Müslümanlığın günde beşer dakikadan namaz
kılmak ve yılda otuz gün oruç tutup dünyayı geçimden ibaret sanan kimlikler,
zulüm karşısında topyekûn mücadele etmek yerine bir gün daha fazla yaşayabilmek
için zillet içinde kaçışmaları, vahyin belirlediği Müslümanlık şerefinden uzak
olduklarını kanıtlamaktadır.
İslam ile birlikte kötülüğün temsilcisi
şeytana biçilen görevin idrakini kavrayamadan Müslüman olduğunu iddia eden
insanın vahiyle çelişkiye düşmesi, düşünce ve davranışından ortaya çıkmaktadır.
Kendi istek ve düşüncesine izafeten yaptığı
ibadetleri Müslümanlıkla özdeşleştirmesi asli yükümlülüklerini önemsemesine,
dolayısıyla Allah ve Resulünün hükümlerine göre değil nefsinin arzularına göre
kabul ettiği bir İslam’ı yol edinmektedir.
Oysa yeryüzünde hakkın ve adaletin egemen
kılınabilmesi için kötüye karşı savaşmak ve iflah olmaz zalimleri etkisiz hale
getirerek Allah’a olan aşklarını ve bağlılıklarını kanıtlamak zorundadırlar.
Örneğin nüfusu 6 milyonu aşkın Myanmar’daki
sözde Müslümanlar, zalim Budistlerin saldırıları karşısında savaşmak yerine çil
yavruları misali kaçışmaları Müslüman olmadıklarına işarettir. Kendi
vatanlarında zalimler evlerini, camilerini, çocuklarını ve eşlerini yakıp
parçalarken canlarını kurtarabilmek için sığınacak yer aramaları ve yardım
çığlıklarında bulunmaları, şüphesiz layık oldukları zilletsi akıbetin bir
sonucudur.
Hâlbuki sözde iman ettikleri Allah’a
sığınarak şehitlik ayrıcalığına inanmış olsalardı, ne korkup kaçar ne de
çığlıklarla zalimlerin ayakları altında paspas olurlardı. Böylesi sefillere Allah yardım eder mi?
“Onlarla
savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin;
sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe 14
İslam,
nasıl egemen oldu? Allah Resulü dahi küfre karşı savaşarak galebe gelmesiyle
İslam’ı yaymış, sadece Müslümanları değil insanlığın tamamını güvence altına
almıştı.
Bugüne
kadar savaş meydanlarında cenk yapan Müslümanlar nefisleri için değil
zalimlerin zulmü altında inleyen insan topluluklarını huzur ve saadete
kavuşturabilmek amacıyla Allah adına savaşmış ve kurdukları devletlerle
insanlığı yüceltmişlerdi. Ne zaman şımarıp Allah hükümlerinden yüz çevirerek
nefislerinin adımlarını takip etme yanlışına düşmüşler, o yenilmez sanılan
güçleri bir sabun köpüğü misali kaybolup gitmişlerdi.
Altı
milyon Myanmar’lı sözde Müslümanların içinden iman etmiş bin kişide mi yok ki,
Allah’ın yardımını hak edici bir cengâverlikle çekindikleri şeytan dostlarını
kolayca mağlup edebilsinler!
Sanki
zillet içinde kaçtıkları yerde ölüm kendilerine gelip çatmayacakmış gibi
savaştan korkup kaçan Müslüman olabilir mi? Oysa Kur’an’ın hükmü gereği dünya
nimetlerine koşmayıp zamanında İslam’ın egemenliği için Myanmar’da mücadele
etmiş olsalardı, kaçan değil kovalayanlar olarak zulmün eserini yaşatmamış olurlardı.
“(Ey
müminler!) Gerek hafif, gerek ağır
olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin.
Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” Tevbe 41
Allah yolunda savaşa çıkması gereken
Müslümanların yere çakılıp kalarak dünya hayatını ahirete tercih etmeleri,
zalimin zulmüne neden olmaktadır.
Geçmişteki iman sahipleri günümüzdeki
münafıklar misali nefislerinin peşine düşseydi, yaşanabilen bir iyilik var
olmazdı.
Başta kendi Osmanlı tarihimiz olmak üzere sayısız
örnek verebileceğim zalime karşı verilen mücadelelerin nefsi ibadetlerle elde
edilmediğini, şeytan ve dostlarıyla varılan barış adı altındaki teslimiyetlerle
huzur ve adaletin sağlanmadığı ibretle:
Adı
bir dağa ve Akdeniz’i Atlas Okyanusuna bağlayan boğaza (Cebel-i Tarık) verilen
Endülüs fatihi ünlü komutan Tarık bin Ziyad, Batı Afrika’da yaşayan Berberiler
adındaki küçük bir göçebe topluluktandı.
Kökenleri
Orta Asya’ya uzanan bu topluluk, Emevi Müslümanlarının buralara yayılmalarının
ardından Müslüman olmuşlardı. O dönemde Kuzey Afrika valisi Nuseyr oğlu Musa
idi. İslam’ı ve adaleti hâkim kılmak ve halkına zulmeden barbarları yok etmek
adına Avrupa’ya yayılmaya karar veren Berberiler, bir ordu hazırladılar.
Ordunun başına da halktan bir köle olan Ziyad’ın oğlu Tarık getirildi. Tarık,
yaklaşık yedi bin kişiden müteşekkil ordusunu gemilere bindirerek denizi geçip,
Endülüs, günümüz İspanya kıyılarının güneyindeki dağın eteklerine çıktı ve
oraya Tarık Dağı adını verdi.
O
dönemlerde, o bölgede kökenleri Cermen ırkına dayanan ve Batı Roma İmparatorluğu’nu
yıkarak, Roma’yı yağmalayan Batı Gotlar (Vizigotlar) adlı barbar bir kavim hüküm
sürmekteydi. Bunlar oradaki halka ağır bir şekilde zulmetmekteydi. Tarık’ın,
ordusu ile bu bölgeye geldiği haberini alan Vizigotların Kral’ı Rodrik, yaklaşık
doksan bin kişilik büyük bir orduyla savunmaya geçti. Tarık’ın komutasındaki yedin
bin kişilik İslâm ordusu, doksan bin kişilik İspanyol ordusuyla karşılaştı.
Çarpışma
yaklaşıyor ve gerilim yükseliyordu. İşte bu noktada Tarık, askerlerinin zoru
görünce kaçmalarını önleyebilmek adına, oraya gelmek için kullandıkları tüm
gemileri ateşe verdi. Askerlerine; "Artık bizim için geri dönmek olanaksızdır. Önünüz düşman,
arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla
kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Vekil ve destek olarak Allah size
yeter. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre
rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın.
Ben ölürsem, zafere ulaşana ve şehit olana dek savaşın."
Savaşın
sekizinci günü Tarık’ın ordusu sürekli tazelenen Vizigotlar karşısında yorulmaya
ve geri çekilmeye başladı. Bunun üzerine Tarık tekrar askerlerine; "Kahramanlar,
nereye gidiyorsunuz? Gaflete kapılıp, nereye kaçmayı düşünüyorsunuz? Şehitlikten
daha üstün bir izzet ve şeref var mı? Unuttunuz mu önünüz düşman ve arkanız
denizdir. Bana bakınız ve ben ne yaparsam siz de onu yapınız" diyerek
düşmana doğru atıldı.
Kendisine
barbar kavmin sancağını hedef aldı. Sancağın yanındaki, kıymetli taşlarla süslü
tahtında rahat bir şekilde oturan Vizigot Kralı Rodrik’i bir anda karşısında
bulan Tarık, derhal hasmı olan Kralı öldürdü. Bunun etkisi ile Vizigot ordusu
dağıldı. Tarık, düşmanını kovalayarak Vizigotların başkenti olan Toledo kentini
alarak, 350 yıllık barbar Got hâkimiyetini yıktı. Bundan sonra Batı Avrupa’da
yaklaşık sekiz yüz yıl sürecek olan İslam devleti ve uygarlığı dönemi başladı,
dolayısıyla herkes barış ve adalet içinde yaşadı.
Şöyle bir yargıya gidersek; ya o günün
savaşanları Müslüman değil ya da günümüzün barışçıları Müslüman değil! Sizce
kim Müslüman’dır?
“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar
onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı
yoktur.” Bakara 193
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder