Çünkü nefis dünyaya öyle
meyleder ki, ne hakkı ne de adaleti umursar.
Bedeni hastalıkların birçoğundaki deva nasıl açlık ise,
adaletin ilacıda nefsi yenen açlıktır. Diğer bir ifadeyle açlığın en akıllı
balıkları oltaya getirmesi misali en azılı insanları dahi ıslah eden adalettir.
Ancak devlet, hükümet, muhalefet ve milletin tasa etmediği
adalet öcünü öyle almaktadır ki, insanları tokluktan başka hiçbir şey
düşünmeyen hayvanlara dönüşülmekte; dolayısıyla adalet, ekilmemiş olmasından
biçilememektedir.
İlkesi tokluk olan toplumlarda adalet ancak ihtiyaç duyulduğunda
arandığından erişilmesi imkânsız denecek derecede çok pahalı olmaktadır.
Aslında tokluk, refah sanılan bir zillettir. ,
Öncesinde
bir hiçken, sonradan tarihteki
en büyük kara imparatorluğunu kuran Cengiz Han, Allah tarafından adaletsiz
devletlerin başına öyle musallat edilmişti ki,
nefislerine yenik
düşen Müslümanlar, Ruslar, Çinliler ve Batılılarca milyonların katili, acımasız
bir zalim ve en merhametsiz işgalci kabul edilmişti. Ancak
o’da günümüzdeki adil olmayan zalimler gibi Moğollar tarafından zaferin,
başarının, barışın, kurtarıcı bir dehasıydı.
Hedefi tüm dünyayı istila etmek ve
toprakları Büyük Okyanus ile Almanya sınırlarına kadar uzanmış olan devasa
Moğol Devleti’nin İmparatoru Cengiz Han; "Tok köpekten fena av beklenir" sözüyle
tokluğa büsbütün karşıydı.
Zalimlerin
yanı sıra Allah’ın elçileri peygamberlerde açlık ve susuz kalmak suretiyle öyle
yücelmişlerdi ki, dünyanın anahtarına tokluk; ahiretin anahtarına
ise açlıkla ulaşılabileceğini ortaya koymuşlardı.
Sina
Dağı’nda Hz. Musa’ya Tevrat nazil oluncaya kadar
kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmış; Sair Dağı’nda Hz. Îsa’ya İncil
vahiy edilinceye kadar, kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmış; Hıra Mağarasında
Hz. Muhammed’e, Kur’ân nazil olmadan önce,
tam bir ay yalnız kalıp aç ve susuz yaşamıştır.
Zaten Müslümanlara farz kılınmakla birlikte birçok düşünce ve
dinde kaçınılmaz olan orucun amacı idrak edildiğinde; kişinin kendisini
temizleme, sistemlerini dinlendirme, tamir etme ve disipline sokma yöntemi
olduğu anlaşılmaktadır. Ki, hayvanlar bile hastalandıklarında hiç yememek
suretiyle şifaya kavuşmaktadırlar.
Gururu, kibri, böbürlenmeyi, şımarıklığı yenen açlık,
adaletinde kımıldatıcısıdır. Çünkü açlık ölümü, ölümde adil olmayı tetikleyerek
nefsanî arzuları yani haksız ve kötü düşünceleri bloke eder.
“Öyle alçak bir kapıdır ki
açlık, geçilmesi zaruri oldu mu insan artık ne kadar büyükse, o kadar çok
eğilir.”
Victor Hugo
Devlet idaresinde olan başkandan
belediye başkanına kadar halkın oylarıyla seçilmiş ya da atanmış her yetkilinin
adil olabilmesi ancak güttüğü insanların yaşam seviyesinden aşağı olmalarıyla
mümkündür. Ancak seküler-laik rejimlerde nefis önde olmasından bırakın aşağıda
olmaları, öyle yukardadırlar ki, hakkaniyetin egemen olabilmesi imkânsız hale
gelmektedir.
Tok insandan asla korkma ve
tehlikeli olduğunu sanma! Asıl korkulması gereken tehlikeli; yüzleri solmuş aç
görünen insanlardır. Ancak insan için görünüş her şey demek olduğundan gövde
gösterisinden, cefadan veya hiç ölmeyecekmiş gibi ölümden korkulması,
adaletsizliğe yegâne sebeptir.
Yeryüzündeki adaletle mukim İslam
Devleti’nin Halifesi yani Devlet Başkanı Hz. Ömer; halkına hitap ettiği bir
gün, eğer yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu.
Çünkü o, seküler-laik bir demokrat değil, Allah’tan başkasının ilkelerini ve
iradesini tanımayan; insanlığın ölçüsü olarak Allah’ı ve indirdiği kanunları
gören bir siyasetçiydi.
Sorusu üzerine halkın içinden biri
hemen ayağa kalkarak, “Ya Ömer, seni kılıcımızla
doğrulturuz” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, adamın cesaretini sınamak
için, “Benim
hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun?” diye sordu. Öyle ya
basit bir bürokratı bile eleştirdiğin anda memura hakaretten hapsedilirken;
nasıl olurda bir devlet başkanına diklenilebilinirdi?
Ve o adamda gözünü kırpmadan, “Evet, bu sözleri senin hakkında
söylüyorum” demesine pek sevinmişti. Sonra dönerek, “Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola
sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var”
demişti.
Kendini Allah’a ve ahirete adamış Hz.
Ömer öyle bir siyasetçi ve Devlet Adamıydı ki, sert tabiatına karşın pek mütevazı bir insandı.
Birçok ülkeyi fethedip idaresi altına alarak çok büyük bir güce kavuşması ve
şatafatlı tüm düşmanlarını dize getirmesine rağmen, yamalı gömlek giyer, dul,
yetim ve yaşlı kadınların evlerine sırtında su, un ve diğer ihtiyaçlarını
taşır, halkı güvende değilken kendini güvende hissetmez, taşların üstünde yatıp
uyurdu. Gece gündüz dolaşarak her ihtiyaç sahibine bizzat kendi hizmet eder,
dağda kaybolan koyundan kendini sorumlu tutar; en yoksulun giydiği ve yediğini
giyip yiyerek, haksızlık yapmaktan çok korkardı. O günkü Romalı, İranlı ve diğer
ülke kralları, Hz. Ömer’in yaşayış tarzına hayret ederlerdi.
Hz. Ömer, bir gün, Şam’ı ziyaret ettiğinde
ordusunun komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, büyük bir kalabalıkla kendisini
karşılar. Şam’a giderken, kendisine refakat eden kölesinin devesi rahatsızlanmış
ve kendi devesini kölesiyle paylaşıp sırayla biniyorlardı. Uzaktan bakanlar,
deveye binmiş köleyi Hz Ömer, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle
zannediyordu. Bunu gören komutan› Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Hz. Ömer’in yanına
geldi ve dedi ki: “Efendim, bütün Şamlılar,
bilhassa Rumlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların büyük halifesini
görmek için toplandılar, size bakıyorlar, bu yaptığınızı nasıl izah edebiliriz?
Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler.” Komutanın bu kompleksli telaşı
karşısında Hz. Ömer şöyle cevap verdi. “Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın
şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz
daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allah bizleri Müslümanlıkla şereflendirerek
yüceltti. Bundan başka şeref ararsak, Allah bizi zelil eder, her şeyden aşağı
eder.”
Hz. Ömer gibi adil Müslüman, bir siyasetçi ve bir Devlet Başkanı
örneği önümde dururken; başkalarına güvenip itibar edebilmem asla mümkün
değildir. Ki, o öyle adil bir siyasetçiydi ki, halkından emin olmadan ağzına
koyacağı lokmayı, yatacağı döşeği ve devlet başkanlığını helal saymazdı. Ayrıca
o, karısının
biriktirdiği harçlıklarından kendisine yeni bir
elbise yaptırmasını dahi israf görmüş ve hazineden maaşının azaltılmasını emretmişti.
Lakin devir değişti diyecekler ama
insan hiç değişmedi. Neden biliyor musun; insan ilk yaratıldığı günden itibaren
açlığı ya da tokluğu mahkûm olduğuna göre; değişen nedir?
Allah’ın indirdiği kanunları karanlık
bulup, nefsi düzenleri aydınlık gören toplumların adalette adanmamış olmalarının
sebebi, şeriata karşı çıkmalarıyla kanıtlıdır. Çünkü adalet, şeriatın ta
kendisidir!
İşte yaratıcı ALLAH’ın şeriatına boyun eğmiş bir siyasetçi; işte günümüzdeki seküler-laik güdümlü demokratik politikacılar!
“Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar. Onları
gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar
sanki elbise giydirilmiş odunlardır. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar.
Onlar düşmandır, onlardan sakının. Allah onları kahretsin. Nasıl olup da
döndürülüyorlar?”
Münafikun 3- 4
“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz
kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” Bakara 183
“Allah, bir ülkeyi örnek verdi: Bu
ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar
Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından
ötürü açlık ve korku sıkıntısını
tattırdı.” Nahl 112
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder