Çünkü
ruhsuz bir zekâ ölüdür; elektronik araç ve gereçler, hatta robotlar misali mikroçiplere
yüklenen bilgiler kadar fiziki varlık gösterebilirler. Lakin duyguları olmamalarından zekânın tek
başına insana rakip sayılabilmesi ya da insanla özdeşleştirilebilmesi mümkün değildir!
Ki, yapay zekâ insan aklı ölçüsünde meydana
getirildiğinden yaratıcının Etkin Aklı olmaksızın işlemcisi olan aciz insanın mahkûmiyeti
altında kısıtlı bir vazife görmekte; dolayısıyla insanla kıyaslanabilmesi imkânsızdır.
Çünkü kontrolünde insan olmadan varlık sürdüremez.
Bu sebeple yapay
zekânın insanlığı korkutacak ve insanın robotlarla arkadaşlık yapacak olması öyle
imkânsız bir saçmalıktır ki, ancak ateist düşüncenin hezeyanından başka bir şey
değildir.
Hayat bilimkurgu güdümlü bir sinema filmi olmadığına göre;
yapay zekânın yani robotların insanın yerini alabileceği iddiasının altında
yatan nedir?
Biyoloji öğretilerinde insan, hayvan
ve bitkilerin anatomileri incelenerek, yapıları ve organların birbirleriyle
olan ilgilerine yoğunlaşılır, yapay bir iskelet veya bir kadavra üzerinde çalışmalar
yapılır. Ancak her şeyin fizik ve biyolojiden ibaret olduğu düşüncesiyle
organların, sinirlerin ve hücrelerin yapısı ve fizyolojik durumları dikkate alınarak,
içinde ruh olmayan bilgilerle yetinilir.
Her şeyi fizik ve maddeden ibaret
sanan pozitivist bilim, neden ya yapay organlar üretip onlara sinir giydirerek
ya da organ nakilleriyle sağlıklı ve ölümsüz insanlar yaratarak teorilerindeki
gibi pratikte ecele ve kadere meydan okuyamıyorlar? Oysa fiziğin asli kuralı söz
değil eylemdir! Çünkü eylem olmaksızın fizik üreyemez!
Değişik asır ve zaman birimlerinde
insanlara inanılmaz beklentiler vaat eden ve kaygılarını istismar eden sayısız
ilahiyatçı, politikacı ve teorisyenler vardır ki, tıpkı falcı ve kâhinler
misali varlıklarını sürdürmüş ve umut kapısı olmuşlardır. Teknolojinin zaman
dilimi içinde gelişmesiyle gelecekle ilgili ütopyalara bilimsel nitelik kazandırılmış;
dolayısıyla aldatılmalarına önemli faktör olmuşlardır. Şüphe yok ki gelecekle ilgili
bilgiler “o kitap”ta saklı olup, şifreyi bilmeyenin de onu öğrenebilmesi mevzubahis
değildir. Öyle ki, yaratıcı Allah’ın izni olmadan bir yaprağın dahi ağaçtan düşebilmesinin
söz konusu olmadığı pratik hayatta gözlenebilmektedir.
Önümüze tüm elementlerin atomlarını alıp
farklı biçimlerde ve sayılarda birbirlerine bağlayarak milyonlarca farklı
molekül oluştursak, yine de fiziki bir organa bağlı yapay bir akıl elde
edemiyoruz. Bu moleküllerin büyük, küçük, basit ya da karmaşık olması da bir şey
değiştirmemektedir. Sonuçta, bilinçli olarak bir işi organize edip başaracak
bir zihin asla ortaya çıkarılamamaktadır. Çünkü enerjiye, cana, yani ruha
ihtiyaç vardır. O zaman nasıl oluyor da, belli sayıdaki akılsız ve bilinçsiz
atomun belli şekillerde dizilmesinden meydana gelen DNA molekülü ve onunla
uyumlu olarak çalışan enzimler bilinçli birçok işler yapıp, hücredeki sayısız
karmaşık ve farklı işlemleri kusursuz ve mükemmel olarak organize edebilmektedir?
Akıl, bu
moleküllerde ya da bunları içinde barındıran hücrede değil, bu molekülleri ve
bu işleri yapacak şekilde programlanmış olan ruhtadır.
Moleküler biyolojinin en önemli
iddialarından biri, bazı genlerin bazıları üzerinde daha etkili olduğunun keşfedildiği
varsayımdır. Bunun sebebi, genlerin çok komplike bir sıra ile organize olmaları
gösterilmektedir. Genetik hiyerarşinin temelinde genellikle tekrar eden belirli
işlevlerle görevlendirilmiş genler vardır. Hemoglobin yapmak, saçın uzaması
veya sindirim enzimlerinin üretilmesi gibi! Bu moleküler işçilerin üzerinde
“düzenleyici” genler bulunur, bunlar bu işçi genleri çalıştırır ve durdurur.
Örneğin, çocukluk döneminde hemoglobin, geninin çalışmasını durdurur. Hem işçilerin,
hem de “orta dereceli yöneticilerin” üzerinde bir seri ana kontrol geni
bulunur. Bunların kararları düzinelerce, hatta yüzlerce alt birimi etkiler. Bu
genler o kadar hayatidir ki, embriyo döneminde zarar görmeleri, ölümcül dahi
olabilmektedir.
Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi
gereken bir bilgidir. Genler atomlardan oluşan moleküllerdir. Peki, bu
moleküller, aralarında böylesine düzenli bir organizasyonu nasıl kurmuşlardır?
Nasıl olup da bir molekül, bir insanın artık boyunun uzamasını durdurma kararı aldırır,
bu kararını diğerine iletir, diğeri de bu kararı nasıl anlayıp ve itaat ederek
uygulamaya koyabilir?
Böylesine inanılmaz bir disiplini
kuran ve yönlendiren kimdir? Dahası, milyonlarca yıldır, trilyonlarca gen, aynı
disiplin, itaat, akıl ve şuurla görevini eksiksiz yerine getirmektedir. Böyle
bir sistemin beyinle, kendiliğinden veya tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, zır
delilerin dahi düşünemeyeceği bir saçmalıktır. O zaman her şey birbirine karışır.
Genleri en akılcı ve en kusursuz biçimde ruhun varlığında programlayan yaratıcı
Allah, böylece hücreleri ve bağlayıcı genleri fiziksel olan bedenin işleyebilmesi
için organik birer araç olarak kullanmaktadır.
DNA’nın yapısını ilk keşfeden
biyokimyacı Francis Crick, konu üzerinde yaptığı çalışmalardan dolayı Nobel
ödülü almıştı. Crick, koyu bir evrimci olmasına rağmen, DNA’nın mucizevi yapısına
şahit olduktan sonra yazdığı eserinde bu bilimsel gerçeği şöyle ifade etmiştir:
“Bugün sahip
olduğumuz bilgiler ışığında, dürüst bir adamın yapabileceği tek yorum, hayatın
bir mucize eseri olarak ortaya çıktığıdır.” Crick’e göre, hayat, tıpkı
vücut gibi kesinlikle dünya üzerinde kendiliğinden var olamazdı. Görüldüğü
gibi, DNA üzerinde en uzman kişi bile, üstelik bir evrimci olmasına rağmen,
yaratılışta tesadüfe veya rastgeleye yer vermemekte ve her şeyin bir düzen
içinde geliştiğini itiraf etmektedir.
Bilim adamları, zeki, uysal ve
itaatkâr bir nesil yaratabilmek için, akıllı DNA’ların, zekânın kalıtım yoluyla
geçebileceği konusunda araştırma yapmışlardı. Ancak insan zekâsının ne kadarının
kalıtsal, ne kadarının çevresel koşullar tarafından belirlendiği tartışması tüm
şiddetiyle sürmüş, bütün çabalara rağmen hiçbir sonuç alamamışlardı. Çünkü
böyle bir şeyin keşfi, ancak ruhsal DNA’nın çözümüyle mümkündür. Yani “o
kitap”’ı yani kaderi ve “bir bilgi”’nin sırrını çözmek! Üstelik kalıtsal veya
çevresel koşulların kişi üzerine etkisel hiçbir katkı yapmadığı sayısız örnekle
kanıtlanmıştır. Ancak bazı benzerliklerin öyle bir izlenim vermesi, yarım
bardak suya sokulan kalemin kırık bir görüntü yansıtması misali bir yanılgı doğurmaktadır.
Bugüne dek zekâyı etkileyen herhangi bir gen bulunamamıştır. Bulunsa dahi ruha
nasıl müdahale edilecek de geri zekâlı, asi ve başarısız biri; zeki, uysal ve
başarılı bir hale dönüştürülerek kötü düşünce ve davranışlarına son
verilebilecek?
Başını Londra Psikiyatri
Enstitüsü’nden Robert Plomin’in çektiği bir grup araştırmacı, zekâdan sorumlu
geni bulabilmek üzere yoğun araştırmaya girdiler. İşe, zeki çocuklardan başladılar.
Plomin’e göre, “akıllı gen’’in adresi zeki çocuklardı. Zeki çocukları seçmek
için şu yöntemi kullandılar: Çeşitli yaşlardaki öğrencileri üniversiteye giriş
sınavından geçirdiler. Sınavdan yüksek puan alanların DNA’larını incelediler ve
bu çalışmanın sonunda peşinde oldukları genin izini tespit etmeye çalıştılar.
Bir DNA molekülünün belirli bir genetik özellik içeren kesitine gen adı
verilir. Genlerin tanımlanması ve genetik mühendisliğinde kaydedilen bilgiler sonunda
bilim adamları, artık hastalıklarla savaşabilmek ve onlardan korunabilmek için,
bazı örneklerde genetik materyali değiştirmeyi düşündüler ama başarılı olamadılar.
Yaratıcı
sistemi öyle kurmuş ki, yararlı her maddenin gizsel özünü, ona işlerlik kazandıracak
ruhta saklamıştı.
Araştırmaların fiziki zorunluluktan
ötürü sürekli organizma ve hücreler üzerine yoğunlaştırılarak mecburen ruh
gerçeğinden kaçan bilim adamları, daha baştan başarısızlığa mahkûm olmaktadırlar.
“Akıllı gen” taşıdığı iddia edilen zeki çocukların daha sonra geri zekâlı, geri
zekâlılarında akıllı bir dönüşüme uğrayabilmeleri hiçbir koşulda açıklanamamıştır.
Zeki ve dahi insanların davranış bozukluklarından dolayı delilikle mimlenip
elde ettikleri inanılmaz başarı ve keşifleri, hâlâ gizemini sürdürmektedir. Gen
ve hücrelerin mutasyonlarına neden olan faktörün çözümsüzlüğü karşısında
söyleyebilecek tek bir söz bulamamaktadırlar.
Genetik
olarak üstün olanın başarısı hiçbir zaman garanti olmamaktadır. Çünkü kaderin
geni yoktur.
Bizzat kendilerinin de sebep olduğu
hatalar, musibetler, felaketler, hastalık ve ölümleri pratikte engelleyemeyen
bilim adamları, ruhsuz sandıkları gensel formasyonlar konusunda elde ettikleri
bilgilerle, ancak sanal tanrılığı oynamakta, sonuçsuz ve başarısız çalışmaları
ise umut adına abartılarak desteklenmektedir. Öyle ki, tıpkı psikiyatr bilimi
gibi hayali olan genetik ile ilgili bazı üniversitelerde mühendislik adına
fakülteler bile açılmış olması, hatta tıp alanında değil de mühendislik çerçevesinde
bir değere tabi tutulması, akıl almaz başka bir çelişkidir. Yaratıcı, geçmişte
birçok olayın keşfine izin verdiği gibi, buna da izin vermiş olsaydı, ruhun
tartışılmaz varlığı icat edilmiş olacaktı.
Ancak çaresizlik ve çözümsüzlüklerinin
neticesinde ruhun “olmazsa olmaz” mutlak varlığının bilincindedirler. Bugüne
kadar neye köklü çözüm getirebilmişler ve süreklilik sağlayabilmişler ki bundan
sonra başarabilsinler? Neticede onlarında araştırma ve çabaları, Yaratıcı, ruh
ve yaratık denkleminin iyi anlaşılabilmesine zemin hazırlamaktadır.
Kâinat ve organizmadaki canlılığı ve
fiziksel hareketleri güdenin ruh olduğu gerçeği kavranamadığından, gen
terapisiyle hücrelerin hastalığa yol açan eksik ya da kusurlu genler yerine, sağlıklı
kopyalarının hücreye yerleştirilerek genetik bozuklukların önüne geçilebileceği
düşünülmekte ve böylece mutlak iradeye ve kadere müdahale edilebileceği sanılmaktadır.
Sorunun kaynağına inilerek bozuk genetik yapının düzeltilebilmesi ve genetik bozukluktan
kaynaklandığı ileri sürülen semptomların kontrol edilerek sağlıklı hale dönüştürülebilmesi
tanrısal bir devrimdir. Araştırmaların sonunda hayatın ve insan yapısının bir mucize
olduğunu itiraf etmeleri, çözümü de imkânsızlaştırmaktadır. Genetik bilim de tıpkı
ruh bilimi gibi ütopiktir, ruhun kadersel yapısı, fiziksel ve biyolojik analizi
olanaksız kılmaktadır.
Bedenlerden önce ruhların yaratılarak
zihinsel, duygusal, organsal, fiziksel ve eylemsel her türlü detaylarının
belirlenmesi, çözülebilir fiziksel bir DNA’nın yanılgısına neden olmaktadır.
Ruhsal programın dışındaki herhangi bir değişikliğin veya müdahalenin mümkün
olmayacağı hem bilim çevrelerinde hem de gerçek yaşamda açığa çıkmıştır.
Zihinsel, duygusal ve bedensel farklılıklar, parmak izi ve göz retinası bunun
apaçık örneğidir. Aslında, kulak ve kalplerde farklıdır, ancak henüz keşfedilememiştir.
Çünkü ruhsal nitelikleri yoğundur. Atomlardan oluşmuş organizmadaki moleküller,
hücreler, genler ve kromozomlar, biyolojik olarak tüm insan ırkında aynı olmasına
karşın, neden birbirlerinden farklı ve değişken bir bilgilendirme ve davranış
içindedirler? Bunların fiziksel olarak bilinçleri olamayacağına göre,
bilgilendiren, düzenleyen ve yönlendirenin de ruh olduğu; dolayısıyla etkileşme
gösteren cisimsel her şeyde olduğu gibi, ruhun görsel gereçleri olduğu açıkça
anlaşılabilmektedir.
Düşlerde tasarlanan plân ve dileğin
olayları doğuran sebeplerle olan örtüşme süreci ile başarı ve kayba neden olan
faktörlerin üreme biçimi dikkatle irdelendiğinde, fevkalâde somut sonuçlara ve
mutlak iradenin kadersel boyutuna ulaşabilmek mümkündür. Zihinde oluşan düşünce
ve kalpte üreyen duygusal dilek ve arzuların hayata geçebilmesi, “o kitap”’ta
yazılan senaryonun ruhsal kurgusuyla orantılıdır.
Neyin, ne zaman, nerede ve nasıl oluşacağı,
gelişeceği ve neticeleneceği bilinemediğinden, fiziksel kuralların mutlak bağlayıcı
ve yönlendirici bir etkisi bulunmamakta; bedensel, zekâsal ve iradesel bağlamda
hiçbir şey ifade ve önem arz etmemekte; sadece kuvvetsel bir etkileşme ve
hareketle araçsal işlevini sürdürmektedir.
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra
Arş'a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten;
güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır.
Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur.
Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” A’raf
54
“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanif
olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir.
Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların
çoğu bilmezler. “ Rum 30
“Hiç
yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden
haberdardır.” Mülk 14
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder