Ya da
diğer bir ifadeyle levh-i mahfuz veya kader…
Bilimi vahye rakip kılarak egemenlik yarışına
sokmak suretiyle Mutlak İrade’nin kayıtsız-şartsız hâkimiyetini fizikle aşmaya
çalışan seküler-laik bazlı teorisyenler, adına “Kuantum Diyarı” verdikleri hipotezle
matematiksel bir kâinat oluşturma içine girdiler ama pratikte hiçbir
karşılığını bulamadılar. Oysa matematiğin
insanı üstün bir doğruya götürmediği bilimsel bir gerçektir.
“Bilim, yalnızca doğanın
matematiksel davranışını ortaya koyan yasalardan oluşur.“ Isaac Newton
Vahiy olmadan bilim, yaratıcı olmadan kâinat,
ruh olmadan fizik var olamayacağından, düşünebilecek ne bir akıl, yaşanabilecek
ne bir dünya, ne de bir hayat mümkündür. Hiçbir şey ne o an, ne de o kadar
basit, sıradan, sebepsiz ve kendiliğinden oluşmaktadır. Onun için olayları
fiziksel bir gözlemlemeyle veya deneysel metotlarla değil, yaşamı var eden,
olayları yaratıp güden ve enerjiyi sağlayan vahye ve ruha yoğunlaşarak
irdelemelidir.
Peki,
Kuantum Fiziği; Kuantum Teorisi ya da Kuantum Diyarı nedir?
Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki
serüvenler herkesçe bilinir. Alice’in yolculukları, küçülmesi, nükleer bir
parçacık olması ve başkalaşımları, belirsizliğin, sırrın ve gizemin yaşandığı
Kuantum Diyarı olduğu teorisidir. Bir atomdan bile küçük olan, entelektüel bir
eğlence parkı düşünün. Bu eğlence parkındaki her düzenek, her oyun ve ilgi
çekici her nesne, kuantum mekaniğinin farazi değişik bir özelliğini açıkladığı
iddiasıdır. Doğaya ve nesneye ilişkin konularda çoğumuzun aklını karıştıran
olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesinin güya bu eğlence parkında bulunduğudur.
Böylece geleceğin belirsizliği, düşüncelerde oluşan ve kurgulanan bir ütopyada
gerçekmiş gibi yaşatılmaya çalışılır.
Kuantum teorisi; atomun yapısını,
atomu oluşturan temel parçacıkları ve bu parçacıkların birbiri ile etkileşimini
inceleyen fiziğin hipotez dallarından biridir. “Fotoelektrik etki ve ısı kuramı” ile gerçekleştirilen deneyler
arasında garip uyumsuzlukların baş göstermesi, bilim adamlarını derin bir
arayışa itmişti. İşin ilginç yanı bilim adamlarının pek önemsemediği bir
konunun tüm detaylarının önceden açıklandığı bir kuramın başlarına çorap örmeye
başlaması endişeye dönüşmüştü.
Düş dünyası ile bilimi birleştirerek Alice’in
yolculuklarının alegorisi kullanılmış; böylece kuantum dünyasının önemli
noktalarını kolay anlaşılır bir zemine oturtmaya çalışılmış ise de, pratikte
başarıya ulaşılamamıştır. Dünya ve kâinatın anlaşılmasının zor olmasından doğan
belirsizlik, kuantum fiziğine dayandırılmış; olaylar aydınlatılmaya ve bilimsel
kadere bir nitelik kazandırılmaya çabalanılmıştır.
Kuantum savunucuları, fotonların iki
ayrı delikten geçişinin mantıksal olarak nasıl algılanması gerektiği üzerinde
durarak; fotonlarla gözlemci arasındaki ilişkiyi aramaya çalışmışlardır. Ancak
kesinlikle cevap veremedikleri soru; fotonun içyapısının ne olduğudur. Foton
nelerden yapılmadır? Mahiyetlerinin, gerçek matematiksel anlamda, “nokta” olduğu varsayımıyla foton ve
elektron gibi bazı elemanter (en basit yapıtaşı) parçacıkların bulunma
kuramıdır. Oysa kimyasal hiçbir analizleri olmadığı gibi fiziksel hiçbir büyüklükleri
de yoktur ve parçalardan oluşan içyapıları bulunmadığından parçalara ayrılamazlar.
Fotonla ilgili olarak cevaplanması en zor soru ise, onun bir parçacık mı yoksa
dalga mı olduğu gizemidir. Her zaman olduğu gibi burada da bilimsel bir paradoksun
varlığı aşikârdır.
Fotonun
ruh misali irdelenemeyen bir gizeme sahip olması, ruh olduğu anlamına mı
gelmektedir?
Fotonların iki ayrı delikten geçmelerini
iki ayrı dünya hareketleri olarak düşünülür. Onlara göre, girişim, bu
birbirinden tamamen iki ayrı iki dünyadan her birinin birlikte hazırlanarak,
birbirinin üstüne çakışmasıyla ve birbirlerini bütünleştirmesiyle oluşur. Yani,
düşüncelerde oluşan dünya ile pratikte yaşanılan dünyanın çakışması, ya da
ezelde programlanmış olan olayların zaman sürecinde güncelleşmesi! Dolayısıyla
sonuçta her iki dünyayı oluşturup yönlendiren tek bir iradenin varlığını istemeden
itiraf etme zorunluluğundan sıyrılamazlar. Vahiysel anlamda ise, her iki dünyanın
çıkış noktası, “o
kitap”’ta programlandığı doğrultuda fiziğin vuku bulmasıydı.
Kuantum teorisinin bilime ve doğaya farklı
bir bakış açısı getirerek, Mutlak İrade’nin yani kaderin olmadığı bilimsel
teorilere dayandırılmaya çalışılmış; belirsizliği aşabilecek matematiksel
hesaplarla kanıtlayabilme arayışı içinde Kuantum safsatası doğmuştur. Ki, Einstein
ve Planck gibi bilim adamları da Kuantum safsatasını reddetmişlerdi.
Evren ve içindeki her şey, Mutlak İrade’nin
yönlendirmesiyle fonksiyon göstermekte; fiziksel belirsizlik ruhsal etkileşmenin
güncelleşmesiyle belirlilik kazanmakta ve bu doğrultuda hiçbir sapma göstermeden
akışını sürdürmektedir, Dolayısıyla öncesi her ne kadar fiziksel belirsizlik olarak
algılansa da, ruhsal yani kadersel bir bilinmezlik değildir. Yalnızca fiziksel
bilinmezliktir, zamana ve programa göre güncelleştiğinden, öncesini kestirebilmek
mümkün olamamakta ve Mutlak İrade sahibi olmayı zorunlu kılmaktadır.
Gelecekle ilgili belirsizliği aşabilmek
için, geçmişte olan olaylar incelenerek, geliştirilen yöntemlerle tahmine dayalı
saptamaların yapılması, yanılgıların devamını sağlamaktadır. Dünyanın ekranında oluşan aydınlık ve karanlık
noktaların fiziksel belirsizliği, tıpkı yarım bardak suya sokulan bir kalemin kırık
olarak algılanmasından farksızdır. Çünkü fiziki gelecek meçhuldür ve geçmişe
dayalı üretilen olasılıklar, hiçbir bağlayıcılık taşımamaktadır. Ancak geçmiş olayların
ve hareketlerin geleceği yansıtan dalgacıkları zamansal ve kuvvetsel belirliliğe
kesin bir katkı sağlamadığından, gözlemci ve bilimsel teoriler sürekli yanılabilmekte,
dolayısıyla mutlak bir sonuca ulaşılamayarak, umutlar pratiğe
dönüştürülememektedir.
İnsan bilgi ve iradesinin belirleyici
ve yönlendirici bir güce sahip olamaması, tamamen kaderin etkisinden ve
programına müdahale edilememesindendir. Fiziksel olayları oluşturan ruhsal
gücün zincirsel halka bütünlüğü içinde varlık göstermesi, aslında ciddi bir
sorgulama ve gözlemlemeyle anlaşılabilecek açıklıkta olsa da, tumturaklı bir
iman şarttır.
Kuantum teorisinin doğuşundan günümüze
kadar ki sürecine bakıldığında, bu teorinin fiziğin uygulamalı bir dalı olduğu düşünülse
de, tamamen ütopiktir. Sayısız deneyler yardımıyla kuantum teorisinin genel
esasları ortaya konmaya çalışılmış ama hiçbir zaman pratik bir başarı
sağlanamamıştır. Diğer yandan Young deneyi problemi gibi gözlemci, gözlenen ve
zaman kavramları üzerinde net bir felsefi çözüme de gidilememiştir. Felsefi çatıdaki
eksikliklere rağmen atom ve çekirdek yapısı, elektriğin nakli, katıların
mekanik ve ısıma özellikleri gibi oluşumlar kuantuma dayandırılmıştır. Öyle
görülüyor ki, seküler-laik bilim adamlarının tüm evreni tanımlayan bir teoriye
bağlanması, başka bir deyişle bilimin mutlak yaratıcı özelliğini
kanıtlayabilmek için belirsizliği, olasılıklara dayalı Kuantumla aşabilme düşünceleri;
doğasal ve toplumsal sorunları ve kâinatı çözmeye yeterli olamamıştır.
Kuantumu, daha anlaşılabilir bir açıklıkta
izah etmek gerekirse; fiziksel hareketlerin güdümünü sağlayan “bilimsel kader” olduğudur. Yaratıcı ve
kadersel düzenini ısrarla reddeden bilim adamları, bilgilerin varoluş sürecini
düşler diyarı olan kuantumdan kaynakladığına inanabilmektedirler.
Ruhsal kadere karşı; bilimsel kader, yani fiziksel kuantum!
Seküler bilim adamları, keşiflerin rastgele
doğuşu ve her şeyin birbirleriyle olan zincirsel bağını kabul etmelerine rağmen,
bilginin yaratıcı Allah’tan değil de kuantumsal bir fizikle gerçekleştiğine inanmaya
zorlanmaları, nasıl bir dayatmanın sonucudur? Her ne kadar mantıkları kabul
etmese ve cevaplandırılamadıkları birçok soruları bulunsa da! Her bilginin
fiziki bir Kuantum Diyarında saklı olduğunu ve zamanla ortaya çıkarak biçimlendiğini
savunarak, fiziksel bir kaderi kabul ediyorlar ama ruhsal olanına ısrarla karşı
çıkıyorlar. Neden? Özgür değil, kul olma korkularından!
Kuantum da gözlemci, gözlenen ve gözlemcinin
birbiriyle bir bütünlük oluşturduğu düşüncesiyle beyin ve bilim tanımlanmaktadır.
Bu, öylesine akıl almaz bir anlayıştır ki, Allah’ı ve vahyi reddetmeleri
akabinde bilim ve teknolojinin doğuşuyla ilgili ortaya çıkan sebep ve sonuçları
yargılayamamaları, boşlukta kalmalarına neden olmuş ve dolayısıyla fiziksel bir
dayanağa ihtiyaç duyarak, düşler diyarı kuantum adında bir teoloji ve buna bağlı
teoriler geliştirebilmişlerdir. Ne de
olsa onlara göre ruhsal olan yaratıcı Allah’ın beyin hücreleri bulunmadığından,
nasıl olur da evrenin sahibi olarak hücresiz bir Allah’ı tanıyabilirler?
Dünyanın gerçekleriyle ilgili
konularda akılları karışmış, olay ve süreçlerin kuramsal çerçevesini doğru ve
anlaşılabilir bir açıklıkta ortaya çıkarabilmeleri için, biyolojik beyne ve
kadersiz bir doğanın zannettikleri fotonsal, maddesel ve fiziksel gücüne yoğunlaşmışlardır.
Oysa fotonların gizsel varlığı ruhsal oluşlarını kanıtlamaktadır. Eylemleri ve
varlıkları ortaya çıkaran etkenlerin her zaman var olduğuna ve onları harekete
geçiren bir nedenin mutlaka olduğuna inanmışlardır. Gelecek ile ilgili fiziki
belirsizlik her ne kadar aşılamıyorsa da, hiçbir şeyin rastgele veya tesadüfe
bağlı oluşmadığı, gelişmediği ve muhakkak bir merkezden yönetildiği; dolaylıda
olsa rasyonalistleri, mantıkçıları, evrimcileri ve maddecileri kabule zorlamıştır.
Evrende vuku bulan tüm olayların
birbirleriyle olan bağlantısına inanmışlar ama tetikleyici ve yönlendirici “ilk halka”
olan Mutlak İrade’yi yadsıyarak, Kuantum teolojisi adına sanal diyarlara özenip,
her zamanki hayalperest hülyalarını sürdürebilmişlerdir. Şüphesiz felsefi ve
akli dayanağı dahi olmayan böylesi bir teorinin mantıklı bir açıklaması
olmadığı, hiçbir koşulda hayatla örtüşmediğinden anlaşılmaktadır. Çünkü ruhsuz bir kainat, akıl ve fizik düşünülemez.
Ne
var ki bilimin güvenirliliğini baltalayan Kuantum Teorisi’nin gerçekle
bütünleşmeyen bilimsel bir teoloji olduğunu fikir babaları dahi itiraf
etmiştir. Hatta kuantum ile ilgili buluşlarını gerçekleştirme yolunda
ilerlediklerini dünyaya duyurarak, bu buluşun inanılmaz bir potansiyel vaat ettiği
açıklamalarıyla, pratik anlamda hayata geçirilmesi ve kompleks yapıdaki
sorunların çözülmesi yolunda önlerinde daha epey bir zaman olduğunu duyurmaları;
Nasreddin Hoca’nın göle maya çalmasına benzemektedir. Zaten teori ve düşteki hipotezlerini bir de pratikte kanıtlayabilselerdi,
hiçbir sorun kalmazdı!
Daha geçenlerde; dünyayı ayağa
kaldırarak tanrılığa özenen nükleer fizikçilerin Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu başkanlığında bir araya gelerek, Cenevre’de
yerin 100 metre altında 27 kilometrelik bir tünel inşa edip, evrenin oluşumu
arkasındaki sır perdesini aralamayı, madde ve antimadde, yani ruhsal enerjiyi
anlamak maksadıyla “Büyük Patlama”dan
hemen sonra saniyenin binde birindeki sürede ortaya çıkan şartları yeniden
yaratmak amacıyla yaptıkları yüzyılın deneyi, hatırlanacağı üzere fiyaskoyla
sonuçlanmış; 5 binden fazla mühendis ve çalışanın tükettikleri 10 yıllık zaman
ve harcadıkları 10 milyar dolar çöpe gitmişti. Ancak temel bilgiden yoksun
insanları etkilemeleri bile onlar için propagandasal bir zaferdi.
“Allah'ın
âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların
kendileridir.” Nahl 105
“Bunlar,
(şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.” Şu’ara 223
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın
yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka
söz de söylemezler.” En’am 116
“Onların çoğu zandan başka
bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların
yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.” Yunus
36
“Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var
ya, işte sizi o mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz.” Fussilet 23
“Hâlbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından
bir şey ifade etmez.” Necm 28
“Göğü
Allah yükseltti ve mizanı
(dengeyi) O koydu.” Rahman 7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder