Her ne kadar yaptığınız iyi işler inkâr
edilemeyip milletin sevgi ve güvenine mazhar olduysanız da, kendinizi hata ve
yanlıştan münezzeh gören davranışlarınızla Özel Yetkili Mahkemelere karşı
koyduğunuz tavır ve terör ile ilgili sözlerinizle fiiliyatlarınızdaki tenakuz
asla kabul edilebilir değildir.
Haksızlık ve
adaletsizlik karşısında dikleşemeyip dik duran insan, ancak pazarlık gücünü
arttırır. Ne var ki şeytana karşı tüm
pazarlık kapıları kapalıdır…
11.02.2012 tarihli “Yargıya müdahale ihanettir” başlıklı yazımda gerek Cumhurbaşkanı,
gerek Başbakan, gerekse hükümet ve TBMM’ne yaptığım uyarılarla, teröre karşı
diklenmesi gereken yetkililerin siyasi getirim adına gösterdikleri tolerans ve
işbirliğinin çok daha vahim sonuçlar doğuracağı tehlikesini ortaya koymuş,
dolayısıyla savcı ve hâkimlerin yetkilerini kısıtlayıcı adımlar atılmaya
başlanarak ürkütücü geçmişe dönüleceği vahametinin milleti endişeye sürükleyeceği
üzerinde durmuştum.
Şüphesiz Yaratıcı Allah’tan daha çok hiçbir
beşer, insana daha yakın, affedici, barışçı, uzlaşmacı, hak gözetici ve
merhamet edici değildir. Lakin Allah, şeytanın adımlarını takip eden
suçlulardan anan ve baban aleyhine dahi olsa asla taviz verilmemesini ve iflahları
mümkün olmadığından koyduğu hükümler çerçevesinde cezalandırılmalarını
emrettiği halde; Başbakan Erdoğan, suçluların tutuklanmalarına, tutuklu kalma
sürelerine ve bürokratlarının sorgulanmalarına karşı çıkarak savcı ve hâkimlere
cephe alması, teröristlerin tepkilerinden farksız bir şikâyettir.
En azgın suçluları dize getirerek halkın
hak ve adaletini muhafaza altına alabilmek için tehditlere aldırış etmeyen mahkemeleri,
TBMM aracılığıyla derdest etme girişiminden daha korkunç bir musibet olamaz. Başbakanın
PKK gibi cehennemsi bir belayla yaptığı yanlış işbirliğini örtbas edebilmek maksadıyla
savcı ve hâkimlerin yetkilerini kısıtlamaya gitmesi, şüphesiz bir felakettir.
Nasıl olur da uzun ve sabırlı bir mücadele sonrası yargıyla milleti bütünleştiren
ve suçluları toplumdan izole edici reformları hiçe sayarcasına yıkmaya
çalışmaktadır?
Sanıldığı gibi birkaç MİT’çinin
sorgulanacak olmasından dolayı böylesi bir felakete kalkışılamayacağı, bu
dönüşün altında daha etkin bir baskının güttüğü korkunun olabileceği kuşkusunu
taşıyorum. Ayrıca Ak Partide ırki bağlılıktan ötürü azımsanmayacak sayıda gizli
PKK’lıların yağamasalar da gürledikleri göz ardı edilmemeli, olmayan bir Kürt
sorununun ısrarla öne çıkarılmasının PKK’yı işaret ettiği tartışılmazdır.
Dolayısıyla oy hesapları, Türkiye’yi zifiri bir karanlığa götürmektedir.
Oysa her gün şahit olduğumuz örtülü
Müslüman kadınlara karşı sürdürülen haçlı saldırıların hiçbiri, kökeninden
dolayı bir Kürt’e yapılmamaktadır. Herhangi bir Kürt’ün kökeninden ötürü baskı
ve dışlamaya muhatap olduğuna dair tek bir kanıt yoktur. Dolayısıyla PKK ya da
BDP’yi Kürt mücadelesiyle özdeşleştirme ihaneti, güçlenip kök salmalarının
yegâne sebebidir. Yoksa Kürt kökenli vatandaşlarımızın Müslüman kadınlarımıza
uygulanan zulümler karşısında kendilerine karşı haksızlık yapıldığı iddiasında
bulunabilmeleri vicdanla bağdaşmaz. Ki, PKK’lı Kürtler, zaten bağımsız bir
devlet olma yolunda isyansı katliamlarını sürdürmektedirler.
Başbakanın yetkili kıldığı Hakan Fidan ve
birkaç MİT’çinin PKK, BDP ve KCK gibi değişik adlar taşıyan şeytanla gizli
sürdürdükleri işbirliklerinin deşifre edilmesi, her ne kadar Başbakanı hukuk ve
millet karşısında zor durumda bıraktıysa da, şeytanı durdurabilme taktiğinin
yanlışlığını ya cesurca üstlenmeli, ya da cephedeki askerlerin şehit olmaları
misali Hakan Fidan ve adamları suçu sahiplenerek, kendisine kalkan
olmalıdırlar. Ancak anlaşıldığına göre; 75 milyona karşı savunulan bürokratlar
Başbakana şantaj yapmış olmalı ki, sonunda talimatı veren benim diyerek, asla
dokunulmaması ve ruhtan farksız önem teşkil eden Özel Yetkili Mahkemeleri
gözden çıkarabilmiştir.
“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri
sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep
sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli
olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, ayetlerimizi size
açıklamış bulunuyoruz.” Al-i İmran 118
Öyle ki, söz konusu azılı teröristler
zincire vuruldukları zindanlardan hala tehditlerine devam etmekte ve dışarıdaki
militanlarını kanlı bir isyana hazırlayarak tahliyelerini beklemektedirler. Uslanmaz
lanetlileri diyalog ve müzakereyle yola getirebilmenin imkânsızlığını; neden
Başbakan idrak edemiyor?
Çoklu terörle mücadele eden bir ülke
olmamıza rağmen, sanki Avrupa ülkeleri gibi devlet ve millet bütünlüğüne karşı
silahlı isyanlar yokmuşçasına yasalarımızı AİHM’nin kriterlerine uydurmamız,
apaçık bir helaktir. Eğer elde Türkiye gibi bir ülke kalırsa, AB’ne de
girersiniz. Her tarafından açılan deliklerle batması muhtemel bir gemiyi sağlam
bir gemiymiş gibi Avrupalı gemilerle yarıştırmak ne kadar gerçekçidir?
Her kim şeytan ve dostlarıyla işbirliğine girmiş
ise, bedel ödemeden iplerinden kurtulabilmeleri mümkün değildir. Bu sebeple
şeytanla işbirliği yapmanın ilk kuralı; “YAPMA”’dır.
Allah’ın saptırdığını hidayet
erdirebileceğini düşünen Başbakan Erdoğan, yaptırdığı yanlışın hesabını sormak
isteyen yargıyı etkisiz kılacak yasalara kalkışması, milletin güvenliği ve
istikbalini yok edici bir gaflettir.
Azılı düşman PKK sorununu Kürt sorunu olarak
legalleştirip terörü meşrulaştırma gafletinde bulunan hükümet, muhalefet (MHP
hariç) ve medya, yanlışlarını yasalarla oynayarak aşmaya çalışsalar da, hesap
vermekten kaçabilmeleri mümkün değildir. Çünkü Allah, gizli kalınmış olanın da
açığa çıkmış olanında hesabını mutlaka sorduracak ve soracaktır.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin koalisyon
ortakları Bülent Ecevit ve Mesut Yılmaz’ın tuzağına düşerek Apo’nun idamını
kaldırması misali Başbakan Erdoğan’da aynı tuzağın pençesindedir. Devlet
Bahçeli’nin dinsiz ve insafsız PKK terörüne karşı zerre taviz vermeyerek işbirlikçilerine
karşı dikleşmesi takdire şayandır. Ancak Engin Alan adındaki teröristi vekil
yaptırma ihaneti ve sahiplenmeye devam etmesi, üzerinde kara bir leke olarak
kalmaya devam etmektedir.
Başbakan Erdoğan, elini Özel Yetkili
Mahkemelerin üzerinden derhal çekmeli, yeni bir düzenlemeye gidecek ise,
yetkilerini daha da arttırmalıdır. Adaletin olmadığı bir düzende diktatörlük egemen
olacağından, suçlu olan Başbakan, Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı da olsa mahkemenin
karşısına çıkabilmelidir.
“Adaleti çiğneyen devlet adamlarını
cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır.” Hz. Muhammed (S.A.V)
İstanbul
ile birlikte nice ülkeler ve krallıklar fethederek zalimleri püskürtüp dünyaya
hükmeden Fatih
Sultan Mehmed Han Hazretleri, bir Rum mimarın şikâyeti üzerine hakkında isnat
edilen suçla ilgili yargının gönderdiği celbe; acaba Başbakan Erdoğan gibi, “MİT Müsteşarımızın Başbakanın iznine tabi olmasına rağmen, bazı
gazetelerde çıkan haberler sebebiyle çağrılmasıyla başlayan bir süreç. Bu kabul
edilemez. Yargı yasayı bir kenara koyup yürütme alanına da girme gibi bir adımı
atmış oldu. Hangi şartlarda MİT Müsteşarını çağırabileceğiniz belli... Bu
çizmeyi aşan bir şey oldu. Eğer alacaksanız o zaman beni alın. Çünkü talimatı
veren benim” meydan okuyuşuyla Kadı’nın
başını vurmuş muydu?
Fatih Sultan
Mehmet, İstanbul’u aldıktan üç sene sonra bugünkü Fatih semtine parası cebinden
bir cami yaptırmaya karar verir.
Bizanslı Rum bir Mimarı görevlendirerek; Kubbe yüksekliğinin, yeni camiye çevrilmiş olan Ayasofya’dan daha fazla olması talimatını verir. Böylece Kubbeyi tutacak Bazalt sütunlarını da çok uzaklardan getirtir.
Rum mimar kendi dini uğruna bir bahane ile bu uzun sütunların boyunu Ayasofya’dan küçük kalacak şekilde kestirir.
Bunu tespit eden Fatih, Mimarı kusur ve ihmalden değil, ihanetten suçlayarak bir elini kestirir.
Mimar, evimin rızkını temin etmekten aciz kaldığı gerekçesiyle Fatih Sultan Mehmed’i mahkemeye vererek davacı olur.
Kadı; iki cihan sultanı Fatih’i mahkemeye celp eder. Vezir ve Sadrazam dâhil herkes şaşırmasına rağmen kimse itiraz edemez. Fatih, celbe uyup mahkemeye gelerek Kadı karşısında divana oturmaya yeltenince; Kadı “Beyim ayağa kalkın” der. Dünyayı titreten Fatih Sultan Mehmed, karşı koymaksızın itaat eder.
Kadı der ki: Sen bu adamın elini Padişahlık yetkine dayanarak kestiremezsin. Çünki yetkin yok. Buna hukuk karar vermeliydi. Bunun karşılığı, senin de elin kesilecek.
Mimar korkar ve üzülür. Onun davası ekmek davasıdır. Bunun üzerine Kadıya yalvarmaya başlar. Kadı, Rum mimara, bunu ancak senin razı olman durdurur der. Mimar Rum’dur ve Hıristiyan’dır. Kadı ve Fatih ise Türk ve Müslüman’dır. Mimar davadan vazgeçer. O zaman Kadı, Fatih’i, ömür boyu bu Rum Mimar ve ailesinin geçimlerini cebinden sağlamaya mahkûm eder.
Bu adalet şaheseri karşısında, Rum Mimar oracıkta Müslüman olur. Adını da Sinan olarak değiştirir. Sene 1457.
Bizanslı Rum bir Mimarı görevlendirerek; Kubbe yüksekliğinin, yeni camiye çevrilmiş olan Ayasofya’dan daha fazla olması talimatını verir. Böylece Kubbeyi tutacak Bazalt sütunlarını da çok uzaklardan getirtir.
Rum mimar kendi dini uğruna bir bahane ile bu uzun sütunların boyunu Ayasofya’dan küçük kalacak şekilde kestirir.
Bunu tespit eden Fatih, Mimarı kusur ve ihmalden değil, ihanetten suçlayarak bir elini kestirir.
Mimar, evimin rızkını temin etmekten aciz kaldığı gerekçesiyle Fatih Sultan Mehmed’i mahkemeye vererek davacı olur.
Kadı; iki cihan sultanı Fatih’i mahkemeye celp eder. Vezir ve Sadrazam dâhil herkes şaşırmasına rağmen kimse itiraz edemez. Fatih, celbe uyup mahkemeye gelerek Kadı karşısında divana oturmaya yeltenince; Kadı “Beyim ayağa kalkın” der. Dünyayı titreten Fatih Sultan Mehmed, karşı koymaksızın itaat eder.
Kadı der ki: Sen bu adamın elini Padişahlık yetkine dayanarak kestiremezsin. Çünki yetkin yok. Buna hukuk karar vermeliydi. Bunun karşılığı, senin de elin kesilecek.
Mimar korkar ve üzülür. Onun davası ekmek davasıdır. Bunun üzerine Kadıya yalvarmaya başlar. Kadı, Rum mimara, bunu ancak senin razı olman durdurur der. Mimar Rum’dur ve Hıristiyan’dır. Kadı ve Fatih ise Türk ve Müslüman’dır. Mimar davadan vazgeçer. O zaman Kadı, Fatih’i, ömür boyu bu Rum Mimar ve ailesinin geçimlerini cebinden sağlamaya mahkûm eder.
Bu adalet şaheseri karşısında, Rum Mimar oracıkta Müslüman olur. Adını da Sinan olarak değiştirir. Sene 1457.
O yargıya kimse
karışmadı, karışamadı, müdahale etmedi. İşte bu adaletten dolayı Osmanlı Türk
devleti üç kıtada yüzyıllarca hüküm sürdü.
Evet, Sayın Başbakan! Demek ki yargı, iktidara
hesap sorabilecek bir güçtedir. Eğer kendinizi Fatih Sultan Mehmed
Hazretlerinden daha üstün ve dokunulmaz görmüyorsanız, yargıya teslim olunuz ve
çıkarmayı düşündüğünüz hileli yasalarla adaleti doğramayınız. Padişah olmasına
rağmen adalet karşısında dokunulmaz olmayan Fatih Sultan Mehmed ile kendinizi,
vekillerinizi ve bürokratlarınızı bir kıyaslayınız!
MİT müsteşarıyla
ilgili ifade ettiğiniz savcılık celbinin şartları yasalar doğrultusunda
gerçekleşmemiş olsaydı, ne müsteşarınızın yargılanmasını Başbakanın iznine
bağlayan düzenlemeye gider, ne de kökten önüne kesebilmek için Özel Yetkili
Mahkemelerin yetki alanlarını kısıtlayıcı yasaya ihtiyaç duyardınız. Ayrıca suç
işlediği halde, ifadenizle sizi veya cumhurbaşkanını alamayan yargı, adil bir
hükümden uzaktır.
Benliğiniz
ve ihtirasınızdan sıyrıldığınız an, çizmeyi aşanın yargı değil, bilakis
kendiniz olduğunu kavrayacaksınız…
Bir toplumu çöküşten kurtaran ve
yücelten ekonomi değil adalettir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder