Nedir
bilir misiniz; adalet düşmanlığıdır!
Mutluluk bedende değil nasıl ruhta ise; adalette nefsi
isteklerde değil Allah ve Resul’ünün hükümlerindedir. Çünkü nefsi galebe çalmış
insan, doğru yahut yanlışı kendisi belirlediğinden asla adil olamaz.
Allah
ve Resulünün hükümlerini yapmamayı günahkârlık, inkâr etmeyi ise kâfirlik
olarak yorumlanması münafıklık denen tehlikeyi meşrulaştırmaktadır. Neden
yerine getirilmeyen hükmün, münafıklık olduğu vurgusundan ısrarla
kaçınılmaktadır? Seküler-laik düşünce
düzeyinde de devletin yasalarına karşı çıkılması hainlik değil midir?
Sözde
Allah’a özde nefislerine iman edenlerin çoğunluğunda nefis doğrultusundaki doğru
veya yanlışlar, haksızlık ve adaletsizlikleri doğurmakta; böylece ardı arkası
kesilmeyen karışıklıklarla doğru ve yanlış savaşı sürmektedir. Dolayısıyla nefsini
rehber edinmiş birinin haksızlık ve adaletsizlikten şikâyeti, tıpkı narsistin acı
çekmesinden dertlenmesi gibidir!
Mutluluk nedir? Neden mutluluklarla övünülürken
felaketlerle yere serilebilindiği sorgulandığında; mutluluğun bedende değil
ruhta olduğuna inanılabilecektir. İnsanı mutluluğa götüren; yaratıcı Allah’ın
doğru ve yanlışlarla ilgili indirdiği hükümlere tevekkülüdür.
Gül deyip geçmeyin; aslında gül gönül alma veya nefsi
arzulara ulaşma etkisinden ziyade hayattaki gerçeğin ta kendisidir. Gülün
kendisi nasıl iyiyi, güzeli ve mutluluğu ifade ediyorsa, dikeni de acıyı,
sıkıntıyı ve musibeti simgelemektedir. Dikensiz bir gül olamayacağı gibi,
kötülüksüz iyilik, sıkıntısız mutluluk, musibetsiz tecrübe ve savaşsız barış
olamaz. Her olay “o kitap”’ta belirlenen zaman diliminde olgunlaşarak ya
güldürüyor ya da ağlatıyor. Ne
olabilecekleri önleyebiliyor, ne olmayacakları var edilebiliyor, ne değiştirebiliyor,
ne de kaçıp kurtulunabiliyor!
Her
nefsin kendi doğrusu; kötü ve yanlışı yayarak meşrulaştırmakta; hür düşünce,
davranış ve ifade çerçevesinde mutlak doğru, ne sosyal ne de siyasi hayatta
yaşam bulabilmektedir.
Doğru-yanlış,
iyi-kötü arasındaki muhakemede nefsin galebe çalması; benlik merkezli
insanların tanrılaşma güdüsünden doğmakta; dolaysısıyla yaratıcı Allah karşısında
yaratık bir kul olma gerçeği benliği aşağıladığından batıl odaklı düşünceler
rağbet görmektedirler.
İlahi
değil de benlik mihraklı doğru ya da yanlış anlayışlar müminleri de etkilemekte,
farkında olmadan ateistler gibi düşünülebilmektedir.
Bir
şeyin iyi veya kötü olduğu kararına, onu yaratan varlık belirler. Seküler-laik
düşünce “akıl tanrıdır” felsefesiyle ne kadar üste çıkmaya çabalasa da, karmaşık
ve yaşamla örtüşmeyen teorilerinin içinde boğulmakta ve dilediği nefsi düzeni egemen
kılabilmek için dini ve ahlaki tüm prensipleri tarumar etmektedir. İnsanın,
kendi gibi yaratılmış olan olay veya düşünceler konusunda yaratıcı yerine
geçmesi, nefsine teslimindendir. Ki, bu yüzden nefse hoş gelip tatmine neden
olan yanlış ve kötü ne var ise, o nefis için iyi ve doğrudur.
Neyin
doğru veya yanlış, iyi veya kötü olduğu seçimi nefislerce onandığından, suç
kavramı vahyi kurallara göre değil benliği yücelten hezeyanlara göre
belirlenmektedir. Dolayısıyla gerek kişiler, gerekse milletler arası
ilişkilerde ki barış ve uzlaşma; tamamen geçici çıkarlara dayandığından kalıcı
ve samimi bir bütünlük sağlanamamakta, dolayısıyla yanlışı doğrulaştıran
oportünizm insanlığı mahvetmektedir.
Yanlışa karşı mücadeleyi
engelleyen menfaat doğruyu kıymakta; böylece kötü ve yanlış hâkim olmaktadır.
Toplumdaki
suçları üreten nefsi doğrulardır. Suçlularda nefisleri doğrultusunda yargıya
gitmelerinden yanlış olan fiilleri, diğerleri gibi kendilerince doğru kabul
edilmektedir. Yanlış üzerine inşa edilmiş bir
düşünce düzeyinde başka bir yanlışın yerilmesi ne kadar doğrudur? Dolayısıyla
nefisler arası meydana gelen çatışmalar felaketleri tetiklemektedir.
Seküler
temelde ortaya konan sosyolojik teorilerin tamamı ütopiktir. Çünkü sosyolojik
teorilerin tamamı benliksel çözüme odaklandığından, önemsediği dış faktörlerin
etkisinde kalarak, iddiada bulunduğu kuramı gereği o dış faktörleri
oluşturanında insan olduğu gerçeğini işine gelmediğinden görmemezlikten hatta
kabullenmezlikten gelir. Sığ, maddi ve yüzeysel yaklaşımla içine girmekten
kaçınılan yaradılış fıtratı ve ruhun derinliğine inilmediğinden, yaratıcı Allah’a
olan iman ve inancı reddeden teorilerle çalındığı gibi oynanarak aklı karıştırılan
toplumlar mahvedilmektedirler.
“Teori
hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş
da o kadar yaygınlaşır.“
S.Freud
Hata
ve yanlıştan münezzeh olmayan insanoğlunun kaçınılmaz suç riski, öncesinde kendini
yaratan Allah’a karşı itaat ve sadakatle başlar. Kendini yaratan Allah’a
böbürlenerek isyan edip hükümlerine boyun eğmeyen, hatta inkâr edip kendini
üstün tutarak tanrılaşan bir insanın iyisi veya doğrusu olamaz. O daima kötü ve
yanlıştadır. Bazı davranışları yararlı görünse de, yaratıcısına ihanet ettiği
gibi etki nispetinde de yakınlarına, ülkesine ve insanlığa da hainlik yaptığı
mutlaktır.
“Nice kötü
insanlar vardır ki hiç iyi yanları olmasa daha az tehlikeli olurlardı.” La Rochefoucauld
İyi
ile kötü, doğru ile yanlışı yaratıcısı Allah’ın koyduğu kurallara göre değil de
benliği doğrultusunda belirleyen bir düşünceyle insanlık çerçevesinde
anlaşabilmek mümkün değildir. Doğru ve yanlışı belirleyen Allah’ın kuralları nefse
ağır gelmesinden, benliği özgürleştirici doğru veya yanlışlar türemekte,
böylece her düzen, kendini imha eden suçluların tehditleriyle huzur ve güveni
tesis edememektedirler. Çünkü düzen kurucular da suçludur ve yönettikleri
toplumlara kötü örnek olmaktadırlar.
Dinli
bir topluma seküler-laik esaslı hiçbir şey dayatılamayacağı gibi, dinsiz bir
topluma da dini bir şey dayatılamaz. Zaman içinde dinin ya da dinsizliğin ağır
basması kitleleri etkilese de, sonunda herkes aslına rücu etmekte, sonunda
fizik kanunlarındaki basıncın yoğunlaşması misali patlama kaçınılmaz olmaktadır.
Sanki
insan, ne olduğunu anlamadan iradesince insan olmuş bir başıboşluktaymış gibi,
fertsel yahut toplumsal tek standart olan mutlak doğru ve yanlışları
nefislerince reddetmenin bedeli ödenmektedir.
İnsanı
yaratarak aydınlığa, barışa ve adalete kavuşabilmesi için kıstaslar vahyeden
Allah’ı inkâr eden ateistler ile Allah’ı kabul edip peygamberlerini ve dinini
reddeden deistler ve de münafıklar; iman etmiş her müminin tartışmasız
düşmanıdırlar. Yaratıcısı Allah’ına düşman olandan daha hain, nankör, zalim ve suçlu
kim olabilir?
Dolayısıyla
Allah’ı inkâr eden ve buyruklarına boyun eğmeyerek böbürlenenler bir yana,
secde etmeyenlerin dahi dost edinilemeyeceği, sevgi ve saygıda bulunulamayacağı,
iyi ve doğru insan gözüyle bakılamayacağı aşikârdır. Ne sözüne ne şahitliğine
ne de yöneticiliğine itibar edinilmelidirler…
Allah’ın
helal saydığına haram, haram saydığına da helal diyebilen bir mahlûk, insan
sayılabilir mi? Onun doğru veya yanlış dediği söze güvenilebilinir mi? İyi veya
kötü tespitine inanılabilinir mi? Yaratıcısına asi bir eş veya yöneticisinin
başkasına faydalı olabilmesi düşünülür mü? Adil ve merhametli davranacağı umut
doğurabilir mi?
Gazali’nin; "Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin
hepsini kabuk zanneder" sözü misali; bedeni insan sanıp
içindeki ruha inmeyen insan, kendini tanrı zanneder…
“Ey iman
edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip
ederse, muhakkak ki o, edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah'ın
lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temize çıkamazdı.
Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitir ve bilir.” Nur
21
“Allah ve
Resûlü bir işe hüküm verdiği
zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı
yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş
olur.” Ahzab 36
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder