Dolayısıyla asıl eğitim hayatın ta
kendisidir; çünkü hayat, idrake götüren yegâne bilgidir.
Öğrenilmesi gereken hiçbir şeyin seküler-laik
okullarda öğretilmeyerek gerçekle
İlişkilendirilmemesi öyle fevkalade
elem vericidir ki, ezbere dayalı müfredat ve pozitivist düşünce düzeyindeki yaşamla
özdeşleşmeyen kuramlardan dolayı nice insanların, özellikle mucitler
gerçekleştirmiş bilim adamlarının okullarını terk etmelerine sebep olmuştur.
Yaşanılan hayatla eşdeğer olmayan her
türlü bilginin çöpsel donatılar olarak hafızalara yük olması, sırtında binlerce
kitap taşıyan merkepten farksız hale getirmiştir.Teoride öğrenilenlerin pratikte
uygulanamaması ve hiç okula gitmemişlerin yardım ve desteğine muhtaç kalınması,
seküler-laik eğitimin atıllığını kanıtlamaktadır.
Sahip olunan ilim, ne kadar akademik
ve şöhretli olursa olsun, yaşamın gerçekleriyle örtüşmemesi, o bilginin
mezardaki cesetten farksız olduğunu ortaya koymaktadır. Ezbere dayalı bilgi
ancak nefsi tatmin eder. Tıpkı kütüphanede sıralı ciltler misali! Dolayısıyla yaşama
indirgenemeyerek kesin bir eyleme dönüştürülemeyen bir bilgi güç değil, atıl
bir dolgu malzemesi, süs veya şöhrettir.
“Bir şeyi ezberlemektense her türlü cezayı çekmeye razıyım.” Einstein
Muhakemeden yoksun ezber öyle bir
zehirdir ki, idraksizliğin yegâne sebebidir. Bu sebeple ticari bir çıkar
taşımasından ışık saçmamakta; böylece her sese kulak verilmesinden
tartışmaların önü kesilmeyip, laf cambazlarına sahneler dar
gelebilmektedir.
Bedeni ve ruhi her şeyde bir neden
vardır; dolayısıyla nedensiz hiçbir şey yoktur. Lakin ruhun dürtüsüyle eylem
kazanan bedenin tek başına ele alınmasıyla cehalet bilimselleştirilmiş;
dolayısıyla ruhsuz bir beden eğitimselleştirilmiştir.
Mucit
bir bilim adamı olan B. Pascal der ki; “Bilimin
azı Allah’tan uzaklaştırır, ama çoğu O’na götürür.” İşte pozitif bilim ve
seküler-laik eğitimin icat edemediği ruhu reddetmesiyle gerçeklikten çıkan
bilgi, idraksiz bir ezberciliğe dönüşmüştür.
İskoçyalı fizikçi ve
matematikçi
Maxwell, Cambridge’deki öğrencilik yıllarında öğrenmeye zorlandığı onca saçma
şeyin neye yarayacağını düşünüp, seküler-laik eğitimi sorgulamıştı.
Şöyle bir şiir yazmıştı:
Tüyleri
yolunmuş sıska bir kaz gibi
Titrek
bir sesle sordum kendime
Okuduğum
bütün o her şeyin
Yarayıp yaramayacağı işime.
Oysa
asıl işlenmesi gereken ölümdür ama seküler-laik bir eğitimde ölüm konu
edilmez; pozitivist ve rasyonalist bilim
ise ölüm gerçeğinden kaçarak, hiç ölünmeyecek bir dünya varmışçasına insanları
aldatır.
Dilediklerine kavuşamamış; pozitif bilgileriyle
özleşememiş; iradeye sahip olamamış; arzu ettiği hedefe ya ulaşamamış ya
muhafaza edememiş ya da kalıcı olarak elinde tutamamış ve düşüncelerini
fiiliyata geçirememiş bir kimsenin, bir başkasına örnek ve faydalı olabilmesi
yahut yarar sağlayabilmesi mümkün değildir. Söze değil fiile, bilgiye değil
uygulamaya, düşünceye değil iradeye, referansa değil sonuca, sanala değil
gerçeğe, yaratılana değil Yaratıcı’ya önem vermeyen bir eğitim, yenilgiden
başka bir şey değildir.
Düşünce ve ilmi sadece yüzeysel ve
ezbersel bilgilere, kuramlara, teorilere, rivayetlere, kariyerlere ve
hurafelere dayandıran kimselerin yapamadıkları, yaşamadıkları ve tatmadıkları
bir şeyin heyecanını, etkisini ve anlamını bilebilmeleri ve hissedebilmeleri
mümkün olamaz. Bu sebeple, peygamberler bile, her ne kadar inanılmaz mucize ve bilgilerle
donatılmışlar ve sebatkâr kılınmak suretiyle seçilmiş olsalar da, etkin
olabilmeleri ve gerçekleri kavrayabilmeleri için olayları bizzat yaşamış,
kıyaslanabilmiş, korkuları, ızdırapları,
sevinçleri ve tehlikeleri en derinliklerinde tecrübe edinmişlerdi. Ancak bu
badireleri yaşayıp inkârda ısrar edenler ya da yaşamadıkları halde iman
edenler, Allah’ın dilediğini hidayete, dilediğini ise saptırdığına dair bir
Mutlak İrade’sidir.
Bilmek
demek olmayan ezber, aslında muhakemeye yani akla yapılan öyle bir ihanettir
ki, önyargıyı üstün kılan bir basiretsizliktir. Baki olan her şey yazıldığı
gibi gelişir ama fani olan hiçbir şey düşünüldüğü ya da ezberlendiği gibi
gelişmez, hatta aksi bir oluşumla karşılaşılır.
Fotoğraf,
çektiren, çeken ve bakan olmak üzere üç safhayla nitelendirilir ancak ne
çektiren, çeken ile, ne çeken, bakan ile, ne de bakan, çektiren ve çeken ile
aynı düşünce ve duyguları paylaşır. Dolayısıyla fotoğraf, her ne kadar görsel
bir belge niteliği taşısa da, düşünce ve duygular da göksel yani ruhsal bir
güdü olarak onları meydana getirir; lakin iç ve dış yansımalar çok farklıdır.
Birçok
olay yaşamış tecrübeli biriyle hiçbir şey yaşamamış ama çok şey bilen bir
ezbercinin kıyası mümkün olmasa da, seküler-laik düşünce doğrultusunda çok daha
fazla bilen olunabilinmektedir.
Maddenin diğer bir ifadeyle bedenin fiziksel
yapısını, ruhun akılsal gücü yönlendirmektedir. Tıpkı gerçekle sanal, makyajla
doğallık gibi! Birçok olay yaşamış tecrübeli biriyle, fotoğraf yorumlayan
eleştirmenin arasında çok büyük fark vardır. Gerçek her şartta fotoğrafçıyı yok
eder. Aynen Pulitzer ödülü sahibi Kevin Carter’ın intihar etmesi misali! İşte
bu yüzden ezberci ve çıkarcı din ve bilim adamları, politikacılar,
psikiyatriler, teorisyenler ve stratejisiler gerçekleri anlayamamakta, gereği
gibi kavrayamamaktadırlar.
“De ki: Bizim için Allah’ın yazdığından başkası bize asla erişmez. O
bizim sahibimizdir. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” Tevbe 51
“Biz gökleri, yeri ve bunların arasında bulunanları, oyun ve eğlence
olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebep olsun diye yarattık. Fakat
onların çoğu bilmiyorlar.” Duhan 38-39
“(Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör
olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.“ Enam 104
“İnsan,
kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” Kıyame 36
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder