur de vuralım, öl de ölelim", "Türküz, Türkçüyüz, Atatürkçüyüz" sloganlarıyla, savaş çığlıkları atabilmişlerdir. Kime karşı? Devlete, millete ve adalete!...
Paniğe kapılan gizli ve aleni, resmi ve gayri-resmi terör örgüt üyeleri; PKK’nın dahi kullanmaya cesaret edemediği ve akıllarına getiremediği söylemlerle, bir iç savaş çıkartabilme psikolojik harekâtı başlatarak, ülkeyi kanlı bir felakete sürüklemekte, bu sebeple mutlaka başlarının ezilmelerinin zaruriyeti kaçınılmaz olmaktadır.
Ya Rabbim! Türk Deccalların şerrinden sana sığınırım.
“Ya Rabbi! Deccal’ın şerrinden sana sığınırım.” Hz.Muhammed (S.A.V)
Etiketler:
chp,
cumhurbaşkanı,
Deccal,
ergenekon,
Hz.Muhammed,
Mehmet Ali Şadoğlu,
Türk Deccalı Deniz Baykal
20 Ocak 2009 Salı
Drakulalar…
İnsanoğlu, yaratıldığından itibaren fıtratsal benliklerinin etkisiyle azgınlaşmış, kendinden olmayanlara karşı duydukları kin, adil ve merhametli davranmalarını engellemiş, dolayısıyla akla hayale gelmeyecek kötülükleri işleyerek, gaddarca birbirlerine kıymışlardır. Hayvansı canavarlardan çok daha tehlikeli ve acımasız olan insansı canavarlar, toplumlara saçtıkları korku ve dehşetleriyle tarihte yerlerini almışlar, ne var ki medeniyetlerin gelişmesi, bilim ve teknolojinin ilerlemesi şeytansı duygularını söndürmemiş, bilakis arttırarak kitlesel katliamlara dönüştürmüşlerdir.
Son yüzyılın en büyük katillerinden cellât George W. Bush’un, canavarsı zulümlerine karşılık hiçbir ceza almadan kahramanca ABD başkanlığına veda etmesi ve yerine geçen Barack Obama’nın, aynı insanlık dışı barbar anlayış doğrultusunda liderliğini sürdürecek olması, atılmış olan şeytansı temelin kaçınılmaz bir sonucudur. ABD ve İsrail’in ele başı olduğu günümüz canavarları, kökten yıkılmadıkları müddetçe sürekliliğini koruyacak ve yeryüzünde bağımsız tek toplum kalmamacasına herkes esir bir hayat sürerek, korku ve dehşet asla bitmeyecektir.
ABD’nin Irak misali, Gazze’yi ve halkını yerle bir edip, taş üstünde taş ve insan üstünde can bırakmayarak mahveden İsrail, aynı anlayış çerçevesinde hiçbir yaptırıma uğramayarak, yaptığı canavarlıkla meşruiyet kazanmıştır. Yıllardır Filistin’e kan kusturan, Lübnan’ı hezimete uğratarak perişan eden İsrail, alçaksı saldırıların ve zalimliklerinin bedelini ödemediği ve dünyaca meşru sayılmasından ötürü asla durmamakta; tehdit, şantaj, işgal ve katliamlarına devam ederek, bölgeye ve dünyaya meydan okuyabilmektedir.
Sözde ateşkes kabulüyle olayları unutturmaya çalışan hayvani düzen, tıpkı Lübnan’da olduğu gibi uyduruk barışın sevinciyle günü kurtarmak, İsrail’den öç almak isteyen canı yanmış, aileleri ve vatanları yok olmuş direnişçileri durdurabilmek için, Lübnan’da olduğu gibi sözde “barış gücü askerleri” konumlandırılarak, İsrail canavarları korunacak ve bir dahaki saldırılarına hazırlanabilme imkanı sunulacaktır.
Özellikle Müslümanlara karşı ittifak sağlayan hıristiyan ve yahudi dünyasının fundamentalistleri; Irak ve Filistin’i yağmalayarak, geriye parçalanan insanlar, yıkılan aileler, harabe vatanlar, ırzına geçilen Müslüman kadınlar, aşağılanan ve katledilen çocuklar, idrar ve pisliklerle yıkanan ve hunharca tutsak edilen esirler, Kazıklı Voyvoda’yı aratmayacak acımasızlıkta işkenceler ve akıl almaz vahşetlerin fotoğraf ve belgelerini bıraktılar.
Hıristiyan ve yahudi dünyası; geçmiş uygarlıklarının vahşi yüzlerini tekrar sergileyerek, gerçekte hiç değişmediklerini ve makyajla gizledikleri suratlarını yeniden açığa çıkarmışlardır. İslam referanslı iktidar hükümetlerin bu canavarlıkların tam ortasında keyifle olanları izleyebilmiş, içlerinden biri çıkıp da, vahşilere karşı savaşma cesareti gösterememişlerdi. Çünkü hepsi, barbarlarca satın alınmış birer müstemlekeyiler.
Lanet olsun, böylesi yenidünya düzenine, kukla BM’ne ve münafık iktidarlara…
15. yüzyılın ünlü şeytanı, namı değer Drakula’sı Kazıklı Voyvoda, Romanya prensiydi. Romanya’nın bağımsızlığı için savaşmış milli bir kahraman olarak hâlâ saygıyla anılmaktadır. Kazıklı Voyvoda, canavarlıklarıyla tarihe geçen, portresi bugün Innsbruck yakınlarında Ambras Müzesindeki “Canavarlar Galerisinde” sergilenen ve sinemanın vazgeçilmez karakteri ve vampir öykülerinin de esin kaynağı Dracula’sıdır. Kendisi gelmiş geçmiş en acımasız Müslüman Türk düşmanıydı.
Asıl adı Vlad Tepeş olan Kazıklı Voyvoda’nın en sevdiği eğlencesi kazık işkencesiydi. Yemek yerken kazıklara oturtulmuş insanların çığlıklar içinde can çekişmesini seyrederdi. Hayvanları dahi kazığa oturtur, öldürttüğü annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirirdi. Bazen de annelerin memelerini kestirip yerine çocuklarının başlarını dikerdi. İnsanları doğrayarak çömlek içinde pişirirdi.
Vlad Tepeş,, Katolik bir Hıristiyan’dı. Onun binlerce insanı nasıl öldürttüğünü Papanın elçisi Modrusa şöyle anlatır. “Bazılarını, arabaların tekerlekleri altında kemikleri kırılıncaya kadar işkence yapar, bazılarının bağırsaklarına varıncaya kadar derilerini yüzer, bazılarını kazıklara geçirir, ya da akkor halindeki kömürlerin üzerine yatırırdı. Bazılarının ise başlarını, göbeklerini deldirirdi, kazıklara oturtarak, kazığın ağızlarından çıkmasını sağlardı. Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp, bebeklerini bu kazıkların üstüne atardı.”
Kazıklı Voyvodanın en büyük düşmanı Müslüman Türklerdi. Kazıklaravurulmuş ve işkencelerle can vermekte olan Türklerden oluşan bir dairenin etrafında saray halkıyla yemek yemekten büyük haz duyardı.
Eline Türk esir geçtiğinde; el ve ayak derilerini yüzdürür ve meydana çıkan kırmızı etleri tuzla ovuşturduktan sonra, elem ve azabın daha da artması için keçilere yalatırdı. Ona gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak kendilerini tanıtmak istemeyince, sarıklarını başlarına çivi ile çaktırmıştı.
Bir gün Türk elçileri geldi. Voyvodanın huzuruna çıkınca, onu kendi geleneklerine uygun bir şekilde baş eğerek selamladılar. Sarıklarını çıkarmamışlardı. Drakula; “Büyük bir prensin önündesiniz, neden böyle davranıyorsunuz?” Osmanlı elçileri dediler ki, “Bizim ülkemizde gelenek bu şekildedir.” Bunun üzerine Drakula, “Bende geleneğinizi pekiştireceğim” diyerek, elçilerin sarıklarını başlarına çivilerle bir daha çıkarılmayacak şekilde çakılmasını emretti. Ardından da “şimdi gidin padişahınıza söyleyin, sizin geleneklerinize boyun eğmem” dedi. Tabi ki elçiler öldüğünden mesaj yerine ulaşmadı.
Drakula kadınlara karşı çok acımasızdı. Gömleği çok kısa ve pantolonu dar bir köylünün karısını kocasını böyle giydirdiği için kazığa geçirtti. Ardından da karısını öldürdüğü adamı yeni bir kadınla evlendirip, yeni eşine de, eğer kocasına iyi bakmazsa eski karısının durumuna düşeceğini söyledi. Evli bir kadın, evlilik dışı bir ilişki kurarsa; ya cinsel organını kestirir ya da cinsel organını yüzdürürdü. Aynı cezalar bekâretini korumayan kızlara ve namuslarına sahip çıkmayan dullara da uygulanırdı. Kadınlara, küçük gördüğü suçları için verdiği en hafif ceza ise, meme uçlarından birisini kesmekti.
Arabası mal ve para yüklü Floransalı bir tüccarın Eflak başkenti Tirgovifl’de konaklamasıyla öykü başlar. Tüccar, arabasının çok değerli olduğunu ve korunması gerektiğini prense söylediğinde, Drakula, ondan arabasını şehrin meydanına bırakmasını ister. Tüccar sabah arabasına geldiğinde o kadar mal içinde sadece 160 duka altının kaybolduğunu prense söyler. Drakula da kent halkına; hırsızın bulunmasını, yoksa bütün kenti yerle bir edeceğini söyleyerek katliama başlar.
Bir gün, Drakula, ülkedeki tüm dilencileri saraylarından birinde ziyafete davet eder. Dilenciler bu işe şaşırır ve aynı zamanda prenslerinin cömertlikleriyle övünürler. Tabi Drakula, onları doyurduktan sonra sarayı ateşe vererek hepsini yakar.
Drakula, tıpkı ABD ve İsrail gibi hiçbir itirazı ve insani barışı kabul etmezdi. Yaptığı işlerin yasalara aykırı olduğunu söyleyen çeribaşını kazana koyarak kaynattı ve daha sonra etini bütün çingenelere yedirdi. Hatta kazığa geçirme onda takıntı haline gelmişti. Rus elçisi Fyodar Kuritsin ve Erlau başpiskoposunun Gabriele Rangone, 1476’da Papa 4.Sixtus’a yazdığı mektupta şunları ifade etmişlerdi. “Drakula, Osmanlı ordusuna mağlup olunca sığındığı Macaristan kralı tarafından tutsak edildiği şatoda fare yakalamaktan ve pazardan kuş aldırmaktan kendini alıkoyamamış, fareleri ve kuşları kazığa geçirdiği, bazı kuşların kafalarını kopardığı, bazılarının ise tüylerini yolarak serbest bıraktığını” söylediler..
Cihan sultanı Fatih Sultan Mehmet’in bizzat katıldığı 1462 yılındaki Eflak seferi, Kazıklı Voyvoda hükümdarlığının sonu oldu. Kazıklı Voyvoda ise Macaristan’a kaçtı. Drakula, Macaristan’da 12 yıl süren tutsaklık dönemi geçirdi. 1457 yılının ocak ayında kardeşi Radu’nun ölümü, Eflak kapılarını ona bir kez daha açtı ve 1476 yılında tahtı geri aldı. Fakat bu hükümdarlığı da uzun sürmedi ve kafası kesilerek İstanbul’a getirildi. Cesedi bulunamadığı için, tekrar dirilerek kendilerine zulmedeceğine inanan halk, onu vampirlikle özdeşleştirdi. Tıpkı Firavunun öldüğüne inanamayan İsrailoğulları gibi!
İşte günümüz Drakulaları da, ABD ve İsrail’dir.
Her devirde buna benzer bir çok canavarlar var olmuş ve yok olmalarını sağlayan Fatih Sultan Mehmet gibi nice erdemli kahramanlar da, dengeyi sağlamışlardır. Şeytan var olduğu sürece kötülükler ve canavarlıklar devam edecektir. Bu bir süreçtir ve kaderin akışı içinde iyilerle kötülerin savaşı sürecektir. Ta ki kıyamete kadar!
Aynı ABD ve İsrail gibi; benliği adına savaşarak egemen olabilme iddiasında bulunan iktidarlar, Drakula misali canavarlaşmakta ve önüne geleni yıkmaktan ve doğramaktan inanılmaz zevk alabilmektedirler. Acaba eskide olduğu gibi; günümüzde de korkusuz, ruhuna ve kalbine fiyat etiketi koymamış erdemli ve cesur kahramanlar çıkıp da, ABD ve İsrail gibi bitleri ezebilecek mi?
“Fil olduğundan küçük, bit ise olduğundan büyük çizilir hep.” J.W.SWIFT
Son yüzyılın en büyük katillerinden cellât George W. Bush’un, canavarsı zulümlerine karşılık hiçbir ceza almadan kahramanca ABD başkanlığına veda etmesi ve yerine geçen Barack Obama’nın, aynı insanlık dışı barbar anlayış doğrultusunda liderliğini sürdürecek olması, atılmış olan şeytansı temelin kaçınılmaz bir sonucudur. ABD ve İsrail’in ele başı olduğu günümüz canavarları, kökten yıkılmadıkları müddetçe sürekliliğini koruyacak ve yeryüzünde bağımsız tek toplum kalmamacasına herkes esir bir hayat sürerek, korku ve dehşet asla bitmeyecektir.
ABD’nin Irak misali, Gazze’yi ve halkını yerle bir edip, taş üstünde taş ve insan üstünde can bırakmayarak mahveden İsrail, aynı anlayış çerçevesinde hiçbir yaptırıma uğramayarak, yaptığı canavarlıkla meşruiyet kazanmıştır. Yıllardır Filistin’e kan kusturan, Lübnan’ı hezimete uğratarak perişan eden İsrail, alçaksı saldırıların ve zalimliklerinin bedelini ödemediği ve dünyaca meşru sayılmasından ötürü asla durmamakta; tehdit, şantaj, işgal ve katliamlarına devam ederek, bölgeye ve dünyaya meydan okuyabilmektedir.
Sözde ateşkes kabulüyle olayları unutturmaya çalışan hayvani düzen, tıpkı Lübnan’da olduğu gibi uyduruk barışın sevinciyle günü kurtarmak, İsrail’den öç almak isteyen canı yanmış, aileleri ve vatanları yok olmuş direnişçileri durdurabilmek için, Lübnan’da olduğu gibi sözde “barış gücü askerleri” konumlandırılarak, İsrail canavarları korunacak ve bir dahaki saldırılarına hazırlanabilme imkanı sunulacaktır.
Özellikle Müslümanlara karşı ittifak sağlayan hıristiyan ve yahudi dünyasının fundamentalistleri; Irak ve Filistin’i yağmalayarak, geriye parçalanan insanlar, yıkılan aileler, harabe vatanlar, ırzına geçilen Müslüman kadınlar, aşağılanan ve katledilen çocuklar, idrar ve pisliklerle yıkanan ve hunharca tutsak edilen esirler, Kazıklı Voyvoda’yı aratmayacak acımasızlıkta işkenceler ve akıl almaz vahşetlerin fotoğraf ve belgelerini bıraktılar.
Hıristiyan ve yahudi dünyası; geçmiş uygarlıklarının vahşi yüzlerini tekrar sergileyerek, gerçekte hiç değişmediklerini ve makyajla gizledikleri suratlarını yeniden açığa çıkarmışlardır. İslam referanslı iktidar hükümetlerin bu canavarlıkların tam ortasında keyifle olanları izleyebilmiş, içlerinden biri çıkıp da, vahşilere karşı savaşma cesareti gösterememişlerdi. Çünkü hepsi, barbarlarca satın alınmış birer müstemlekeyiler.
Lanet olsun, böylesi yenidünya düzenine, kukla BM’ne ve münafık iktidarlara…
15. yüzyılın ünlü şeytanı, namı değer Drakula’sı Kazıklı Voyvoda, Romanya prensiydi. Romanya’nın bağımsızlığı için savaşmış milli bir kahraman olarak hâlâ saygıyla anılmaktadır. Kazıklı Voyvoda, canavarlıklarıyla tarihe geçen, portresi bugün Innsbruck yakınlarında Ambras Müzesindeki “Canavarlar Galerisinde” sergilenen ve sinemanın vazgeçilmez karakteri ve vampir öykülerinin de esin kaynağı Dracula’sıdır. Kendisi gelmiş geçmiş en acımasız Müslüman Türk düşmanıydı.
Asıl adı Vlad Tepeş olan Kazıklı Voyvoda’nın en sevdiği eğlencesi kazık işkencesiydi. Yemek yerken kazıklara oturtulmuş insanların çığlıklar içinde can çekişmesini seyrederdi. Hayvanları dahi kazığa oturtur, öldürttüğü annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirirdi. Bazen de annelerin memelerini kestirip yerine çocuklarının başlarını dikerdi. İnsanları doğrayarak çömlek içinde pişirirdi.
Vlad Tepeş,, Katolik bir Hıristiyan’dı. Onun binlerce insanı nasıl öldürttüğünü Papanın elçisi Modrusa şöyle anlatır. “Bazılarını, arabaların tekerlekleri altında kemikleri kırılıncaya kadar işkence yapar, bazılarının bağırsaklarına varıncaya kadar derilerini yüzer, bazılarını kazıklara geçirir, ya da akkor halindeki kömürlerin üzerine yatırırdı. Bazılarının ise başlarını, göbeklerini deldirirdi, kazıklara oturtarak, kazığın ağızlarından çıkmasını sağlardı. Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp, bebeklerini bu kazıkların üstüne atardı.”
Kazıklı Voyvodanın en büyük düşmanı Müslüman Türklerdi. Kazıklaravurulmuş ve işkencelerle can vermekte olan Türklerden oluşan bir dairenin etrafında saray halkıyla yemek yemekten büyük haz duyardı.
Eline Türk esir geçtiğinde; el ve ayak derilerini yüzdürür ve meydana çıkan kırmızı etleri tuzla ovuşturduktan sonra, elem ve azabın daha da artması için keçilere yalatırdı. Ona gönderilen Osmanlı elçileri başları açık olarak kendilerini tanıtmak istemeyince, sarıklarını başlarına çivi ile çaktırmıştı.
Bir gün Türk elçileri geldi. Voyvodanın huzuruna çıkınca, onu kendi geleneklerine uygun bir şekilde baş eğerek selamladılar. Sarıklarını çıkarmamışlardı. Drakula; “Büyük bir prensin önündesiniz, neden böyle davranıyorsunuz?” Osmanlı elçileri dediler ki, “Bizim ülkemizde gelenek bu şekildedir.” Bunun üzerine Drakula, “Bende geleneğinizi pekiştireceğim” diyerek, elçilerin sarıklarını başlarına çivilerle bir daha çıkarılmayacak şekilde çakılmasını emretti. Ardından da “şimdi gidin padişahınıza söyleyin, sizin geleneklerinize boyun eğmem” dedi. Tabi ki elçiler öldüğünden mesaj yerine ulaşmadı.
Drakula kadınlara karşı çok acımasızdı. Gömleği çok kısa ve pantolonu dar bir köylünün karısını kocasını böyle giydirdiği için kazığa geçirtti. Ardından da karısını öldürdüğü adamı yeni bir kadınla evlendirip, yeni eşine de, eğer kocasına iyi bakmazsa eski karısının durumuna düşeceğini söyledi. Evli bir kadın, evlilik dışı bir ilişki kurarsa; ya cinsel organını kestirir ya da cinsel organını yüzdürürdü. Aynı cezalar bekâretini korumayan kızlara ve namuslarına sahip çıkmayan dullara da uygulanırdı. Kadınlara, küçük gördüğü suçları için verdiği en hafif ceza ise, meme uçlarından birisini kesmekti.
Arabası mal ve para yüklü Floransalı bir tüccarın Eflak başkenti Tirgovifl’de konaklamasıyla öykü başlar. Tüccar, arabasının çok değerli olduğunu ve korunması gerektiğini prense söylediğinde, Drakula, ondan arabasını şehrin meydanına bırakmasını ister. Tüccar sabah arabasına geldiğinde o kadar mal içinde sadece 160 duka altının kaybolduğunu prense söyler. Drakula da kent halkına; hırsızın bulunmasını, yoksa bütün kenti yerle bir edeceğini söyleyerek katliama başlar.
Bir gün, Drakula, ülkedeki tüm dilencileri saraylarından birinde ziyafete davet eder. Dilenciler bu işe şaşırır ve aynı zamanda prenslerinin cömertlikleriyle övünürler. Tabi Drakula, onları doyurduktan sonra sarayı ateşe vererek hepsini yakar.
Drakula, tıpkı ABD ve İsrail gibi hiçbir itirazı ve insani barışı kabul etmezdi. Yaptığı işlerin yasalara aykırı olduğunu söyleyen çeribaşını kazana koyarak kaynattı ve daha sonra etini bütün çingenelere yedirdi. Hatta kazığa geçirme onda takıntı haline gelmişti. Rus elçisi Fyodar Kuritsin ve Erlau başpiskoposunun Gabriele Rangone, 1476’da Papa 4.Sixtus’a yazdığı mektupta şunları ifade etmişlerdi. “Drakula, Osmanlı ordusuna mağlup olunca sığındığı Macaristan kralı tarafından tutsak edildiği şatoda fare yakalamaktan ve pazardan kuş aldırmaktan kendini alıkoyamamış, fareleri ve kuşları kazığa geçirdiği, bazı kuşların kafalarını kopardığı, bazılarının ise tüylerini yolarak serbest bıraktığını” söylediler..
Cihan sultanı Fatih Sultan Mehmet’in bizzat katıldığı 1462 yılındaki Eflak seferi, Kazıklı Voyvoda hükümdarlığının sonu oldu. Kazıklı Voyvoda ise Macaristan’a kaçtı. Drakula, Macaristan’da 12 yıl süren tutsaklık dönemi geçirdi. 1457 yılının ocak ayında kardeşi Radu’nun ölümü, Eflak kapılarını ona bir kez daha açtı ve 1476 yılında tahtı geri aldı. Fakat bu hükümdarlığı da uzun sürmedi ve kafası kesilerek İstanbul’a getirildi. Cesedi bulunamadığı için, tekrar dirilerek kendilerine zulmedeceğine inanan halk, onu vampirlikle özdeşleştirdi. Tıpkı Firavunun öldüğüne inanamayan İsrailoğulları gibi!
İşte günümüz Drakulaları da, ABD ve İsrail’dir.
Her devirde buna benzer bir çok canavarlar var olmuş ve yok olmalarını sağlayan Fatih Sultan Mehmet gibi nice erdemli kahramanlar da, dengeyi sağlamışlardır. Şeytan var olduğu sürece kötülükler ve canavarlıklar devam edecektir. Bu bir süreçtir ve kaderin akışı içinde iyilerle kötülerin savaşı sürecektir. Ta ki kıyamete kadar!
Aynı ABD ve İsrail gibi; benliği adına savaşarak egemen olabilme iddiasında bulunan iktidarlar, Drakula misali canavarlaşmakta ve önüne geleni yıkmaktan ve doğramaktan inanılmaz zevk alabilmektedirler. Acaba eskide olduğu gibi; günümüzde de korkusuz, ruhuna ve kalbine fiyat etiketi koymamış erdemli ve cesur kahramanlar çıkıp da, ABD ve İsrail gibi bitleri ezebilecek mi?
“Fil olduğundan küçük, bit ise olduğundan büyük çizilir hep.” J.W.SWIFT
Etiketler:
ABD,
Barack Obama,
Drakula,
Fatih Sultan Mehmet,
George W.Bush,
hıristiyan,
İsrail,
Kazıklı Voyvoda,
Mehmet Ali Şadoğlu,
Osmanlı,
Türk,
Yahudi
18 Ocak 2009 Pazar
Kemalist oligarşi
Devletin caydırıcı kurumlarına hükmeden Kemalist jakobenlerin Müslüman Türkiye halkı üzerindeki korku imparatorlukları, seçilmiş meclisi ve hükümetleri sindirmekte, adaletsel yargıyı baskı altında tutarak, amansız ideolojileri doğrultusunda yönlendirmektedirler. Çıkardıkları yıkıcı ve bölücü fitne ve karışıklıklarla ülkenin huzur, güven, barış ve bütünlüğünü bozan buyurganlar, gizli despotik iktidarlarını peyderpey açığa çıkararak, tek söz sahibinin kendileri ve hiçbir şartta yargılanamayacak bir dokunulmazlığa sahip olduklarını pervasız söz ve müdahaleleriyle vurgulayabilmektedirler.
Yüzyıllardır hiçbir gücün zincir vuramadığı ve esir edemediği necip milletimizi tutsak ederek; tehdit ve hakaretlerle aşağılayan, düşünce ve inanç hürriyetlerini yasaklayan, sırf vahiysel dinlerine olan imanlarından dolayı hükümetlerini deviren ya da çalışmalarını engelleyerek etkisizleştiren, diledikleri gibi yargılayarak mahkum eden Kemalistler; yazarları, gazetecileri, papazları, akademisyenleri, yargı mensupları, generalleri ve daha birçok üyeleriyle kurdukları Ergenekon Terör Örgütü ile gizliden gizliye yürüttükleri bedhah plan ve eylemlerinin deşifre olmasıyla paniğe kapılmışlar, mevki ve makamlarından dolayı kamuoyundaki saygılıkları ve güvenlerinin sarsılıp, maskelerinin düşmesiyle yargıya ve hükümete haçlılar misali saldırarak, tehditler savurarak, bertaraf etmeye çalışmaktadırlar. Ancak mermi namludan çıkmış, artık geri dönüş yoktur…
Ne var ki burası, çıkarsal iğrenç pazarlıkların alabildiğine döndüğü bir Türkiye ve tüm bu işgalci saldırılara, haksızlık ve adaletsizliklere siper olabilecek cesur ve kararlı bir hükümetin dik durabileceği endişesi, maalesef halkımızda mevcuttur.
Son operasyonda Kemalizm’in şövalyeleri eski MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç, Org. Kemal Yavuz, eski Yargıtay başsavcısı Sabih Kanadoğlu ve eski YÖK başkanı Kemal Gürüz’ün gözaltına alınmaları, ne yazık ki Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’u ve malum köktenkemalistleri harekete geçirmiş; medya, hücre çeteler ve sivil toplum örgütleri bir yana, Genelkurmay’ı da kaygılandırıp, Org. Başbuğ’un cumhurbaşkanı ve başbakanı ziyaret etmesiyle adalet hançerlenmiş, söz konusu sanıklar savcılıkça serbest bırakılabilmiştir.
Müslüman Türkiye milletinin amansız düşmanı emekli Org.Tuncer Kılınç’ın bölücü ve yıkıcı şu söylemleri, hâlâ hafızalardadır. "Atatürk milliyetçisi değilseniz vatan hainisiniz." Ayrıca, eşleri türbanlı olan milletvekillerine: “Eğer eşleriniz sizi dinlemiyorlar da dini inancımızdır falan diyorlarsa, boşayın.” diyebilecek kadar haddini aşan, düşmansı kin ve nefret dolu bir kimse; “bölücü ve provokatör” değil de nedir? Ülkesini parçalamaya ve birbirine kıydırmaya çalışan Tuncer Kılınç’ın, Ergenekon Terör Örgütü’nün bir üyesi veya sempatizanı olduğu tartışılmazdır.
Gizli iktidarları yıkılmakta olan despotik Kemalistlerin tekrar eski derebeyliklerini kazanabilmek için “her yol mubahtır” , velev ki tek bir insan dahi kalmasa, “ya biz, ya hiç” felsefesiyle Müslüman halkına karşı muharebeye girişen gözü dönmüş azılı çeteler ve yandaşlarına; rütbeleri, makamları ve güçleri ne olursa olsun asla müsamaha gösterilmemeli, hukukun gereği yapılmalıdır. PKK’dan daha tehlikeli ve insafsız bir terör örgütüne gösterilebilecek en zerrecik taviz, umutları karartacak ve eskisinden çok daha beterinin yaşanmasına sebep olacaktır. “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun.” Freud
Ey başbakan, hükümet üyeleri ve muhalefet! Bari bu olayda sebatkâr davranın da, bir nebze de olsa ihanetsel hata ve yanlışlarınızı telafi edebilin…
İşte nüfusunun neredeyse tamamı kırmada olsa Müslüman olan toplumumuza böylesine hakaret edebilen köktenkemalist bir generalin hezeyansal bölücü sözleri; en azılı hasımlarımız haçlıları bile aratmayacak bir düşmanlıktadır. Farklı etnik ve dini toplulukların yaşadıkları ülkeleri vatan kabul ederek gerektiğinde canlarını veren Türkiye halkını fitne çıkararak kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden ve aşağılayan Org. Tuncer Kılınç, Anayasanın 216. maddesi gereği bölücülük suçundan yargılanması gerekirken; sözde cumhuriyetçi Kemalist dokunulmazlığından dolayı kendisine dokunulamamış, aynı gerekçeyle, bugün ETÖ ile olan bağlantısı, tutuklanmasını, hatta hakim önüne çıkarılmasını engelleyebilmiştir. Ama, en azından kendisine sürtünüldü ya…
Cumhuriyet, laiklik ve Atatürkçülük adına sürekli yargıya müdahale ederek soruşturma açılmasına bile fırsat tanımayan Kemalistler, cesaret eden vatanperver savcı ve hakimleri görevlerinden attırarak cezalandırabilmektedirler. Hatırlanacağı üzere; Şemdinli terör olaylarında bir kitapçıya bomba atarak terörist faaliyette bulunan bir Astsubay’ı koruyan eski Genelkurmay başkanı Org.Yaşar Büyükanıt, hakim ve savcılar yüksek kurulunu harekete geçirtmiş, hakkında soruşturma başlatılan Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı, “görevini kötüye kullanma” gerekçesiyle görevinden men ettirmişti. Adaletin yerini bulması konusunda gösterdiği erdemliğin karşılığını ağır bir bedelle ödeyen Ferhat Sarıkaya’ya yapılan daha nice haksızlıkların yaşandığı totaliter bir devletin yumrukları altında adalet paçavraya çevrilebilmektedir. Onun için, ancak “tabela devleti” olabildik…
Asla unutamadığım ve karşı gelmemden dolayı ceza alarak tam 71 gün hapis yattığım bir başka vahim olay ise; eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in, “Laik olmayan insan, insan değildir. Onların kanından şüphe ederim.” açıklaması, her ne kadar Müslüman Türkiye milletine karşı işlenmiş düşmansı bir hakaret, bölücülük ve cürüm ise de, kendisine hiçbir yaptırım uygulanmamış ve soruşturma açılmamıştı.
Çünkü onlar, Türkiye’nin dokunulmaz efendileri ve diktatörleridir…
Oligarşi Kemalizm’in politik kurumu ve derebeyi CHP ve Deniz Baykal; suç işlemede özgür olan ve yasalar karşısında gizli bir dokunulmazlıkları bulunan rütbeli rütbesiz tüm Kemalist suçlulara hakkı ve hukuku doğrama pahasına arka çıkmakta, akıl almaz savunma ve sebeplerle bölücüleri ve kışkırtıcıları cesaretlendirerek, büsbütün meydan okumalarını, isyanlarını ve çeteleşmelerini teşvik etmektedir. Bugün ki gibi geçmişte de aynı argümanları kullanan Deniz Baykal, herhangi suçlu bir Kemalist’in yargı önünde hesap vermesine şiddetle karşı çıkmış; bağımsız hukukun icrasından, adaletten ve halktan yana bir duruş sergilemesi gerekirken, kendinden olan teröristlere ve bozgunculara sahip çıkmakta, böylece millet, hak ve adalet aleyhine ne kadar tehlikeli ve İsrailsi sinsi bir despot olduğunu ortaya koymaktadır.
Sömürü ve istismar ile birlikte anılan Deniz Baykal; laiklik adına sürekli Müslüman milletimizi aşağılamış ve insafsızca dışlayarak, Kemalistlerin işlediği suçlarda adalet arayan gerek hükümete, gerek polislere, gerek hakim ve savcılara en ağır şekilde hücum edip, her olayda “Cumhuriyete bir saldırı ve düşmanlık” nakaratlarıyla, tahrikçi ve habis üslûbundan hiç vazgeçmemiştir. Kendisinin gerçekte cumhuriyetçi bir parti lideri mi, yoksa faşist bir diktatör mü olduğu yargısı, şüphesiz söz ve davranışlarıyla kanıtlanmaktadır. “İnsana aradığı şeye bakılarak değer biçilir.” Mevlana
Geçmişte olduğu gibi bugünde, gelecekte de ülkenin başına çok büyük bir bela ve fitneleriyle kurumları birbirine düşürüp infiale neden olan Deniz Baykal; fevkalade hassas bir denge olan halkın seçtiği hükümet ile Genelkurmay’ın arasını açarak, darbeyle devirme planlarını gündeminden hiç düşürmemiş, başaramayacağını anlayınca, cumhuriyet ve laiklik adına isyansı mitingler, yetmedi, Ergenekon gibi terör örgütleri kurdurarak ve daha birçok bölücü faaliyetleri organize ederek, hem dışarıda hem de içeride Türkiye’nin gücünü kırmıştır.
Deniz Baykal; önce arka çıkıp, sonra hükmedemeyip dışladığı ve hükümetten rüşvet almakla suçladığı Org. Büyükanıt aleyhine hazırlanan Şemdinli iddianamesine bölücü amaçlı tepki göstererek; "Ne yazık ki hükümetin Silahlı Kuvvetlerine karşı bir darbe girişiminin söz konusu olduğudur. Bu iddianame orduya karşı açık bir darbedir. Herkes bu iddianameye karşı çıkmalıdır. Asıl üzüntü verici olan da o darbe girişimine yargının alet edilmiş olmasıdır. Yargı, bir süreden beri gerçek işlevini ciddi ölçüde kaybetmiş gözüküyor. Bunun da ötesinde yargının çok sakıncalı amaçlar için alet edildiğine tanık oluyoruz." Bu sözleri söyleyen despot bir general değil, halkın oyuyla meclise girmiş bir parti lideri. Ancak 29 yıl askeri bir rejimle ülkeyi yöneten bir partiden, hürriyetçi ve halkçı bir tavır beklemek fevkalâde irrasyoneldir. Ne de olsa hep silahların desteğinde varlıklarını sürdürmemişler mi?
Hatırlanılacağı üzere; Org Büyükanıt, CHP için, “seviyesiz ve hain” açıklamasını yapmıştı. Çıkar ilişkilerin hazin sonu…
Ünlü İngiliz ajanı ve Türk düşmanı Lawrence’in politikasını güden Deniz Baykal, yıllardır gericilikle aşağıladığı türban ve çarşafa kurtuluş tek umudu sarılarak, köktenkemalist üyelerinin eleştirilerine dahi aldırmadan türban ve çarşafı öven sözler söylemişti. Oysa sağ kolu ve Genel Sekreteri Önder Sav; İslam’ın yüce Peygamberi Hz.Muhammed (S.A.V) ile alay edebilmiş, “hac ibadetinin abes, Araplara para kaptırmaktan başka bir şey olmadığını” açıkça ifade ederek, gerçekte nasıl bir peygamber ve din düşmanı olduklarını kanıtlamışlardır.
12 Eyül 1980 yılında isyan eden Genelkurmay’ın cunta şefi Org.Kenan Evren, elinde Kur’an, il il dolaşarak, halka verdiği vaazları unuttunuz mu? PKK'nın 1984'te başlattığı silahlı terör karşısında devletin kurtuluş mücadelesi adına başvurduğu en önemli ve etkin araç, tıpkı Deniz Baykal gibi ‘din’ değil miydi? Ulusalcılık, Atatürkçülük ve laiklik terminolojisinde işedikleri argümanların başarısızlığı karşısında Mart 1986’da ayetlerin yazılı olduğu el ilânlarını helikopterlerden attırarak, afişler hazırlattırarak ve ileri gelen din referanslı araştırmacıları bölgelere göndererek PKK’ya karşı ‘Cihad’ çağrısı yapmamışlar mıydı? O ilânlarda ne yazılıydı? "Vatandaş! Bakın en yüce İslâm dini size ne emrediyor... Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkarları sevmez. Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslüman’ın görevidir." Oysa, irtica adına vahye savaş açıp, Müslümanlara hayatı zehir kılan Kemalistler; inanmadıkları dinin birleştirici tek güç ve çözüm olduğunu bildikleri halde, yine de düşmanlıklarından vazgeçmemekte, sıkıştıkları anda bir can simidi misali sarılmaya devam etmektedirler.
Şunu da herkes bilmelidir ki: Kitaplarımda da altını ısrarla çizdiğim gerçek; Genelkurmay ile TSK’nın, tıpkı ruh ile beden yahut hükümet ile halk misali birbirinden ayrı kuvvetler olduğudur. Genelkurmay, ancak Türk Silahlı Kuvvetlerini yönetmekle yükümlü bir kurumdur. Genelkurmay, her ne kadar Kemalist bir ideolojiye sahip ise de, içinde benim ve milyonlarca Müslüman’ın olduğu TSK, Kemalist veya laik değil, her düşünce, inanç ve ırkın bir araya geldiği ve vatanları uğruna canlarını vermeye hazır olduğu kahramanlardır.
Türkiye’yi sürekli gerip sarsan Kemalistler, halkımıza özgür bir nefes aldırmamış, değeri olan her şeyi sömürerek istismar etmişlerdir. Türk milletinin diğer bir kimliği olan Türk Silahlı Kuvvetleri, birkaç generale bedel tutulmaya çalışılamaz. Aksi takdirde, Türk ordusunda görev yaparak canlarını veren şehitleri hiçe saymak olur ki, herkes ağzından çıkacak olanı önce tartmalı, sonra konuşmalıdır. Bu sebeple, ne Genelkurmay’ın ne de generallerin ideolojik görüşleri TSK’ni bağlamamakta ve iddia edildiği gibi adalet önünde hesaba çekilmeleri veya eleştirilere uğramaları zerrecikte olsa hiçbir zarar vermemektedir. Şüphesiz kendilerinin verdikleri dışında…
Böylesi Kemalist bir diktatörlükte cesur ve kararlıkla görev yapan kahraman hakim ve savcıları kutluyor, ataları gibi dik ve onurlu bir duruşla, Müslüman Türkiye milletini yeniden eski birliğine ve gücüne kavuşturacaklarına inanıyorum.
“İnsanlar ancak adaletle doyurulur.” Emerson
“Bir toplumda suç varsa, orada adalet yoktur.” Platon (M.Ö.427-347)
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) dır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” Maide.8
Yüzyıllardır hiçbir gücün zincir vuramadığı ve esir edemediği necip milletimizi tutsak ederek; tehdit ve hakaretlerle aşağılayan, düşünce ve inanç hürriyetlerini yasaklayan, sırf vahiysel dinlerine olan imanlarından dolayı hükümetlerini deviren ya da çalışmalarını engelleyerek etkisizleştiren, diledikleri gibi yargılayarak mahkum eden Kemalistler; yazarları, gazetecileri, papazları, akademisyenleri, yargı mensupları, generalleri ve daha birçok üyeleriyle kurdukları Ergenekon Terör Örgütü ile gizliden gizliye yürüttükleri bedhah plan ve eylemlerinin deşifre olmasıyla paniğe kapılmışlar, mevki ve makamlarından dolayı kamuoyundaki saygılıkları ve güvenlerinin sarsılıp, maskelerinin düşmesiyle yargıya ve hükümete haçlılar misali saldırarak, tehditler savurarak, bertaraf etmeye çalışmaktadırlar. Ancak mermi namludan çıkmış, artık geri dönüş yoktur…
Ne var ki burası, çıkarsal iğrenç pazarlıkların alabildiğine döndüğü bir Türkiye ve tüm bu işgalci saldırılara, haksızlık ve adaletsizliklere siper olabilecek cesur ve kararlı bir hükümetin dik durabileceği endişesi, maalesef halkımızda mevcuttur.
Son operasyonda Kemalizm’in şövalyeleri eski MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç, Org. Kemal Yavuz, eski Yargıtay başsavcısı Sabih Kanadoğlu ve eski YÖK başkanı Kemal Gürüz’ün gözaltına alınmaları, ne yazık ki Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’u ve malum köktenkemalistleri harekete geçirmiş; medya, hücre çeteler ve sivil toplum örgütleri bir yana, Genelkurmay’ı da kaygılandırıp, Org. Başbuğ’un cumhurbaşkanı ve başbakanı ziyaret etmesiyle adalet hançerlenmiş, söz konusu sanıklar savcılıkça serbest bırakılabilmiştir.
Müslüman Türkiye milletinin amansız düşmanı emekli Org.Tuncer Kılınç’ın bölücü ve yıkıcı şu söylemleri, hâlâ hafızalardadır. "Atatürk milliyetçisi değilseniz vatan hainisiniz." Ayrıca, eşleri türbanlı olan milletvekillerine: “Eğer eşleriniz sizi dinlemiyorlar da dini inancımızdır falan diyorlarsa, boşayın.” diyebilecek kadar haddini aşan, düşmansı kin ve nefret dolu bir kimse; “bölücü ve provokatör” değil de nedir? Ülkesini parçalamaya ve birbirine kıydırmaya çalışan Tuncer Kılınç’ın, Ergenekon Terör Örgütü’nün bir üyesi veya sempatizanı olduğu tartışılmazdır.
Gizli iktidarları yıkılmakta olan despotik Kemalistlerin tekrar eski derebeyliklerini kazanabilmek için “her yol mubahtır” , velev ki tek bir insan dahi kalmasa, “ya biz, ya hiç” felsefesiyle Müslüman halkına karşı muharebeye girişen gözü dönmüş azılı çeteler ve yandaşlarına; rütbeleri, makamları ve güçleri ne olursa olsun asla müsamaha gösterilmemeli, hukukun gereği yapılmalıdır. PKK’dan daha tehlikeli ve insafsız bir terör örgütüne gösterilebilecek en zerrecik taviz, umutları karartacak ve eskisinden çok daha beterinin yaşanmasına sebep olacaktır. “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun.” Freud
Ey başbakan, hükümet üyeleri ve muhalefet! Bari bu olayda sebatkâr davranın da, bir nebze de olsa ihanetsel hata ve yanlışlarınızı telafi edebilin…
İşte nüfusunun neredeyse tamamı kırmada olsa Müslüman olan toplumumuza böylesine hakaret edebilen köktenkemalist bir generalin hezeyansal bölücü sözleri; en azılı hasımlarımız haçlıları bile aratmayacak bir düşmanlıktadır. Farklı etnik ve dini toplulukların yaşadıkları ülkeleri vatan kabul ederek gerektiğinde canlarını veren Türkiye halkını fitne çıkararak kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden ve aşağılayan Org. Tuncer Kılınç, Anayasanın 216. maddesi gereği bölücülük suçundan yargılanması gerekirken; sözde cumhuriyetçi Kemalist dokunulmazlığından dolayı kendisine dokunulamamış, aynı gerekçeyle, bugün ETÖ ile olan bağlantısı, tutuklanmasını, hatta hakim önüne çıkarılmasını engelleyebilmiştir. Ama, en azından kendisine sürtünüldü ya…
Cumhuriyet, laiklik ve Atatürkçülük adına sürekli yargıya müdahale ederek soruşturma açılmasına bile fırsat tanımayan Kemalistler, cesaret eden vatanperver savcı ve hakimleri görevlerinden attırarak cezalandırabilmektedirler. Hatırlanacağı üzere; Şemdinli terör olaylarında bir kitapçıya bomba atarak terörist faaliyette bulunan bir Astsubay’ı koruyan eski Genelkurmay başkanı Org.Yaşar Büyükanıt, hakim ve savcılar yüksek kurulunu harekete geçirtmiş, hakkında soruşturma başlatılan Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı, “görevini kötüye kullanma” gerekçesiyle görevinden men ettirmişti. Adaletin yerini bulması konusunda gösterdiği erdemliğin karşılığını ağır bir bedelle ödeyen Ferhat Sarıkaya’ya yapılan daha nice haksızlıkların yaşandığı totaliter bir devletin yumrukları altında adalet paçavraya çevrilebilmektedir. Onun için, ancak “tabela devleti” olabildik…
Asla unutamadığım ve karşı gelmemden dolayı ceza alarak tam 71 gün hapis yattığım bir başka vahim olay ise; eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in, “Laik olmayan insan, insan değildir. Onların kanından şüphe ederim.” açıklaması, her ne kadar Müslüman Türkiye milletine karşı işlenmiş düşmansı bir hakaret, bölücülük ve cürüm ise de, kendisine hiçbir yaptırım uygulanmamış ve soruşturma açılmamıştı.
Çünkü onlar, Türkiye’nin dokunulmaz efendileri ve diktatörleridir…
Oligarşi Kemalizm’in politik kurumu ve derebeyi CHP ve Deniz Baykal; suç işlemede özgür olan ve yasalar karşısında gizli bir dokunulmazlıkları bulunan rütbeli rütbesiz tüm Kemalist suçlulara hakkı ve hukuku doğrama pahasına arka çıkmakta, akıl almaz savunma ve sebeplerle bölücüleri ve kışkırtıcıları cesaretlendirerek, büsbütün meydan okumalarını, isyanlarını ve çeteleşmelerini teşvik etmektedir. Bugün ki gibi geçmişte de aynı argümanları kullanan Deniz Baykal, herhangi suçlu bir Kemalist’in yargı önünde hesap vermesine şiddetle karşı çıkmış; bağımsız hukukun icrasından, adaletten ve halktan yana bir duruş sergilemesi gerekirken, kendinden olan teröristlere ve bozgunculara sahip çıkmakta, böylece millet, hak ve adalet aleyhine ne kadar tehlikeli ve İsrailsi sinsi bir despot olduğunu ortaya koymaktadır.
Sömürü ve istismar ile birlikte anılan Deniz Baykal; laiklik adına sürekli Müslüman milletimizi aşağılamış ve insafsızca dışlayarak, Kemalistlerin işlediği suçlarda adalet arayan gerek hükümete, gerek polislere, gerek hakim ve savcılara en ağır şekilde hücum edip, her olayda “Cumhuriyete bir saldırı ve düşmanlık” nakaratlarıyla, tahrikçi ve habis üslûbundan hiç vazgeçmemiştir. Kendisinin gerçekte cumhuriyetçi bir parti lideri mi, yoksa faşist bir diktatör mü olduğu yargısı, şüphesiz söz ve davranışlarıyla kanıtlanmaktadır. “İnsana aradığı şeye bakılarak değer biçilir.” Mevlana
Geçmişte olduğu gibi bugünde, gelecekte de ülkenin başına çok büyük bir bela ve fitneleriyle kurumları birbirine düşürüp infiale neden olan Deniz Baykal; fevkalade hassas bir denge olan halkın seçtiği hükümet ile Genelkurmay’ın arasını açarak, darbeyle devirme planlarını gündeminden hiç düşürmemiş, başaramayacağını anlayınca, cumhuriyet ve laiklik adına isyansı mitingler, yetmedi, Ergenekon gibi terör örgütleri kurdurarak ve daha birçok bölücü faaliyetleri organize ederek, hem dışarıda hem de içeride Türkiye’nin gücünü kırmıştır.
Deniz Baykal; önce arka çıkıp, sonra hükmedemeyip dışladığı ve hükümetten rüşvet almakla suçladığı Org. Büyükanıt aleyhine hazırlanan Şemdinli iddianamesine bölücü amaçlı tepki göstererek; "Ne yazık ki hükümetin Silahlı Kuvvetlerine karşı bir darbe girişiminin söz konusu olduğudur. Bu iddianame orduya karşı açık bir darbedir. Herkes bu iddianameye karşı çıkmalıdır. Asıl üzüntü verici olan da o darbe girişimine yargının alet edilmiş olmasıdır. Yargı, bir süreden beri gerçek işlevini ciddi ölçüde kaybetmiş gözüküyor. Bunun da ötesinde yargının çok sakıncalı amaçlar için alet edildiğine tanık oluyoruz." Bu sözleri söyleyen despot bir general değil, halkın oyuyla meclise girmiş bir parti lideri. Ancak 29 yıl askeri bir rejimle ülkeyi yöneten bir partiden, hürriyetçi ve halkçı bir tavır beklemek fevkalâde irrasyoneldir. Ne de olsa hep silahların desteğinde varlıklarını sürdürmemişler mi?
Hatırlanılacağı üzere; Org Büyükanıt, CHP için, “seviyesiz ve hain” açıklamasını yapmıştı. Çıkar ilişkilerin hazin sonu…
Ünlü İngiliz ajanı ve Türk düşmanı Lawrence’in politikasını güden Deniz Baykal, yıllardır gericilikle aşağıladığı türban ve çarşafa kurtuluş tek umudu sarılarak, köktenkemalist üyelerinin eleştirilerine dahi aldırmadan türban ve çarşafı öven sözler söylemişti. Oysa sağ kolu ve Genel Sekreteri Önder Sav; İslam’ın yüce Peygamberi Hz.Muhammed (S.A.V) ile alay edebilmiş, “hac ibadetinin abes, Araplara para kaptırmaktan başka bir şey olmadığını” açıkça ifade ederek, gerçekte nasıl bir peygamber ve din düşmanı olduklarını kanıtlamışlardır.
12 Eyül 1980 yılında isyan eden Genelkurmay’ın cunta şefi Org.Kenan Evren, elinde Kur’an, il il dolaşarak, halka verdiği vaazları unuttunuz mu? PKK'nın 1984'te başlattığı silahlı terör karşısında devletin kurtuluş mücadelesi adına başvurduğu en önemli ve etkin araç, tıpkı Deniz Baykal gibi ‘din’ değil miydi? Ulusalcılık, Atatürkçülük ve laiklik terminolojisinde işedikleri argümanların başarısızlığı karşısında Mart 1986’da ayetlerin yazılı olduğu el ilânlarını helikopterlerden attırarak, afişler hazırlattırarak ve ileri gelen din referanslı araştırmacıları bölgelere göndererek PKK’ya karşı ‘Cihad’ çağrısı yapmamışlar mıydı? O ilânlarda ne yazılıydı? "Vatandaş! Bakın en yüce İslâm dini size ne emrediyor... Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkarları sevmez. Onlara karşı savaşmak senin gibi her Müslüman’ın görevidir." Oysa, irtica adına vahye savaş açıp, Müslümanlara hayatı zehir kılan Kemalistler; inanmadıkları dinin birleştirici tek güç ve çözüm olduğunu bildikleri halde, yine de düşmanlıklarından vazgeçmemekte, sıkıştıkları anda bir can simidi misali sarılmaya devam etmektedirler.
Şunu da herkes bilmelidir ki: Kitaplarımda da altını ısrarla çizdiğim gerçek; Genelkurmay ile TSK’nın, tıpkı ruh ile beden yahut hükümet ile halk misali birbirinden ayrı kuvvetler olduğudur. Genelkurmay, ancak Türk Silahlı Kuvvetlerini yönetmekle yükümlü bir kurumdur. Genelkurmay, her ne kadar Kemalist bir ideolojiye sahip ise de, içinde benim ve milyonlarca Müslüman’ın olduğu TSK, Kemalist veya laik değil, her düşünce, inanç ve ırkın bir araya geldiği ve vatanları uğruna canlarını vermeye hazır olduğu kahramanlardır.
Türkiye’yi sürekli gerip sarsan Kemalistler, halkımıza özgür bir nefes aldırmamış, değeri olan her şeyi sömürerek istismar etmişlerdir. Türk milletinin diğer bir kimliği olan Türk Silahlı Kuvvetleri, birkaç generale bedel tutulmaya çalışılamaz. Aksi takdirde, Türk ordusunda görev yaparak canlarını veren şehitleri hiçe saymak olur ki, herkes ağzından çıkacak olanı önce tartmalı, sonra konuşmalıdır. Bu sebeple, ne Genelkurmay’ın ne de generallerin ideolojik görüşleri TSK’ni bağlamamakta ve iddia edildiği gibi adalet önünde hesaba çekilmeleri veya eleştirilere uğramaları zerrecikte olsa hiçbir zarar vermemektedir. Şüphesiz kendilerinin verdikleri dışında…
Böylesi Kemalist bir diktatörlükte cesur ve kararlıkla görev yapan kahraman hakim ve savcıları kutluyor, ataları gibi dik ve onurlu bir duruşla, Müslüman Türkiye milletini yeniden eski birliğine ve gücüne kavuşturacaklarına inanıyorum.
“İnsanlar ancak adaletle doyurulur.” Emerson
“Bir toplumda suç varsa, orada adalet yoktur.” Platon (M.Ö.427-347)
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) dır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” Maide.8
15 Ocak 2009 Perşembe
İnsanlığı çökerten zehir; “çıkar”
İnsanlığı duygulardan arındırarak, ruhu bedenden koparırcasına tamamen maddileştiren, vücutta üreyen bakteri, virüs veya parazitler misali erdemlik ve faziletin ölmesine neden olan “çıkar”; insanı insan yapan yüce değerleri haramsı bir bedele odaklayarak, vicdani olmaktan soyutlamış, dolayısıyla enfeksiyon benzeri hızlı bir yayılmayla yaratıklar dünyası oluşturmuştur.
İnsanoğlunun, özellikle iktidarların aşk ve tazimle bağlandıkları “çıkar”, artık tapınılan bir tanrı olarak öylesine meşrulaşmış ve olağan bir inanış haline dönüşmüş ki; barbarlık, haksızlık ve adaletsizliklerin haklı bir gerekçesi olarak toplumlara aşılanmış, böylece çıkara dayalı menfaatperestlik globalleşerek, kurulmak istenen yenidünya düzeninin anahtar ilkesi olmuştur.
Organizmada hastalığa yol açan bir mikrobun genel veya yerel gelişmesi ve yayılması nasıl sinsi bir düzenekte olgunlaşıyor ise; “çıkar” da aynı maskelikte ilerlemesini sürdürerek, iyiyi bitirip kötülüğü egemen kılmaktadır. Ancak riyacı ve şeytansı kötülüğünü, sözde iyilik adına gerçekleştirmesi; çok geçmeden korkunç ve ürkütücü manipülasyonunu ortaya çıkarsa da, berberinde telafisi imkansız zararları da meydana getirmektedir. Başka bir deyişle; insanın, zevksel en doruğa ulaştığı anın cinsellikteki tatmini ve sonrasında yaşanılan hüsran dikkate alınarak bir sorgulamaya gidilirse, çıkar ilişkilerinin de aynı gidişatla bir anlık mutlulukla ve yıkıcı üzüntüyü tattırdığı muhakeme edilebilecektir. Tahrip ettiği insanlığı zamanla eriterek bambaşka bir dönüşüme yol açması, içinde yaşadığımız yabanî dünya ile kanıtlanmaktadır.
Sözde insanların gözü önünde cereyan eden İsrail ve ABD vahşetine seyirci kalan yığınlar ve seçtiği iktidarların soğukkanlı tepkisiz duruşları, işte bu pespaye çıkar ilişkisi adına kurbanlar vermenin politik haklılığı anlayışındandır. Sapıklarda ve şeytanda olmayan merhamet ve adaletsizliğin tüm dünyayı kuşatması, geçmişte örnekleri olan mutlak bir sonu işaret etmektedir. Eğer “çıkar zehri” tedavi edilmez ve engellenmez ise, kurtuluşun ve barışın sağlanabilmesi asla mümkün değildir.
Gündelik ilişkilerden, devlete ve uluslararasına kadar; aşkta, iş aleminde, siyasette, sosyal yaşamda ve her alanda, hatta aile hayatında bile, samimiyet ve dürüstlüğün doğranarak,vazgeçilmez hale gelen çıkar birliktelikleri insanlık direncini kırmış, maskeli suratların gizli veya aşikar sömürüleri, dünyayı mezarsı bir karanlığa gömmüştür.
İlişkilerde sinsice beslenip saklanan çıkar zehri, gerekli güveni sağladıktan sonra hiç beklenilmeyen bir anda öyle bir kalbi vuruş yapıyor ki, mağdurun diri mi yoksa ölü mü olduğunu dahi hissettirmeyerek, perişan edip bırakıyor.
Artık insanlık, vicdan, iyilik, barış ve merhamet gibi terimlerin kullanılamayacağı öyle bir dünya oluştu ki, acımasız suç imparatorları kıyasıya meydan okuyarak yakıp yıkmakta, olaylar karşısında gözyaşı akıtarak üzüntülerini dile getiren, ancak çıkar zehrinin etkisi altında düşünen bednamlarda, dur demeyerek izlemekle yetinmektedirler.
Gerçek bir siyasetle imar edilmediklerinden hak ve adaletle yönetmeyen devletlerin hazin varlıkları; hem kendilerini hem de sevk ve idareyle yükümlü oldukları halklarını mahvetmekte, dolayısıyla suçluların haklılık gerekçelerine gösterilen müsamaha, yaşanıldığı üzere düzeni altüst etmektedir.
Sonunda amaçlanan yenidünya düzenine ulaşılıyor; kötü ile cahil, iyi ile eğitimli, zengin ile fakir, zayıf ile güçlü, politikacı ile bürokrat, dinsiz ile dinli, liberal ile milliyetçi arasındaki davranış farkı, tamamen çıkara endeksli bir benzerlik teşkil ediyor. Tek fark, özellikleri muhtevasında, samimiyetsiz taleplerini dile getiriliş ya da getirilmeyiş tarzlarıdır...
“Çıkar tanrısı”, mutlaka gönüllerden söküp atılmalı, bugün Irak ve Filistin halkını biçtiği gibi, yarın da sizi biçecektir…
“Bozulduğu zaman, insandan daha korkunç yaratık yoktur.” Sophokles
“Çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar. “ Goethe
“Kahrolası insan! Ne de nankör!” Abese.17
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” Maide. 105
İnsanoğlunun, özellikle iktidarların aşk ve tazimle bağlandıkları “çıkar”, artık tapınılan bir tanrı olarak öylesine meşrulaşmış ve olağan bir inanış haline dönüşmüş ki; barbarlık, haksızlık ve adaletsizliklerin haklı bir gerekçesi olarak toplumlara aşılanmış, böylece çıkara dayalı menfaatperestlik globalleşerek, kurulmak istenen yenidünya düzeninin anahtar ilkesi olmuştur.
Organizmada hastalığa yol açan bir mikrobun genel veya yerel gelişmesi ve yayılması nasıl sinsi bir düzenekte olgunlaşıyor ise; “çıkar” da aynı maskelikte ilerlemesini sürdürerek, iyiyi bitirip kötülüğü egemen kılmaktadır. Ancak riyacı ve şeytansı kötülüğünü, sözde iyilik adına gerçekleştirmesi; çok geçmeden korkunç ve ürkütücü manipülasyonunu ortaya çıkarsa da, berberinde telafisi imkansız zararları da meydana getirmektedir. Başka bir deyişle; insanın, zevksel en doruğa ulaştığı anın cinsellikteki tatmini ve sonrasında yaşanılan hüsran dikkate alınarak bir sorgulamaya gidilirse, çıkar ilişkilerinin de aynı gidişatla bir anlık mutlulukla ve yıkıcı üzüntüyü tattırdığı muhakeme edilebilecektir. Tahrip ettiği insanlığı zamanla eriterek bambaşka bir dönüşüme yol açması, içinde yaşadığımız yabanî dünya ile kanıtlanmaktadır.
Sözde insanların gözü önünde cereyan eden İsrail ve ABD vahşetine seyirci kalan yığınlar ve seçtiği iktidarların soğukkanlı tepkisiz duruşları, işte bu pespaye çıkar ilişkisi adına kurbanlar vermenin politik haklılığı anlayışındandır. Sapıklarda ve şeytanda olmayan merhamet ve adaletsizliğin tüm dünyayı kuşatması, geçmişte örnekleri olan mutlak bir sonu işaret etmektedir. Eğer “çıkar zehri” tedavi edilmez ve engellenmez ise, kurtuluşun ve barışın sağlanabilmesi asla mümkün değildir.
Gündelik ilişkilerden, devlete ve uluslararasına kadar; aşkta, iş aleminde, siyasette, sosyal yaşamda ve her alanda, hatta aile hayatında bile, samimiyet ve dürüstlüğün doğranarak,vazgeçilmez hale gelen çıkar birliktelikleri insanlık direncini kırmış, maskeli suratların gizli veya aşikar sömürüleri, dünyayı mezarsı bir karanlığa gömmüştür.
İlişkilerde sinsice beslenip saklanan çıkar zehri, gerekli güveni sağladıktan sonra hiç beklenilmeyen bir anda öyle bir kalbi vuruş yapıyor ki, mağdurun diri mi yoksa ölü mü olduğunu dahi hissettirmeyerek, perişan edip bırakıyor.
Artık insanlık, vicdan, iyilik, barış ve merhamet gibi terimlerin kullanılamayacağı öyle bir dünya oluştu ki, acımasız suç imparatorları kıyasıya meydan okuyarak yakıp yıkmakta, olaylar karşısında gözyaşı akıtarak üzüntülerini dile getiren, ancak çıkar zehrinin etkisi altında düşünen bednamlarda, dur demeyerek izlemekle yetinmektedirler.
Gerçek bir siyasetle imar edilmediklerinden hak ve adaletle yönetmeyen devletlerin hazin varlıkları; hem kendilerini hem de sevk ve idareyle yükümlü oldukları halklarını mahvetmekte, dolayısıyla suçluların haklılık gerekçelerine gösterilen müsamaha, yaşanıldığı üzere düzeni altüst etmektedir.
Sonunda amaçlanan yenidünya düzenine ulaşılıyor; kötü ile cahil, iyi ile eğitimli, zengin ile fakir, zayıf ile güçlü, politikacı ile bürokrat, dinsiz ile dinli, liberal ile milliyetçi arasındaki davranış farkı, tamamen çıkara endeksli bir benzerlik teşkil ediyor. Tek fark, özellikleri muhtevasında, samimiyetsiz taleplerini dile getiriliş ya da getirilmeyiş tarzlarıdır...
“Çıkar tanrısı”, mutlaka gönüllerden söküp atılmalı, bugün Irak ve Filistin halkını biçtiği gibi, yarın da sizi biçecektir…
“Bozulduğu zaman, insandan daha korkunç yaratık yoktur.” Sophokles
“Çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar. “ Goethe
“Kahrolası insan! Ne de nankör!” Abese.17
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” Maide. 105
14 Ocak 2009 Çarşamba
“Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır.”
Evet… Hak, adalet ve merhametten yoksun günümüz iktidarların kendileri ve milletleri için yüz karası olmaları misali…
İnsanoğlunun nasıl böylesine zalim ve sapık olmalarına vahiysel ve bilimsel bir temelde yaklaşmayı uygun görerek, yaratık insanların, Yaratıcıları karşısındaki meydan okuma benliklerinin arkasında yatan ve Yaratıcılarını reddeden anlayışın mimarı Charles Darwin’i ve hipotezlerini inceleyerek, gerçeği öğrenmeye çalışalım.
Evrim teorisi olan materyalist-Darwinist ütopyasının dogmacısı Charles Darwin, gençliğinde çok başarısız ve öğretmenleri tarafından “aptal” olmakla itham edilen bir öğrenciydi. Dindar, saygın ve ünlü bir hekim olan babası, oğlu Darwin’in çok iyi ve dindar yetişebilmesi için çok çabalamış, her türlü özveriyi ve fedakârlığı yapmasına rağmen, hedeflediği sonuca ulaşamamıştı. Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan baba; “Seni anlaşılan ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor. Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır” diyerek, Darwin’i evlatlıktan reddetmişti. Darwin, gerçekten de evrim teorisiyle, insanlığın ve geleceğin yüz karası olmuştur. Darwin, teorisi gereği neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle evrimleşemedi, çevre koşullarının etkisinde kalamadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı?
Tüm çağların sözde sayılı bilim adamlarından biri kabul edilen Charles Darwin, hayvanlara özellikle de böceklere derin ilgi duymuş ve çocukluğundan itibaren aldığı dini, sosyal ve kültürel eğitimi dışlayarak, tersine çok farklı bir yapılanmaya meyletmişti. Her türlü girişimlere, terapilere, öğütlere, babasının ve çevresinin baskılarına karşın düşünce ve davranışlarının önüne geçilemedi, eğitimcileriyle sürekli çatışarak okuldan atıldı. Ancak babası, umudunu yitirmemiş ve din adamı olmasını teşvik ederek, zorla papaz okuluna göndermişti. Ne var ki kilisede kalmaya hiç eğilimi yoktu ve bir şey, onu hayvanlar âlemine çekerek, Yaratıcı “Tanrı”’yı inkâra itmiş, hiç öğrenmediği ve eğitilmediği bir bilgiyle atasının “maymun” olduğu inancına götürmüştü. Neydi kendisini etkileyen ve başka mecralara yönlendiren güç ve yazgı? Neden iddia ettiği “Doğal Seleksiyon”’un gereği çevresiyle bütünleşemiyor ve öğretilerden etkilenmiyordu?
İnkâr ettiği Yaratıcı ve hakkında yazılmış olan kadersel yazgı, aradığı olanak kapısını mucizevi bir gelişmeyle kendisine açtı ve Kraliyete ait bir araştırma gemisinde masraflarını kendisi karşılamak koşuluyla, genç yaşta uzun süreli bir seyahate çıktı. Darwin, beş yıl süren yoğun bir araştırmayla, dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler topladı, gözlemsel bilgiler edinerek notlar aldı. Doğa, herkes gibi onun için de tükenmez bir laboratuardı. Zaten somut olan her türlü delil ve bilgiler, gerçek dünyanın kendisi değil midir? Gözlem yoluyla değişik türlerin nasıl oluştuğu konusuna yoğunlaşmış, kimi türlerin uyum sürmesini, kimi türlerin ise uyumsuzluğa düşmesini çevresel koşullara yorumlayarak, tamamen kendiliğinden oluşan amaçsız, denetimsiz, programsız, ruhsuz, yani başıboş fiziksel bir materyalist dünyanın varlığına inanmış, böylece “Mutlak İrade” sahibi yaratıcıyı reddetmişti. Hâlbuki edindiği bilgiler, şahit olduğu gerçekler ve gözlemlediği olaylar, yaratıcısız bir evrimi değil, mutlak bir Yaratıcı’nın varlığını destekleyici kanıtlarla doluydu.
Çok güçlü bir Allah inancı olan ünlü TIP dâhisi Pasteur, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle meslektaşı akademisyenlerin pek çok sözlü saldırısına uğramış ve bilim çevrelerin radikal yaptırımlarıyla karşılaşarak, önü kesilmek ve üniversiteden atılmak istenmişti. Tıpkı laik Türkiye’de olduğu gibi! Sözde Doğa bilimcisi Darwin’in aksine, bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur; “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcının eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür” tespiti ve gerçeği keşfetmenin erdemliğiyle, buluşlara imza atmıştı.
Evrim teorisi, Darwin’i her ne kadar tatmin etmiyor ve kâinattaki olaylar, hipoteziyle çatışıyorsa da, ısrarını sürdürmekten vazgeçmiyor, doğal seleksiyonla ilgili "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyebiliyordu. Arı ve karıncaların koloniler halinde yaşayarak davranışlarının kendi teorik mekanizmasıyla örtüşmemeleri Darwin’i şaşırtmış ve “Ne söyleyebiliriz ki?” itirafında bırakmıştı. Ayrıca arılar için, “Arıyı, büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” sorgusu ve çözümsüzlüğü, Mutlak İrade’nin ve ruhsal bilgilendirmenin anlaşılmasına yeterli bir ipucuydu. Çünkü farklılıkların, aykırılıkların, dönüşüm ve değişimlerin doğuşu, sevk ve idaresi; sahipsiz, programsız, ruhsuz ve yaratıcısız olamazdı. Gökyüzündeki programsal dengenin yeryüzünde de bulunması gerekti. Evrimin doğa ve çevre koşullarına göre değiştiği iddiası, onların da aynı biçimde değiştiği gerçeğini göz ardı etmemeliydi. O zaman kimin kimi değiştirdiği, yönettiği, yönlendirdiği ve etkilediği sorusu doğuyordu ki, Darwin; ailesine, eğiticilerine ve çevresine karşı çıkarak bambaşka biri olabilmişti.
Türlerin sabit olmayıp sürekli değişkenliği, verimlilikleri ve kabiliyetleri, bu değişimi sağlayan egemen gücün kimliğini açıklamaya mecbur bırakıyordu. Canlılar için yaşamı; güçleri doğrultusunda iradeleriyle varolma ya da yok olma savaşı olarak değerlendirmek, temel dayanaktan yoksun abes bir anlayıştır. Hangi canlı iradesiyle kaybetmek veya yok olmak ister? Güçlülerin zayıfları yok ettiği teorisi, gerçek yaşamla örtüşmemektedir. Gözle görülmeyen bir virüsün, zayıf ve kuvvetsiz bir sineğin, arı veya karıncanın, ya da sıradan bir insanın dahi nasıl tehlikeli olabildiği ve en güçlü varlıkları nasıl yok edebildiği yaşanılan gerçeklerdir. Tarihteki yıkılmaz sanılan koca imparatorlukların nasıl bir avuç insanla silindiği de unutulmamalıdır. Sadece her şeye hükmeden ve mutlak bir güce sahip Yaratıcı gibi bir varlığın yok edici gücü ve zaafa uğramaz iradesi olduğu doğrudur.
Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla gereksiz veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleşmiştir. Hipotezine göre; “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır. Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” Bu düşünce, 19.yy. acımasız kapitalizminin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganını ve düzenini doğurmuştur. Ancak hiç kimse; ne dilediğini tumturaklı yapabilmiş, ne de varmak istediği yerde kalıcı olabilmiştir. Seleksiyon; tabii şartlara en iyi uyabilen canlıların üreyip kalması, zayıf canlıların yok olmasıdır. Bu kuramla, her an değişkenlik gösteren çevrenin canlılar üzerinde etki veya tepki doğuran sebeplerin nasıl olgunlaşıp yönlendiği, zayıfların güçlü, güçlülerin zayıf düşebildiği bir düzenekte, evrimin hangi temel fiziksel dayanağa göre itici bir güç olarak ilerlemeyi sağladığı pozitif bilimce anlaşılamamış, dolayısıyla kanıtlanamamıştır. Ne var ki dayanaksız bir hipotez olarak laik çevrelerce hâlâ rağbet görmesi ve resmi eğitimde yer alması, mutlak bir Yaratıcı fikrine ve inancına karşı çıkma inadından öte akli bir yaklaşım değil, tamamen şeytansı sapmanın bir neticesidir.
İnsanoğlunun maymundan türediğini savunan Darwin, M.Ö. 6.yy da evrimden ilk söz eden İyonyalı filozoflarla aynı paralelde düşünüyordu. Onlar da canlıların sudan oluştuğunu ve atalarının da balık olduğunu, bugünkü formlarına evrimleşerek ulaştıklarına inandılar. Kendileri gibi insani bir yüce yaratılmışlığı değil de hayvanları değer alarak nasıl oluşabildiklerini çözümlemeye çalıştılar. Ancak hiçbir hayvanı evrimleştiremedikleri gibi, evrimleşen bir hayvana da asla şahit olamadılar. Öyleyse, böylesi dayanaksız fikirlere sebep olan etki ne olabilir? Ateist olan Herakleitus ve Aristotales de, evrim düşüncesinin önemli savunucularındandı. İnsanoğlu, acaba bu yüzden mi, tıpkı vahşi hayvanlar gibi odaklandıkları şeylere saldırmakta, yağmalayıp parçaladıklarının keyfini sürmekte, böylece tatmin olabilmektedirler?
Darwin gibi Buffon da, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştikleri görüşünü savunmaktaydı.
Ama nasıl?!?
Örneğin bilim adamlarınca hâlâ çözülemeyen ve büyük bir sır olarak kalmaya devam eden “Monark Kelebekleri”’nin inanılmaz yaşamları, evrim teorisini yerle bir etmektedir.
Monark kelebekleri, sonbahar döneminde gerçekleştirdikleri hayranlık uyandırıcı göçle bilinirler. Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte tam 3200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, akıl almaz bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar. Kanada’dan havalanan bu dev kelebek bulutunun hedefi Meksika’dır. Bu ülkeler arası yolculukta izlenen rota son derece hassas programlanmıştır. Kelebekler, Meksika’da her defasında hep aynı dağların yamaçlarını bulur ve kışı buradaki volkanik kayalarla kaplı arazide geçirirler. Burada Aralık’tan Mart’a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla sürdürürken, yalnızca su içerler. İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü ziyafeti çekerler. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile gündüzün eşitlendiği gün koloni tekrar geldiği yere dönmek üzere kuzeye uçmaya başlar. Bu durum, evrimci pozitivist bilim adamlarınca büyük bir merak konusudur. Kelebek gibi küçük bir canlı nasıl olup da, 3200 kilometre gibi uzun bir mesafeyi havada kat edebilmekte, yön bulabilmekte, milyarlarca defa kanat çırptığı bu yolculuk için enerji depolayabilmektedirler? Dahası, milyonlarca kelebek nasıl olup da aynı anda bu kararı verebilmektedirler? Bilim adamları için asıl bilmeceyi ise, kelebek nesilleri hakkında bilinenler oluşturuyor. Bir senede dört ya da beş nesil Monark Kelebeği yaşar. Sonbahar göçünü bu nesillerden sadece bir kuşak gerçekleştirir. Bu neslin ömrü diğerlerininkinden çok daha uzundur. Diğer nesiller ortalama 6 hafta yaşadıkları halde göç eden nesil 6 ay kadar daha uzun yaşayabilmektedir. Böylece göç eden nesiller her sene yenilenmiş olur. Bir diğer deyişle, göçe hazırlanan nesil bu yolculuğa ilk kez çıkmakta, 3200 kilometre uzaktaki bölge, ya da geçilecek yollar hakkında ‘hiçbir şey’ bilmemektedirler. Bir göç nesli, bir önceki sene göç neslin, torunlarının torunlarıdır. Bu kelebekler nasıl olup da hiçbir bilgileri, eğiticileri, haritaları ve yön belirleme pusulaları olmadan bu ‘bilinmeyen’ yolculuğu başarabilmektedirler?
Diğer bir doğa bilimci Lamarck, evrim konusunda başka bir kuram geliştirdi. “Canlıların yaşam dönemlerinde kazandıkları özelliklerin ya da uğradıkları değişikliklerin çevre koşullarının etkisinde ortaya çıkabileceği gibi, organların kullanış veya kullanışsız nedeniyle de olabileceği ve kalıtsal yoldan yeni kuşaklara geçebileceği” şeklindeki kuramı, bilim dünyasında beklenen ilgiyi bulmadı.
Canlıların ilkel düzeyde kendiliğinden oluşması, organizmaların basitten karmaşık formlara doğru gelişmesi ve organların ihtiyaca göre oluştuğu varsayımı, hem hayvanlar hem de insanlar âlemindeki yaşanan gerçeklerden dolayı, ruhsuz bir canlının ve kendiliğinden bir enerjinin varolamayacağı, temel fiziki kurallara göre apaçık bir ütopyadır. Canlıların yaşamları esnasında edindikleri bilgi ve becerilerin yeni kuşaklara geçmesiyle bir evrimin oluştuğu düşüncesi, ortaya koyduğum birçok kanıt ve yaşanan gerçeklerle asla örtüşmemektedir.
Öyleyse Darwin; neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle evrimleşemedi, çevre koşullarının etkisinde kalmadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı? Neden tüm gayret ve baskılara rağmen, hekim veya papaz olamadı, dindar bir babanın ve çevrenin üyesi iken, nasıl soy kütüğünü hayvana endeksleyerek ateist olabildi ve insanken, nasıl maymundan türediğine inanabildi? Madem insanı etkileyen doğa ve çevresel şartlar ise, çevresinde örneği olmayan böyle bir inançla nasıl özdeşleşebildi? Düşünen, konuşan ve üreten insanları değil de, neden maymunları ata edindi?
Darwin ile babasının arasındaki düşünce ve inanç uçurumu veya birçok ebeveynin, eğiticinin; çocukları ve talebeleriyle olan anlayış ve davranış aykırılıkları gibi! Nasıl ruhsuz bir canlı ve enerjisiz bir hareket olamıyorsa, vahiysiz bir bilim ve maddesiz bir teknolojide varolamaz. İnsan, tıpkı teknolojideki araçlar misali bedeni oluşturan et, kemik ve organlardan meydana gelseydi veya Darwin teorisine göre; maymundan veya kendiliğinden türeseydi, çok yüklü ve karmaşık bir enerjiye sahip olmaz, duygu taşımaz, fikir üretmez ve kendine can veren ruhu aracılığıyla Yaratıcısına kilitlenmezdi.
Darwin, “geri ırk” olarak aşağıladığı Müslüman Türk Milleti için aynen şunları söylemişti. “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri, ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün, Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağılayıcı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini görüyorum.” Ne yazık ki düşüncesi gerçek oldu ve Müslüman Türkler, hem dinen hem de ırkken batı medeniyetinin çarklarında öğütülerek, kimliksiz pespaye bir müstemleke oldu.
Günümüzde dahi Batı’nın bu düşüncesi hiç değişmemiş ve durağan yanardağ misali patlamaya hazır bekleyişi sönmemiştir. Ne acıdır ki laik Türk Devleti, politikacıları, yazarları ve sözde bilim adamları; sırf Allah inancını ve İslam’ı yok edebilmek için, ateistliği gereği yıllardır Darwin teorisini bir öğreti olarak okullara sokarak yıkıcı katkılarda bulunmuş, dinsiz, imansız, ahlaksız, vicdansız ve materyalist insanların çoğalmasının sorumlusu olmuşlardır.. Zoraki okutulan Din Bilgisi dersinde öğrencilere yaratıcının “Allah” olduğu öğretilirken, mecburi olan bir sonraki felsefe dersinde ise insanların “maymundan” türediği öğretilmekte, Allah ve kitabı Kur’an; laiklik ve çağdaşlık adına aydınlığa ve gelişmeye karşı büyük bir tehlike görülerek, kamuda ve okullarda ya yasaklanmakta ya baskılarla sindirilmekte ya da reforma uğratılabilmektedir.
İşte itimat edilen ve örnek alınan beyinlerin, nasıl akılsız ve muhakemeden yoksun birer kümbet oldukları açıkça anlaşılabilmektedir. Eğer beyinlerinin fiziksel varlıkları iddia edildiği gibi etkili olsaydı, hayvanlardan daha aşağı niteliğe sahip bir dünya ve doğal seleksiyona dayalı medeniyetler oluşurdu. Milletleri, bilgileri, keşifleri ve farklı medeniyetleri yaratan Allah; aynı zamanda kontrolü de iradesinde muhafaza ederek, dengeyi, asla sarsmamaktadır.
Atmosferde yaşayan ve görünmeyen cinlerle, yerde yaşayan insanların yaratılış amaçları aynı olup, fiziksel nitelikleri farklıdır. İnanılmaz bilgisiyle cinleri temsil eden şeytanla, insanları temsil eden politikacılar ve pozitivist eğiticilerin pek farkları yoktur. Birinin ateşten, diğerlerinin topraktan yaratılmasının dışında!
Zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yaparak, içeri sızmayı, bir manada vahyi, duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için eksiklik, zayıflık ve aşağılama sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan benlikçi materyalist zekâların ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur ve sonunda ya itiraf ederler, ya polemiğe kalkışırlar, ya kaçıp saklanacak bir yer ararlar, ya da saf ve masum insanları zehirlemeye devam ederler. Sıkıştıklarında içgüdüye sığınarak, kendilerinin bilinç dışı bir hali kabul ederler. İçgüdü ile zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yöneldiğidir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu ve bir bakıma, bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Zaten gerçekte böyle bir olgu yoktur, sadece bilim adına ortaya atılan hezeyanlar vardır. Paranoya bir ikilem içinde paradoks yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır. Yaratıcılarını ve vahyini inkâr ederek reddedenlerin verdiği tek şey, cehalet ve barbarlıktır. İçinde yaşanılan ülke ve dünya bunun kaçınılmaz bir kanıtı değil mi?
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” Hadid.22
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir. Allah o canlının duracağı yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. Çünkü (bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuzda)dır.“ Hud.6
“Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” Maide.40
“İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin ekremdir (en cömerttir).” El-Alak. 4-5
“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık, (bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” En’am.112
NOT:
Sevgili Arkadaşlar! Yalanlara karşı korunmak ve sağlam temellere dayalı bir bilgi edinmek istiyorsanız; mutlaka “Bilinmeyen ‘bir bilgi’” ya da “Mutlak İrade” adlı kitaplarımı okumanızı tavsiye ediyorum. Kitabı satın alabilecek ekonomiye sahip olmayan yahut bulamayanlara, ücretsiz olarak hediye edebileceğimi duyururum.
İnsanoğlunun nasıl böylesine zalim ve sapık olmalarına vahiysel ve bilimsel bir temelde yaklaşmayı uygun görerek, yaratık insanların, Yaratıcıları karşısındaki meydan okuma benliklerinin arkasında yatan ve Yaratıcılarını reddeden anlayışın mimarı Charles Darwin’i ve hipotezlerini inceleyerek, gerçeği öğrenmeye çalışalım.
Evrim teorisi olan materyalist-Darwinist ütopyasının dogmacısı Charles Darwin, gençliğinde çok başarısız ve öğretmenleri tarafından “aptal” olmakla itham edilen bir öğrenciydi. Dindar, saygın ve ünlü bir hekim olan babası, oğlu Darwin’in çok iyi ve dindar yetişebilmesi için çok çabalamış, her türlü özveriyi ve fedakârlığı yapmasına rağmen, hedeflediği sonuca ulaşamamıştı. Artık onunla başa çıkamayacağını anlayan baba; “Seni anlaşılan ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiçbir şey ilgilendirmiyor. Geleceğin kendin ve ailen için yüz karası olacaktır” diyerek, Darwin’i evlatlıktan reddetmişti. Darwin, gerçekten de evrim teorisiyle, insanlığın ve geleceğin yüz karası olmuştur. Darwin, teorisi gereği neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle evrimleşemedi, çevre koşullarının etkisinde kalamadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı?
Tüm çağların sözde sayılı bilim adamlarından biri kabul edilen Charles Darwin, hayvanlara özellikle de böceklere derin ilgi duymuş ve çocukluğundan itibaren aldığı dini, sosyal ve kültürel eğitimi dışlayarak, tersine çok farklı bir yapılanmaya meyletmişti. Her türlü girişimlere, terapilere, öğütlere, babasının ve çevresinin baskılarına karşın düşünce ve davranışlarının önüne geçilemedi, eğitimcileriyle sürekli çatışarak okuldan atıldı. Ancak babası, umudunu yitirmemiş ve din adamı olmasını teşvik ederek, zorla papaz okuluna göndermişti. Ne var ki kilisede kalmaya hiç eğilimi yoktu ve bir şey, onu hayvanlar âlemine çekerek, Yaratıcı “Tanrı”’yı inkâra itmiş, hiç öğrenmediği ve eğitilmediği bir bilgiyle atasının “maymun” olduğu inancına götürmüştü. Neydi kendisini etkileyen ve başka mecralara yönlendiren güç ve yazgı? Neden iddia ettiği “Doğal Seleksiyon”’un gereği çevresiyle bütünleşemiyor ve öğretilerden etkilenmiyordu?
İnkâr ettiği Yaratıcı ve hakkında yazılmış olan kadersel yazgı, aradığı olanak kapısını mucizevi bir gelişmeyle kendisine açtı ve Kraliyete ait bir araştırma gemisinde masraflarını kendisi karşılamak koşuluyla, genç yaşta uzun süreli bir seyahate çıktı. Darwin, beş yıl süren yoğun bir araştırmayla, dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve örnekler topladı, gözlemsel bilgiler edinerek notlar aldı. Doğa, herkes gibi onun için de tükenmez bir laboratuardı. Zaten somut olan her türlü delil ve bilgiler, gerçek dünyanın kendisi değil midir? Gözlem yoluyla değişik türlerin nasıl oluştuğu konusuna yoğunlaşmış, kimi türlerin uyum sürmesini, kimi türlerin ise uyumsuzluğa düşmesini çevresel koşullara yorumlayarak, tamamen kendiliğinden oluşan amaçsız, denetimsiz, programsız, ruhsuz, yani başıboş fiziksel bir materyalist dünyanın varlığına inanmış, böylece “Mutlak İrade” sahibi yaratıcıyı reddetmişti. Hâlbuki edindiği bilgiler, şahit olduğu gerçekler ve gözlemlediği olaylar, yaratıcısız bir evrimi değil, mutlak bir Yaratıcı’nın varlığını destekleyici kanıtlarla doluydu.
Çok güçlü bir Allah inancı olan ünlü TIP dâhisi Pasteur, Darwin’in evrim teorisine karşı çıkması nedeniyle meslektaşı akademisyenlerin pek çok sözlü saldırısına uğramış ve bilim çevrelerin radikal yaptırımlarıyla karşılaşarak, önü kesilmek ve üniversiteden atılmak istenmişti. Tıpkı laik Türkiye’de olduğu gibi! Sözde Doğa bilimcisi Darwin’in aksine, bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur; “Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcının eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim insanı Allah’a götürür” tespiti ve gerçeği keşfetmenin erdemliğiyle, buluşlara imza atmıştı.
Evrim teorisi, Darwin’i her ne kadar tatmin etmiyor ve kâinattaki olaylar, hipoteziyle çatışıyorsa da, ısrarını sürdürmekten vazgeçmiyor, doğal seleksiyonla ilgili "Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyebiliyordu. Arı ve karıncaların koloniler halinde yaşayarak davranışlarının kendi teorik mekanizmasıyla örtüşmemeleri Darwin’i şaşırtmış ve “Ne söyleyebiliriz ki?” itirafında bırakmıştı. Ayrıca arılar için, “Arıyı, büyük matematikçilerin buluşlarından çok önceden petek gözlerini yapmaya yönelten içgüdü için ne diyeceğiz?” sorgusu ve çözümsüzlüğü, Mutlak İrade’nin ve ruhsal bilgilendirmenin anlaşılmasına yeterli bir ipucuydu. Çünkü farklılıkların, aykırılıkların, dönüşüm ve değişimlerin doğuşu, sevk ve idaresi; sahipsiz, programsız, ruhsuz ve yaratıcısız olamazdı. Gökyüzündeki programsal dengenin yeryüzünde de bulunması gerekti. Evrimin doğa ve çevre koşullarına göre değiştiği iddiası, onların da aynı biçimde değiştiği gerçeğini göz ardı etmemeliydi. O zaman kimin kimi değiştirdiği, yönettiği, yönlendirdiği ve etkilediği sorusu doğuyordu ki, Darwin; ailesine, eğiticilerine ve çevresine karşı çıkarak bambaşka biri olabilmişti.
Türlerin sabit olmayıp sürekli değişkenliği, verimlilikleri ve kabiliyetleri, bu değişimi sağlayan egemen gücün kimliğini açıklamaya mecbur bırakıyordu. Canlılar için yaşamı; güçleri doğrultusunda iradeleriyle varolma ya da yok olma savaşı olarak değerlendirmek, temel dayanaktan yoksun abes bir anlayıştır. Hangi canlı iradesiyle kaybetmek veya yok olmak ister? Güçlülerin zayıfları yok ettiği teorisi, gerçek yaşamla örtüşmemektedir. Gözle görülmeyen bir virüsün, zayıf ve kuvvetsiz bir sineğin, arı veya karıncanın, ya da sıradan bir insanın dahi nasıl tehlikeli olabildiği ve en güçlü varlıkları nasıl yok edebildiği yaşanılan gerçeklerdir. Tarihteki yıkılmaz sanılan koca imparatorlukların nasıl bir avuç insanla silindiği de unutulmamalıdır. Sadece her şeye hükmeden ve mutlak bir güce sahip Yaratıcı gibi bir varlığın yok edici gücü ve zaafa uğramaz iradesi olduğu doğrudur.
Darwin, Malthus’un düşüncelerinden yola çıkarak, ayıklanma metoduyla gereksiz veya yararsız canlılardan kurtulmayı çevre uyumuyla özdeşleşmiştir. Hipotezine göre; “Çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenir, uyum kuranlar çoğalır. Doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı düzenektir.” Bu düşünce, 19.yy. acımasız kapitalizminin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sloganını ve düzenini doğurmuştur. Ancak hiç kimse; ne dilediğini tumturaklı yapabilmiş, ne de varmak istediği yerde kalıcı olabilmiştir. Seleksiyon; tabii şartlara en iyi uyabilen canlıların üreyip kalması, zayıf canlıların yok olmasıdır. Bu kuramla, her an değişkenlik gösteren çevrenin canlılar üzerinde etki veya tepki doğuran sebeplerin nasıl olgunlaşıp yönlendiği, zayıfların güçlü, güçlülerin zayıf düşebildiği bir düzenekte, evrimin hangi temel fiziksel dayanağa göre itici bir güç olarak ilerlemeyi sağladığı pozitif bilimce anlaşılamamış, dolayısıyla kanıtlanamamıştır. Ne var ki dayanaksız bir hipotez olarak laik çevrelerce hâlâ rağbet görmesi ve resmi eğitimde yer alması, mutlak bir Yaratıcı fikrine ve inancına karşı çıkma inadından öte akli bir yaklaşım değil, tamamen şeytansı sapmanın bir neticesidir.
İnsanoğlunun maymundan türediğini savunan Darwin, M.Ö. 6.yy da evrimden ilk söz eden İyonyalı filozoflarla aynı paralelde düşünüyordu. Onlar da canlıların sudan oluştuğunu ve atalarının da balık olduğunu, bugünkü formlarına evrimleşerek ulaştıklarına inandılar. Kendileri gibi insani bir yüce yaratılmışlığı değil de hayvanları değer alarak nasıl oluşabildiklerini çözümlemeye çalıştılar. Ancak hiçbir hayvanı evrimleştiremedikleri gibi, evrimleşen bir hayvana da asla şahit olamadılar. Öyleyse, böylesi dayanaksız fikirlere sebep olan etki ne olabilir? Ateist olan Herakleitus ve Aristotales de, evrim düşüncesinin önemli savunucularındandı. İnsanoğlu, acaba bu yüzden mi, tıpkı vahşi hayvanlar gibi odaklandıkları şeylere saldırmakta, yağmalayıp parçaladıklarının keyfini sürmekte, böylece tatmin olabilmektedirler?
Darwin gibi Buffon da, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştikleri görüşünü savunmaktaydı.
Ama nasıl?!?
Örneğin bilim adamlarınca hâlâ çözülemeyen ve büyük bir sır olarak kalmaya devam eden “Monark Kelebekleri”’nin inanılmaz yaşamları, evrim teorisini yerle bir etmektedir.
Monark kelebekleri, sonbahar döneminde gerçekleştirdikleri hayranlık uyandırıcı göçle bilinirler. Milyonlarca kelebek sonbaharla birlikte tam 3200 kilometrelik yolculuk için havalanmaya hazırdırlar. Göç, akıl almaz bir biçimde, tam sonbaharda gecenin gündüze eşitlendiği gecede başlar. Kanada’dan havalanan bu dev kelebek bulutunun hedefi Meksika’dır. Bu ülkeler arası yolculukta izlenen rota son derece hassas programlanmıştır. Kelebekler, Meksika’da her defasında hep aynı dağların yamaçlarını bulur ve kışı buradaki volkanik kayalarla kaplı arazide geçirirler. Burada Aralık’tan Mart’a kadar 4 ay boyunca hiçbir şey yemezler. Yaşamlarını vücutlarındaki yağ stoklarıyla sürdürürken, yalnızca su içerler. İlkbaharda açmaya başlayan çiçekler Monarklar için önemlidir. 4 aylık bir bekleyişten sonra ilk defa kendilerine bir bal özü ziyafeti çekerler. Mart sonunda yola koyulmadan önce çiftleşirler. Tam gece ile gündüzün eşitlendiği gün koloni tekrar geldiği yere dönmek üzere kuzeye uçmaya başlar. Bu durum, evrimci pozitivist bilim adamlarınca büyük bir merak konusudur. Kelebek gibi küçük bir canlı nasıl olup da, 3200 kilometre gibi uzun bir mesafeyi havada kat edebilmekte, yön bulabilmekte, milyarlarca defa kanat çırptığı bu yolculuk için enerji depolayabilmektedirler? Dahası, milyonlarca kelebek nasıl olup da aynı anda bu kararı verebilmektedirler? Bilim adamları için asıl bilmeceyi ise, kelebek nesilleri hakkında bilinenler oluşturuyor. Bir senede dört ya da beş nesil Monark Kelebeği yaşar. Sonbahar göçünü bu nesillerden sadece bir kuşak gerçekleştirir. Bu neslin ömrü diğerlerininkinden çok daha uzundur. Diğer nesiller ortalama 6 hafta yaşadıkları halde göç eden nesil 6 ay kadar daha uzun yaşayabilmektedir. Böylece göç eden nesiller her sene yenilenmiş olur. Bir diğer deyişle, göçe hazırlanan nesil bu yolculuğa ilk kez çıkmakta, 3200 kilometre uzaktaki bölge, ya da geçilecek yollar hakkında ‘hiçbir şey’ bilmemektedirler. Bir göç nesli, bir önceki sene göç neslin, torunlarının torunlarıdır. Bu kelebekler nasıl olup da hiçbir bilgileri, eğiticileri, haritaları ve yön belirleme pusulaları olmadan bu ‘bilinmeyen’ yolculuğu başarabilmektedirler?
Diğer bir doğa bilimci Lamarck, evrim konusunda başka bir kuram geliştirdi. “Canlıların yaşam dönemlerinde kazandıkları özelliklerin ya da uğradıkları değişikliklerin çevre koşullarının etkisinde ortaya çıkabileceği gibi, organların kullanış veya kullanışsız nedeniyle de olabileceği ve kalıtsal yoldan yeni kuşaklara geçebileceği” şeklindeki kuramı, bilim dünyasında beklenen ilgiyi bulmadı.
Canlıların ilkel düzeyde kendiliğinden oluşması, organizmaların basitten karmaşık formlara doğru gelişmesi ve organların ihtiyaca göre oluştuğu varsayımı, hem hayvanlar hem de insanlar âlemindeki yaşanan gerçeklerden dolayı, ruhsuz bir canlının ve kendiliğinden bir enerjinin varolamayacağı, temel fiziki kurallara göre apaçık bir ütopyadır. Canlıların yaşamları esnasında edindikleri bilgi ve becerilerin yeni kuşaklara geçmesiyle bir evrimin oluştuğu düşüncesi, ortaya koyduğum birçok kanıt ve yaşanan gerçeklerle asla örtüşmemektedir.
Öyleyse Darwin; neden babasının ve eğiticilerinin düşünce, inanç, bilgi ve telkinleriyle evrimleşemedi, çevre koşullarının etkisinde kalmadı ve kalıtsal bir bütünlük sağlayamadı? Neden tüm gayret ve baskılara rağmen, hekim veya papaz olamadı, dindar bir babanın ve çevrenin üyesi iken, nasıl soy kütüğünü hayvana endeksleyerek ateist olabildi ve insanken, nasıl maymundan türediğine inanabildi? Madem insanı etkileyen doğa ve çevresel şartlar ise, çevresinde örneği olmayan böyle bir inançla nasıl özdeşleşebildi? Düşünen, konuşan ve üreten insanları değil de, neden maymunları ata edindi?
Darwin ile babasının arasındaki düşünce ve inanç uçurumu veya birçok ebeveynin, eğiticinin; çocukları ve talebeleriyle olan anlayış ve davranış aykırılıkları gibi! Nasıl ruhsuz bir canlı ve enerjisiz bir hareket olamıyorsa, vahiysiz bir bilim ve maddesiz bir teknolojide varolamaz. İnsan, tıpkı teknolojideki araçlar misali bedeni oluşturan et, kemik ve organlardan meydana gelseydi veya Darwin teorisine göre; maymundan veya kendiliğinden türeseydi, çok yüklü ve karmaşık bir enerjiye sahip olmaz, duygu taşımaz, fikir üretmez ve kendine can veren ruhu aracılığıyla Yaratıcısına kilitlenmezdi.
Darwin, “geri ırk” olarak aşağıladığı Müslüman Türk Milleti için aynen şunları söylemişti. “Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri, ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün, Avrupa’nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağılayıcı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini görüyorum.” Ne yazık ki düşüncesi gerçek oldu ve Müslüman Türkler, hem dinen hem de ırkken batı medeniyetinin çarklarında öğütülerek, kimliksiz pespaye bir müstemleke oldu.
Günümüzde dahi Batı’nın bu düşüncesi hiç değişmemiş ve durağan yanardağ misali patlamaya hazır bekleyişi sönmemiştir. Ne acıdır ki laik Türk Devleti, politikacıları, yazarları ve sözde bilim adamları; sırf Allah inancını ve İslam’ı yok edebilmek için, ateistliği gereği yıllardır Darwin teorisini bir öğreti olarak okullara sokarak yıkıcı katkılarda bulunmuş, dinsiz, imansız, ahlaksız, vicdansız ve materyalist insanların çoğalmasının sorumlusu olmuşlardır.. Zoraki okutulan Din Bilgisi dersinde öğrencilere yaratıcının “Allah” olduğu öğretilirken, mecburi olan bir sonraki felsefe dersinde ise insanların “maymundan” türediği öğretilmekte, Allah ve kitabı Kur’an; laiklik ve çağdaşlık adına aydınlığa ve gelişmeye karşı büyük bir tehlike görülerek, kamuda ve okullarda ya yasaklanmakta ya baskılarla sindirilmekte ya da reforma uğratılabilmektedir.
İşte itimat edilen ve örnek alınan beyinlerin, nasıl akılsız ve muhakemeden yoksun birer kümbet oldukları açıkça anlaşılabilmektedir. Eğer beyinlerinin fiziksel varlıkları iddia edildiği gibi etkili olsaydı, hayvanlardan daha aşağı niteliğe sahip bir dünya ve doğal seleksiyona dayalı medeniyetler oluşurdu. Milletleri, bilgileri, keşifleri ve farklı medeniyetleri yaratan Allah; aynı zamanda kontrolü de iradesinde muhafaza ederek, dengeyi, asla sarsmamaktadır.
Atmosferde yaşayan ve görünmeyen cinlerle, yerde yaşayan insanların yaratılış amaçları aynı olup, fiziksel nitelikleri farklıdır. İnanılmaz bilgisiyle cinleri temsil eden şeytanla, insanları temsil eden politikacılar ve pozitivist eğiticilerin pek farkları yoktur. Birinin ateşten, diğerlerinin topraktan yaratılmasının dışında!
Zekâ, her şeyin içyüzünü anlamak ister. Ancak gözlemlerini hep “dışarıdan” yaparak, içeri sızmayı, bir manada vahyi, duyguları ve sezgiyi işin içine katmayı kendisi için eksiklik, zayıflık ve aşağılama sayar. Tıpkı duygulara karşı mantık kompleksi gibi! İşte böylesi gerçekten kaçan benlikçi materyalist zekâların ortaya koydukları düşünce ve teorilerin hiçbir temel dayanakları yoktur ve sonunda ya itiraf ederler, ya polemiğe kalkışırlar, ya kaçıp saklanacak bir yer ararlar, ya da saf ve masum insanları zehirlemeye devam ederler. Sıkıştıklarında içgüdüye sığınarak, kendilerinin bilinç dışı bir hali kabul ederler. İçgüdü ile zekânın, aynı bir başlangıcın iki ayrı yönde gelişimi olarak görülmesi, bunlardan birinde başlangıçtaki unsurların kendi içinde kalması, diğerinde dışa taşarak maddeyi kullanmaya yöneldiğidir. Tıpkı mantık ile duygu misali içgüdü ile zekâ arasındaki bu çatışma, zekânın içgüdüyü önüne katıp sürme imkânından yoksun bulunduğunu ve bir bakıma, bir araya gelmeleri ihtimalinin olmadığını gösterir. Zaten gerçekte böyle bir olgu yoktur, sadece bilim adına ortaya atılan hezeyanlar vardır. Paranoya bir ikilem içinde paradoks yaşamaları, mutlak iradece nasıl mühürlendiklerinin apaçık kanıtıdır. Yaratıcılarını ve vahyini inkâr ederek reddedenlerin verdiği tek şey, cehalet ve barbarlıktır. İçinde yaşanılan ülke ve dünya bunun kaçınılmaz bir kanıtı değil mi?
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” Hadid.22
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir. Allah o canlının duracağı yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. Çünkü (bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuzda)dır.“ Hud.6
“Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” Maide.40
“İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin ekremdir (en cömerttir).” El-Alak. 4-5
“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık, (bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” En’am.112
NOT:
Sevgili Arkadaşlar! Yalanlara karşı korunmak ve sağlam temellere dayalı bir bilgi edinmek istiyorsanız; mutlaka “Bilinmeyen ‘bir bilgi’” ya da “Mutlak İrade” adlı kitaplarımı okumanızı tavsiye ediyorum. Kitabı satın alabilecek ekonomiye sahip olmayan yahut bulamayanlara, ücretsiz olarak hediye edebileceğimi duyururum.
12 Ocak 2009 Pazartesi
Zorbalar vuruyor, iktidarlar seyrediyor...
Sanki insanlar, cehennem için yaratılmış birer şeytanlarmışçasına; vahşet karşısında gönülleri buram buram yanmamakta, yüreklerine kor düşmemekte, merhamet ve vicdan ateşiyle erimemekte, acı feryatlar kulaklarını sağır yapmamakta, parçalanan çocukların ve annelerin görüntüleriyle gözlerine mil inmemekte, arzu, hırs ve ihtirasları körelmeyerek, iki damla gözyaşıyla tükenen insanlığı yeniden canlandıracakları veya barış sağlayacakları düşüncesiyle; hem vurdurmakta, hem de ağlamaktadırlar. Makyajlı yüzlerden akan sahte gözyaşları…
Gazze’ye destek için İstanbul’da bir araya gelen sayılı “First Lady”nin düşünce, duygu ve davranışlarındaki menfur tenakuz; içten değil, eşlerini aklama maksatlı politik bir gösteri olduğu gerçeği; tok karınlarından, etraflarında sinek uçurtmayan korumalarından, özel uçaklarından, markalı giyimlerinden, muhteşem bakımlarından ve boğaza karşı ağırlandıkları güvenli mekanlardan anlaşılmakta, canavar İsrail ve ABD’ye karşı mücadele etmekten korkan iktidardaki kocalarını yermek ve sözde gözyaşı döktükleri mazlum halka sahip çıkmayan hükümetlerini eleştirmek yerine, şiirsel sözlerle kabahatlerini örtmeye çalışmaları, şüphesiz katledilen o masum bebeleri, anaları ve insanları istismardan başka bir şey değildir. Neden uluslararası bu çağrıyı Gazze’deki içi ceset dolu yıkıntıların arasından değil de, İstanbul’daki ihtişamlı Four Seasons Sarayından yaptılar?
Acaba kendileri; ardından gözyaşı döktükleri o insanlar gibi ölümcül bir ambargo altında inliyor, açlık, yokluk ve korku içinde kıvranıyorlar mı? Filistinli çocuklar, oyun oynadıkları parklarda bisikletler üzerinde öldürülürlerken, kendi çocukları nerede? Kendi çocukları sıcak kucaklarında, emniyetli ve tok hayat sürerlerken; neden gözyaşı döktükleri o çocukların da güvenli yaşayabilmelerini sağlayacak bir müdahaleyi savunmuyorlar? Saltanat sürdükleri saraylardan afaki nutuklar çekerken, masumiyetin ölümüyle çöken insanlığın vahşi gidişine sebep olan iktidardaki eşlerinin pespaye politikalarından, neden rahatsız olmuyorlar? Tarihin hangi döneminde; absürt sözlerin saldırıları durdurabildiği, ateşkes sağlayabildiği, ambargo kaldırabildiği, barış, hak ve adalet getirebildiği görülmüştür? Erdemli bir fedakarlık olmadan, dileklerin yerine gelebilmesi mümkün mü?
Önce o korkak barbar müstemlekesi eşlerine karşı dik dursunlar ki, söz ve duyguları bir anlam taşısın… Gerçekten onlar bir insan ve anne ise, kocaları insan ve baba değil mi?
BM ve toplumların ateşkes çağrılarına meydan okuyan ABD ve İsrail’i; öyle rahat koltuklardan, şişmiş midelerden, sarp ve sağlam kalelerden durdurmayı düşünenler; bilinmelidirler ki yalancıdırlar, yalancıdırlar, yalancıdırlar….
Tarihin her safhasında Müslümanlara karşı katliamlara girişen ve kölelikten öte hiçbir hak tanımak istemeyen jenosit Batı, günümüzde de aynı yok edici anlayışlarını sürdürerek işgal ve katliamlarına; satın aldığı Müslüman toplumların hain iktidarlarının desteğiyle devam etmekte, gerek BM, gerek AB, gerek AGİT, gerekse Lahey Uluslararası Adalet divanı gibi kuruluşlarının yardımıyla canavarlıklarını meşrulaştırmaktadırlar.
ABD ve İsrail’in soykırımsal katliamları gibi günümüzün belgelenmiş suçları Haçlı Batıyı hiç ilgilendirmemekte, dolayısıyla katil sorumlularına da herhangi bir yaptırım ihtiyacı duymamaktadırlar. Çünkü Müslümanlar teröristtir, evrensel hıristiyanlığın ve siyonist yahudiliğin özgürlük ve demokrasi teminatı adına; görüldükleri yerde öldürülmeleri insanidir. Başta Türkiye olmak üzere sömürge devletlerin, Müslüman halklarına reva gördükleri terör ve haçlı taşeronlukları, hıristiyan-siyonist ittifakını cesaretlendirmekte, dolayısıyla trajik gidişatı körükleyerek, bitmez-tükenmez işgal ve katliamların sonu gelmemektedir. Müslüman toplumların gerçek düşmanı, münafık devletleridir.
Birleşmiş Milletlerin en yüksek yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanının Müslümanlara uygulanan işgalleri ve katliamları suç saymaması ve İslâm ülkelerinin savunmalarını güçlendirecek gelişmelerin önünün kesilmek istemesi, yenidünya düzeninin eskisinden farksız hangi haçlı temelinde inşa edildiğini tüm çıplaklığıyla kanıtlamaktadır. Bu sebeple, tehlike gördükleri İran’ı nükleer teknolojiden mahrum etmeye çalışılmaları, asılsız iddialar ve psikolojik savaşlarla nükleer programlarını etkileyerek vazgeçirmeye girişmeleri, nasıl bir zorbalık, adaletsizlik ve tutsaklıkla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymaktadır.
Yeryüzünün egemenliğini sadece kendilerinde sanan haçlıların İran gibi boyun eğmeyen devletlerin, El Kaide, Hizbullah ve Hamas gibi onurlu direnişçilerin cesur duruşlarıyla hezimete uğrayacakları mutlaktır. Sürekli tekerrür eden kadersel tarihin değiştirilemeyen süreci zaten belirli sonucu güncelleştirecek, gürültüden ibaret tehdit ve şantajların önemsizliği ortaya çıkacaktır.
Korkak ABD ve İsrail’in havlamaktan öte Müslümanlara karşı, gerçekte savaşabilecek hiçbir cesaretleri yoktur. Bugüne kadar hunharca giriştikleri savaşlardaki mağlubiyet ve alçalmışlık kendilerine yeterli derstir. Tek bir Müslüman’ın karşısında bile dayanabilecek direnci bulunmamalarına rağmen, Müslüman toplumların hain iktidarları sayesinde saldırmakta, dolayısıyla acımasız canavarlıklara başvurabilmektedirler. Eğer, sözde inandıkları vahyin gereği, birlik ve berberlik içinde dik durabilselerdi; ne ABD, ne de İsrail, değil işgal etmeyi, konuşacak dahi cesareti kendilerinde bulamaz, dolayısıyla yaşanan acılar vaki olmazdı.
Türkiye’nin amansız kukla hükümetleri ve laik rejimiyle esarete mahkûm kılınan caydırıcı gücü, dengeleri bozmuş, Müslüman halkların işgaline, katline, zulmüne ve zilletine sebep olmuştur. Dünün lider Türkiye’si bugün herkesin rahatlıkla üzerinden geçebildiği bir odalığa dönüşmüştür.
Müslümanların yok farz edildiği bir dünya yaratılmaya çalışılmakta, bu esasta barışçıl ve adil çözüm argümanları manipülasyonla geliştirilerek, devşirilen Müslüman kimliklerin katkılarıyla sonuca gidileceği düşünülmektedir. İslâm toplumlarının alçak hükümetleri; ''Büyük hıristiyan-siyonist dünyası'' yaratma çabalarıyla, dini temizlik kampanyasının baş destekçileri olarak haçlıları cesaretlendirmekte; böylece Müslümanların yok edilme amacı; hem içeride hem de dışarıda sinsice güdülerek, şeytani ittifak dehşet saçmaktadır. Türkiye’nin ve münafık iktidarların, tıpkı satanistlerin taptıkları şeytan misali efendileri ve gizli düşmanları ABD ile birlikte batacakları mutlaktır. Birbirine caka atarak, benlikleri kabarmış üstünlük yarışında bulunan duygusuz kör ve sağırlar, batışlarını asla fark edemezler.
Malum müptezel iktidarları devirmeyip, ayakta tutan toplumlarda aynı derecede suçludurlar. Ancak merak etmesinler; yaşanılmış olan katliamların çok daha acılısını ve dehşetlisini tadacak, pişmanlıkları ise asla yarar sağlamayacaktır.
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekten onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler.” Furkan 44
“Andolsun, biz cin ve insanlardan birçoğunu (sanki) cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” A’raf 179
Gazze’ye destek için İstanbul’da bir araya gelen sayılı “First Lady”nin düşünce, duygu ve davranışlarındaki menfur tenakuz; içten değil, eşlerini aklama maksatlı politik bir gösteri olduğu gerçeği; tok karınlarından, etraflarında sinek uçurtmayan korumalarından, özel uçaklarından, markalı giyimlerinden, muhteşem bakımlarından ve boğaza karşı ağırlandıkları güvenli mekanlardan anlaşılmakta, canavar İsrail ve ABD’ye karşı mücadele etmekten korkan iktidardaki kocalarını yermek ve sözde gözyaşı döktükleri mazlum halka sahip çıkmayan hükümetlerini eleştirmek yerine, şiirsel sözlerle kabahatlerini örtmeye çalışmaları, şüphesiz katledilen o masum bebeleri, anaları ve insanları istismardan başka bir şey değildir. Neden uluslararası bu çağrıyı Gazze’deki içi ceset dolu yıkıntıların arasından değil de, İstanbul’daki ihtişamlı Four Seasons Sarayından yaptılar?
Acaba kendileri; ardından gözyaşı döktükleri o insanlar gibi ölümcül bir ambargo altında inliyor, açlık, yokluk ve korku içinde kıvranıyorlar mı? Filistinli çocuklar, oyun oynadıkları parklarda bisikletler üzerinde öldürülürlerken, kendi çocukları nerede? Kendi çocukları sıcak kucaklarında, emniyetli ve tok hayat sürerlerken; neden gözyaşı döktükleri o çocukların da güvenli yaşayabilmelerini sağlayacak bir müdahaleyi savunmuyorlar? Saltanat sürdükleri saraylardan afaki nutuklar çekerken, masumiyetin ölümüyle çöken insanlığın vahşi gidişine sebep olan iktidardaki eşlerinin pespaye politikalarından, neden rahatsız olmuyorlar? Tarihin hangi döneminde; absürt sözlerin saldırıları durdurabildiği, ateşkes sağlayabildiği, ambargo kaldırabildiği, barış, hak ve adalet getirebildiği görülmüştür? Erdemli bir fedakarlık olmadan, dileklerin yerine gelebilmesi mümkün mü?
Önce o korkak barbar müstemlekesi eşlerine karşı dik dursunlar ki, söz ve duyguları bir anlam taşısın… Gerçekten onlar bir insan ve anne ise, kocaları insan ve baba değil mi?
BM ve toplumların ateşkes çağrılarına meydan okuyan ABD ve İsrail’i; öyle rahat koltuklardan, şişmiş midelerden, sarp ve sağlam kalelerden durdurmayı düşünenler; bilinmelidirler ki yalancıdırlar, yalancıdırlar, yalancıdırlar….
Tarihin her safhasında Müslümanlara karşı katliamlara girişen ve kölelikten öte hiçbir hak tanımak istemeyen jenosit Batı, günümüzde de aynı yok edici anlayışlarını sürdürerek işgal ve katliamlarına; satın aldığı Müslüman toplumların hain iktidarlarının desteğiyle devam etmekte, gerek BM, gerek AB, gerek AGİT, gerekse Lahey Uluslararası Adalet divanı gibi kuruluşlarının yardımıyla canavarlıklarını meşrulaştırmaktadırlar.
ABD ve İsrail’in soykırımsal katliamları gibi günümüzün belgelenmiş suçları Haçlı Batıyı hiç ilgilendirmemekte, dolayısıyla katil sorumlularına da herhangi bir yaptırım ihtiyacı duymamaktadırlar. Çünkü Müslümanlar teröristtir, evrensel hıristiyanlığın ve siyonist yahudiliğin özgürlük ve demokrasi teminatı adına; görüldükleri yerde öldürülmeleri insanidir. Başta Türkiye olmak üzere sömürge devletlerin, Müslüman halklarına reva gördükleri terör ve haçlı taşeronlukları, hıristiyan-siyonist ittifakını cesaretlendirmekte, dolayısıyla trajik gidişatı körükleyerek, bitmez-tükenmez işgal ve katliamların sonu gelmemektedir. Müslüman toplumların gerçek düşmanı, münafık devletleridir.
Birleşmiş Milletlerin en yüksek yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanının Müslümanlara uygulanan işgalleri ve katliamları suç saymaması ve İslâm ülkelerinin savunmalarını güçlendirecek gelişmelerin önünün kesilmek istemesi, yenidünya düzeninin eskisinden farksız hangi haçlı temelinde inşa edildiğini tüm çıplaklığıyla kanıtlamaktadır. Bu sebeple, tehlike gördükleri İran’ı nükleer teknolojiden mahrum etmeye çalışılmaları, asılsız iddialar ve psikolojik savaşlarla nükleer programlarını etkileyerek vazgeçirmeye girişmeleri, nasıl bir zorbalık, adaletsizlik ve tutsaklıkla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymaktadır.
Yeryüzünün egemenliğini sadece kendilerinde sanan haçlıların İran gibi boyun eğmeyen devletlerin, El Kaide, Hizbullah ve Hamas gibi onurlu direnişçilerin cesur duruşlarıyla hezimete uğrayacakları mutlaktır. Sürekli tekerrür eden kadersel tarihin değiştirilemeyen süreci zaten belirli sonucu güncelleştirecek, gürültüden ibaret tehdit ve şantajların önemsizliği ortaya çıkacaktır.
Korkak ABD ve İsrail’in havlamaktan öte Müslümanlara karşı, gerçekte savaşabilecek hiçbir cesaretleri yoktur. Bugüne kadar hunharca giriştikleri savaşlardaki mağlubiyet ve alçalmışlık kendilerine yeterli derstir. Tek bir Müslüman’ın karşısında bile dayanabilecek direnci bulunmamalarına rağmen, Müslüman toplumların hain iktidarları sayesinde saldırmakta, dolayısıyla acımasız canavarlıklara başvurabilmektedirler. Eğer, sözde inandıkları vahyin gereği, birlik ve berberlik içinde dik durabilselerdi; ne ABD, ne de İsrail, değil işgal etmeyi, konuşacak dahi cesareti kendilerinde bulamaz, dolayısıyla yaşanan acılar vaki olmazdı.
Türkiye’nin amansız kukla hükümetleri ve laik rejimiyle esarete mahkûm kılınan caydırıcı gücü, dengeleri bozmuş, Müslüman halkların işgaline, katline, zulmüne ve zilletine sebep olmuştur. Dünün lider Türkiye’si bugün herkesin rahatlıkla üzerinden geçebildiği bir odalığa dönüşmüştür.
Müslümanların yok farz edildiği bir dünya yaratılmaya çalışılmakta, bu esasta barışçıl ve adil çözüm argümanları manipülasyonla geliştirilerek, devşirilen Müslüman kimliklerin katkılarıyla sonuca gidileceği düşünülmektedir. İslâm toplumlarının alçak hükümetleri; ''Büyük hıristiyan-siyonist dünyası'' yaratma çabalarıyla, dini temizlik kampanyasının baş destekçileri olarak haçlıları cesaretlendirmekte; böylece Müslümanların yok edilme amacı; hem içeride hem de dışarıda sinsice güdülerek, şeytani ittifak dehşet saçmaktadır. Türkiye’nin ve münafık iktidarların, tıpkı satanistlerin taptıkları şeytan misali efendileri ve gizli düşmanları ABD ile birlikte batacakları mutlaktır. Birbirine caka atarak, benlikleri kabarmış üstünlük yarışında bulunan duygusuz kör ve sağırlar, batışlarını asla fark edemezler.
Malum müptezel iktidarları devirmeyip, ayakta tutan toplumlarda aynı derecede suçludurlar. Ancak merak etmesinler; yaşanılmış olan katliamların çok daha acılısını ve dehşetlisini tadacak, pişmanlıkları ise asla yarar sağlamayacaktır.
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekten onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler.” Furkan 44
“Andolsun, biz cin ve insanlardan birçoğunu (sanki) cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” A’raf 179
Etiketler:
ABD,
El Kaide,
Emine Erdoğan,
First Lady,
Hamas,
İran,
İsrail,
Katar,
pakistan,
suriye,
Türkiye Hizbullah
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)