8 Aralık 2018 Cumartesi

Tok insan adil olamaz!

Çünkü nefis dünyaya öyle meyleder ki, ne hakkı ne de adaleti umursar.  

Bedeni hastalıkların birçoğundaki deva nasıl açlık ise, adaletin ilacıda nefsi yenen açlıktır. Diğer bir ifadeyle açlığın en akıllı balıkları oltaya getirmesi misali en azılı insanları dahi ıslah eden adalettir.

Ancak devlet, hükümet, muhalefet ve milletin tasa etmediği adalet öcünü öyle almaktadır ki, insanları tokluktan başka hiçbir şey düşünmeyen hayvanlara dönüşülmekte; dolayısıyla adalet, ekilmemiş olmasından biçilememektedir.

İlkesi tokluk olan toplumlarda adalet ancak ihtiyaç duyulduğunda arandığından erişilmesi imkânsız denecek derecede çok pahalı olmaktadır. Aslında tokluk, refah sanılan bir zillettir. ,

Öncesinde bir hiçken, sonradan tarihteki en büyük kara imparatorluğunu kuran Cengiz Han, Allah tarafından adaletsiz devletlerin başına öyle musallat edilmişti ki, nefislerine yenik düşen Müslümanlar, Ruslar, Çinliler ve Batılılarca milyonların katili, acımasız bir zalim ve en merhametsiz işgalci kabul edilmişti. Ancak o’da günümüzdeki adil olmayan zalimler gibi Moğollar tarafından zaferin, başarının, barışın, kurtarıcı bir dehasıydı.

Hedefi tüm dünyayı istila etmek ve toprakları Büyük Okyanus ile Almanya sınırlarına kadar uzanmış olan devasa Moğol Devleti’nin İmparatoru Cengiz Han; "Tok köpekten fena av beklenir" sözüyle tokluğa büsbütün karşıydı.  

Zalimlerin yanı sıra Allah’ın elçileri peygamberlerde açlık ve susuz kalmak suretiyle öyle yücelmişlerdi ki,  dünyanın anahtarına tokluk; ahiretin anahtarına ise açlıkla ulaşılabileceğini ortaya koymuşlardı.

Sina Dağı’nda Hz. Musa’ya Tevrat nazil oluncaya kadar kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmış; Sair Dağı’nda Hz. Îsa’ya İncil vahiy edilinceye kadar, kırk gün kırk gece aç ve susuz kalmış; Hıra Mağarasında Hz. Muhammede, Kur’ân nazil olmadan önce, tam bir ay yalnız kalıp aç ve susuz yaşamıştır.

Zaten Müslümanlara farz kılınmakla birlikte birçok düşünce ve dinde kaçınılmaz olan orucun amacı idrak edildiğinde; kişinin kendisini temizleme, sistemlerini dinlendirme, tamir etme ve disipline sokma yöntemi olduğu anlaşılmaktadır. Ki, hayvanlar bile hastalandıklarında hiç yememek suretiyle şifaya kavuşmaktadırlar. 

Gururu, kibri, böbürlenmeyi, şımarıklığı yenen açlık, adaletinde kımıldatıcısıdır. Çünkü açlık ölümü, ölümde adil olmayı tetikleyerek nefsanî arzuları yani haksız ve kötü düşünceleri bloke eder.  

“Öyle alçak bir kapıdır ki açlık, geçilmesi zaruri oldu mu insan artık ne kadar büyükse, o kadar çok eğilir.” Victor Hugo

Devlet idaresinde olan başkandan belediye başkanına kadar halkın oylarıyla seçilmiş ya da atanmış her yetkilinin adil olabilmesi ancak güttüğü insanların yaşam seviyesinden aşağı olmalarıyla mümkündür. Ancak seküler-laik rejimlerde nefis önde olmasından bırakın aşağıda olmaları, öyle yukardadırlar ki, hakkaniyetin egemen olabilmesi imkânsız hale gelmektedir.

Tok insandan asla korkma ve tehlikeli olduğunu sanma! Asıl korkulması gereken tehlikeli; yüzleri solmuş aç görünen insanlardır. Ancak insan için görünüş her şey demek olduğundan gövde gösterisinden, cefadan veya hiç ölmeyecekmiş gibi ölümden korkulması, adaletsizliğe yegâne sebeptir.   
  
Yeryüzündeki adaletle mukim İslam Devleti’nin Halifesi yani Devlet Başkanı Hz. Ömer; halkına hitap ettiği bir gün, eğer yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu. Çünkü o, seküler-laik bir demokrat değil, Allah’tan başkasının ilkelerini ve iradesini tanımayan; insanlığın ölçüsü olarak Allah’ı ve indirdiği kanunları gören bir siyasetçiydi.  

Sorusu üzerine halkın içinden biri hemen ayağa kalkarak, “Ya Ömer, seni kılıcımızla doğrulturuz” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, adamın cesaretini sınamak için, “Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun?” diye sordu. Öyle ya basit bir bürokratı bile eleştirdiğin anda memura hakaretten hapsedilirken; nasıl olurda bir devlet başkanına diklenilebilinirdi?

Ve o adamda gözünü kırpmadan, “Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum” demesine pek sevinmişti. Sonra dönerek, “Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var” demişti.

Kendini Allah’a ve ahirete adamış Hz. Ömer öyle bir siyasetçi ve Devlet Adamıydı ki,  sert tabiatına karşın pek mütevazı bir insandı. Birçok ülkeyi fethedip idaresi altına alarak çok büyük bir güce kavuşması ve şatafatlı tüm düşmanlarını dize getirmesine rağmen, yamalı gömlek giyer, dul, yetim ve yaşlı kadınların evlerine sırtında su, un ve diğer ihtiyaçlarını taşır, halkı güvende değilken kendini güvende hissetmez, taşların üstünde yatıp uyurdu. Gece gündüz dolaşarak her ihtiyaç sahibine bizzat kendi hizmet eder, dağda kaybolan koyundan kendini sorumlu tutar; en yoksulun giydiği ve yediğini giyip yiyerek, haksızlık yapmaktan çok korkardı. O günkü Romalı, İranlı ve diğer ülke kralları, Hz. Ömer’in yaşayış tarzına hayret ederlerdi.

Hz. Ömer, bir gün, Şam’ı ziyaret ettiğinde ordusunun komutanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh, büyük bir kalabalıkla kendisini karşılar. Şam’a giderken, kendisine refakat eden kölesinin devesi rahatsızlanmış ve kendi devesini kölesiyle paylaşıp sırayla biniyorlardı. Uzaktan bakanlar, deveye binmiş köleyi Hz Ömer, devenin yularını çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyordu. Bunu gören komutan› Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Hz. Ömer’in yanına geldi ve dedi ki: “Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Müslümanların büyük halifesini görmek için toplandılar, size bakıyorlar, bu yaptığınızı nasıl izah edebiliriz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler.” Komutanın bu kompleksli telaşı karşısında Hz. Ömer şöyle cevap verdi. “Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allah bizleri Müslümanlıkla şereflendirerek yüceltti. Bundan başka şeref ararsak, Allah bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder.”

Hz. Ömer gibi adil Müslüman, bir siyasetçi ve bir Devlet Başkanı örneği önümde dururken; başkalarına güvenip itibar edebilmem asla mümkün değildir. Ki, o öyle adil bir siyasetçiydi ki, halkından emin olmadan ağzına koyacağı lokmayı, yatacağı döşeği ve devlet başkanlığını helal saymazdı. Ayrıca o, karısının biriktirdiği harçlıklarından kendisine yeni bir elbise yaptırmasını dahi israf görmüş ve hazineden maaşının azaltılmasını emretmişti.

Lakin devir değişti diyecekler ama insan hiç değişmedi. Neden biliyor musun; insan ilk yaratıldığı günden itibaren açlığı ya da tokluğu mahkûm olduğuna göre; değişen nedir?

Allah’ın indirdiği kanunları karanlık bulup, nefsi düzenleri aydınlık gören toplumların adalette adanmamış olmalarının sebebi, şeriata karşı çıkmalarıyla kanıtlıdır. Çünkü adalet, şeriatın ta kendisidir!  

İşte yaratıcı ALLAH’ın şeriatına boyun eğmiş bir siyasetçi; işte günümüzdeki seküler-laik güdümlü demokratik politikacılar!

“Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş odunlardır. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının. Allah onları kahretsin. Nasıl olup da döndürülüyorlar?” Münafikun 3- 4

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” Bakara 183


“Allah, bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.” Nahl 112  

Hiç yorum yok: