Şeytan
olsan kim inanır?
Temel dayanaktan yoksun hislerin kötü ve
yanlışı masumlaştıran etkisinden dolayı şeytan ve dostlarına merhamet gütmenin acı
sonunu toplumlar çekmektedir. Kötüyü hümanite çerçevesinde bağışlayan düşünceler,
iyiyi bertaraf etmenin haksızlık ve adaletsizliğinden ötürü kendilerine
zulmetmektedirler. Dolayısıyla kötülük başkasında değil kişinin ya da toplumun
kendisindedir. “Ne yaptım ki başıma
bunlar geldi” otokritiğine hata ve kusur işlemez benliklerinden dolayı yanaşmayanlar,
kendilerinden başka Allah dâhil herkesi suçlarlar.
Haksızlık karşısında susan dilsiz
şeytanların, kendilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi görme üstünlükleri kötünün
egemen olmasına yegâne sebeptir. Hümanite adına kötüye acıyarak meşrulaştıran
bir düşünce, adil ve iyi olabilir mi?
Bir gün, dünyanın en acımasız seri
katillerini yayınlayan yabancı bir belgesel seyretmiştim. Söz konusu canilerden
birinin mahkemedeki yargılanışı sırasında ibret verici gelişmeler, insan
psikolojisinin değişkenliğini ve adalete bakışını özetliyordu.
Amerika’da
kırkın üzerinde kadın öldüren cani ile kimi davacıların arasındaki duygusal
bağ, kesinlikle cezalandırılması gereken caninin gözyaşlarından ötürü nasıl
affedilebildiğini ortaya koymuştu. Eşleri, kızları ve yakınlarını vahşice
öldüren caniyle ilgili adalet arayanlarla, hümanizm adına cezalandırılmasından
imtina edenler arasındaki tenakuz; anan ve baban aleyhine dahi olsa adaletle
hükmetmeyi emreden Allah mı, yoksa ne kadar canavar da olunsa bağışlanılmasını
öngören hümanite kuralları mı geçerli olmalıydı, sorusunu ortaya koyuyordu.
Canları yanan öldürülen kadınların onlarca yakını mahkeme salonunda caniyi suçluyor, beddualar yağdırıyor, tehditler savuruyor, ellerine
geçirdiklerinde kendisini
dilimleyerek doğrayacaklarını, işkenceler
altında yavaşça öldüreceklerini, vücudunu
parçalarken tadacakları zevki iştahla anlatarak, mahkemeden ivedilikle idam
kararı vermesinde ısrar ediyorlardı.
Sanık
sandalyesinde mağdur yakınlarını izleyen cani, öylesine masum ve anlamlı bir
ifadeyle onlara bakıyordu ki, sessizce gözlerinden akan yaşlarını silerek yaptıklarından
büyük bir pişmanlık duyduğunu davranış ve duygularıyla ifade ediyordu.
Mahkemede öylesine bir tablo belirmişti ki, sanki cani olan ve dehşet saçan
davacılar, mağdur olan ise caniydi. Davacılar içinde bir bayanın, caninin gözlerinin
içine bakarak ve adıyla hitap ederek, “Seni
bağışladım, evet, seni affediyorum!” demesi ve caninin de başını sallayarak
kendisine teşekkür etmesi; hislerin mi, yoksa adaletin mi hükmetmesi
karmaşasını doğurmasından adalet isteyen kimi davacılar da o kadından yana
tavır almışlardı. Şüphesiz adalet karşısında hislerin hiçbir etkisi olmamalı,
toplumun bekası, huzur ve güveni adına o cani, yaptığının bedelini ödemeliydi ve
mahkeme, insaniyetten yana tavır koyarak o caniyi idam etmişti.
Doğruluk ve iyiliğin hükmetmesi adına her kim suç işlemişse
mutlaka karşılığını bulmalıdır ki, suç işlemeye fırsat kollayanlara cesaret
verilmeyerek, toplumun güvenliği sağlanabilsin…
Şeytan
ya da anaları ağlıyor diye azgınlar bağışlanabilir mi? İşte terör sorununu
çözme manipülasyonuyla PKK-BDP adlı şeytanla uzlaşmaya kalkışan insanlık ve adalet
düşmanı hümanistler, şeytanın bir dostunu sözde dizginlemekle kötüyü ya da
savaşı bitirebileceklerini sanma gafleti içinde çırpınmaktadırlar.
Unutmamalıdırlar
ki, içinde yaşadığımız vatan toprakları, binlerce yıllık tarihi boyunca savaşın
eksik olmadığı topraklardır. Yüzlerce nice medeniyetin ve Peygamberlerin gelip
geçtiği bu toprakların kaderi savaşlarla çizilmiş, PKK olmasa bile başka bir
düşmanla savaşmaktan kaçılamayacağı kaderce hükme bağlanmıştır. Bu sebeple
şeytan dostlarına teslim olmaktan ise, hak ve adaleti egemen kılabilmek adına
kötüyle savaş bir felaket değil, bilakis Allah’ın vaat ettiği cennetin bedelidir.
İrlandalı siyasetçi ve filozof Edmund Burke’nin de ifade ettiği gibi; “Savaş, bulduğu
ülkeyi bir daha bırakmaz.”
Savaş değil savaştan kaçmak şeytanidir.
Canına
ve kurduğu yapıya bir zarar gelmemesi adına farz-i mücadele yerine şeytana
kulluk edercesine yaratıcısı Allah’a, inandığı Peygambere, kitabı Kuran’ı
Kerim’e asi olan F.Gülen, görmeyi unuttuğumuz gözyaşlarına sarılıp yığınlarının
kalbine öyle bir vuruş yaptı ki, tıpkı o Amerikalı caninin davacı kadını
etkileyip affettirmesinden farksızdı.
Başbakanın
pas verip Gülen’in gole çevirdiği Türkiye’ye dönmemesiyle ilgili sıraladığı
gerekçelerin tamamı absürt olup, ihanetini gizleyebilme telaşıyla ağzında
gevelemeye alıştığımız klasik bahaneleriyle aptal yığınları bir kez daha
yüreklerinden vurmuştur. Duyguları fetheden hıçkırıklar içindeki gözyaşları ve
mezarının anasının ayakları ucuna gömülme sömürüsü arasında şeytani olduğunu
açıkça ikrar etmesine rağmen kamuoyunca okunamaması, şüphesiz önlerine ve
arkalarına perde çekilmiş mühürlü olmalarındandır.
Diyor
ki; “Türkiye’de yeni problemlerin
olmaması, bir kısım huzursuzlukların çıkmaması, bir kısım kazanımların
kaybedilmemesi için Türkiye’ye dönüşünün zarar verebileceği endişesi taşıdığını,
milletine ve ülkesine zerre kadar zarar gelmemesi adına sözde sıla hasreti
çektiği vatanına dönmekten kaçındığını” açıklayan F.Gülen, böbürlenecek
kadar tanrısal ne gücü varmış ki, gelişinin Türkiye’yi karanlığa
sürükleyebileceğini iddia ediyor?
İman etmiş bir mümin hesap
yapmaz, sadece emirlere itaat eder. Hesap yaratıcı Allah’ın, kulluk müminin
üzerine farzdır!
Öncelikle
rahmani bir insan, bulunduğu topluma zarar mı yoksa fayda mı getirir? Dünya
yaratıldığından itibaren en azgın toplumlara gönderilen ve ümmetlerinden tek
bir beşeri dahi imana getiremeyip hak uğrunda mücadeleler vererek yüzlerce
musibeti göğüsleyip kötülüğü ortadan kaldırma hedefiyle insaniyeti hâkim kılmak
isteyen nice Peygamber ve muttakilerden hangisi Gülen gibi bir mazeretlere
sığınmışlardır? Demek ki Gülen’in rahmani değil şeytani olduğu itirafı,
verebileceğini düşündüğü zararlardan anlaşılmaktadır. Allah dilemedikten sonra
zarar getirebilmesi de mümkün değildir ya!
“Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar
veremez. Müminler Allah'a dayanıp güvensinler.” Mücadele 10
Ayrıca
kendisini dünyaya bağlayan evinin, arabasının ve dikili bir ağacının bulunmadığıyla
ilgili açıklamalarını sürdürmesine utanıyor, kendisini izleyen aptalları bu
kadar da aşağılamalarını akıl adına sindiremiyorum. Oysa dünyanın en
zenginlerinin kendisinin konumunda olabilmek için tüm servetlerinden
vazgeçebilecekleri aşikârken, hala fakirlik ve iktidarsızlık edebiyatı
yapabilmesi şeytani değil de nedir? Forbes’in
yayınladığı en zenginler listesinin üst sıralarında ve Burger King gibi uluslar
arası şirketlerin sahibi dünyaca ünlü işadamı Nicolas Berggruen’de ne evi ne de arabasının olmadığını biliyor muydunuz? Onlar
iflas ettiklerinde bir dilim ekmek bulamaz ama F.Gülen’in iflas gibi bir sorunu
yoktur. Sonuçta milyonlarca insan onun bir sözüne bakarak her şeylerini yoluna
harcamaktadırlar…
Her
ne kadar Gülenistleri aptallıkla suçladıysam da, aslında onlar da Gülen gibi
sömürü çarkından menfaatleşmektedirler. Gülen, onlara dünyada bir eşi olmayan öyle
materyalist bir organize kurmuş ki, tanrısal markasını kullandırıp hem
siyaseten hem de ekonomikken prestij kazandırmakta, karşılığında da hizmet
adına bedel almaktadır. Gülen onları, onlarda Güleni kullansalar da, sonunda
hepsinin hesap vereceği o gün gelecektir. Asıl yazık olanlar, İslam adına saf
bir kalple aralarına giren gençlerin kirletilip materyalistleştirilmeleridir.
Gülen’in etkili sömürüsünü, sanki kıyamet alametlerinden
deccalın iman edenleri yoldan çıkarabilmek için bürüneceği söz ve
davranışlarıyla eşleştiriyorum. Acaba Gülen, deccal midir?
Oysa
gönül isterdi ki, imanından sonra küfre sapmasından pişmanlık duyup tövbe
ederek Allah’a ve Resulüne teslim olduğunu açıklaması, Türkiye’ye ölüsünü değil
dirisini layık görerek halkına faydalı olabilmesiydi. 40 kişiden fazla kişinin
katili bir cani dahi pişman olabiliyor da, neden F. Gülen tövbe edemiyor?
“İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta daha da ileri
gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta
kendisidirler.”
Al-i İmran 90
Sanki
Türkiye bir mezarlıkmış gibi, “Kendi ülkemde ölmeyi ve
mübarek annemin ayaklarının dibine gömülmeyi arzu ederim” vasiyeti, Türkiye’ye ve halkına apaçık bir hakarettir. Acaba ömründe hiç annesinin kabrini ziyaret
edip duada bulunmuş mudur? Çünkü Said Nursi ve F.Gülen için “kadın şeytandır,
zinhar uzak durunuz” düşüncelerinden, babasının mezar ziyaretiyle ilgili kanıt
var ama annesiyle ilgili tek bir bilgi yoktur.
Cesetlerinin vatanı saydıkları Türkiye’ye
dünya akın ederken, sözde vatan sevdalıları Türkiye’yi ölüler diyarı olmakla
aşağılamakta, vasiyetlerinde çürüyüp gidecek ruhsuz bedenlerinin Türkiye’ye getirilmelerini isteyerek, bir de nereye, kimin yanına
gömülecekleri kargaşasıyla sorun olmakla kalmayıp, cahil yığınlara tapınma
yollarını açacak korkunç bir şirke de vesile olmaktadırlar. Milletine hizmet
etmekten ise Avustralya’ya kaçan M.Esad Çoşan’ın ölümü üzerine cenazesinin
Türkiye’ye getirilmesiyle ne badireler yaşandığını sanırım birçoğunuz
hatırlıyordur. Eğer hicret maksadıyla Türkiye’deki rejimi küfür sayıp kurtulmak
amacıyla kaçtıysalar da, gittikleri ülkeler Türkiye’den daha beter seküler
rejimle idare edilen İslam düşmanı ülkeler olmalarından Allah nezdinde hiçbir değer
taşımamaktadır. Ayrıca her nereye gitmiş olurlarsa olsunlar, her yer Allah’ın
arzı olmasından ötürü neden öldükleri ülkelerde değil de Türkiye’de ısrar
etmelerinin sebebi; olsa olsa kabirlerine yapılacak tapınmadan ötürüdür.
Özellikle
siyasiler başta olmak üzere kimileri Gülen ve cemaatini mutlak bir güç zannedip
doğruları açıklamaktan korkuyorlar. Oysa Gülen de,
cemaati de bir hiçtir. Ne siyaset ne yargı ne ekonomi ne de sosyal
bir yaptırımları olamaz. Her şeyi sevk ve idare eden Allah olduğundan Allah ve
Resulünün yolundan çıkmış sefillere itibar etmek, şeytanı Allah karşısında
egemen kılmak olur!
Allah’tan
Gülen’i anlayabilme hidayeti temenni edin ki, onunla birlikte cehenneme atılanlardan
olmayasınız…
“Onlar güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini
aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.” Bakara 9
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder