Seküler-laik düşünce düzeyinde beşerin rab
haline getirildiği devlette, milletin iman ehli Müslüman olabilmesi mümkün
değildir.
Çünkü
her şeyin mülkiyeti ve yönetiminin Allah’ın elinde olduğuna inanmış bir
Müslüman’ın beşeri bir düşünceyi ve düzeni seçme hakkı yoktur; sindirebilmesi
imkânsızdır; ortak koşucu kanunlar yapabilmesi şirktir; Allah yerine beşere hâkimiyet tanıyabilmesi
küfürdür; galebe çaldırdığı beşerin üzerinden Allah demesi riyakârlıktır; Allah’a
olan Etkin Aklı beşeri akıldan aşağı görmesi kibirdir; Allah ve Resulü’nün
hükümlerini çağa göre yorumlayarak eğip bükmesi zalimliktir; bilim ve teknolojiyi
Allah’a karşı kullanması ateistliktir; nefsi gururu şeytanlıktır; başarı ve
zaferi benlikte görmesi sapkınlıktır; bir şeyi Allah adına değil de beşer adına
yapması zillettir; Allah’tan başkasına umut bağlaması cehennemliktir.
Devlet
ne ise millette o olduğundan ruh ve beden misali birbirlerinden ayrılabilmesi
ölülüktür. Seküler-laik ve demokratik bir devletin hükmettiği bir milletin
Müslümanlığı ancak sözdedir. Özdeki bir Müslüman’ın vahiy ve sünnet dışındaki
hiçbir düşünceyi veya kanunu kabul edebilmesi söz konusu değildir.
Asıl mesele sokak değil devlettir!
Çünkü
devletin aynası sokak olduğundan devletsiz bir Müslümanlık ancak karanlıktaki
mum ışığı gibidir. Ki, o mum ışığının ya
da ateşin etrafı aydınlattığı sanılsa da nasıl Allah’ın müdahalesiyle karanlığın
sürdüğü küfrün galebe çalmasıyla kanıtlıdır.
İslam’ı siyasetten koparmak apaçık bir inkâr olup, şeytanın
durumundan farksız bir küfürdür. Allah
ve Resulü’nün hükümlerini doğrudan tanımayan devlet ile dolaylı olarak tanıyan
bir Müslümanlık ancak münafıklıktır. Zira doğrudan yapılan bir küfür ile
dolaylı olarak yapılan küfrün arasında hiçbir fark olmadığından Müslümanlık indinde
devlet, İslami esaslara mecburdur.
Bu sebeple
İslam Devletinin olmadığı bir düzende Müslümanlık nedir biliyor musunuz; ölünün
kırık kolunu tedavi etmek gibidir.
Şu
yeryüzündeki ve ülkemizdeki camileri, namaz kılanları, oruç tutanları, Kur’an
okuyanları, dua yapanları, gıdadaki helal ve harama uyanları gözlemlediğinizde İslam
devletinin ‘olmazsa olmaz’ imansal bir önem arz ettiği anlaşılabilecek bir
açıklıktadır.
Nefsi istek
ve düşünceye göre ne İslam ne de Müslümanlık vardır. Müslümanlık, Allah ve Resulü’nün
verdiği hükümlere iman ve itaatle mümkündür; dolayısıyla Müslümanlıkla
şereflenmiş bir müminin kesinlikle seçme, öteleme, nefsi bir talepte bulunma,
beğenmeme, hoşnut olmama, kabullenmeme, başkalaştırma, din dışı düzenle ılımlaştırma
ve özdeşleştirme, şüpheye düşme, çoğunluğun isteklerine boyun eğme, vahiy dışı
yasa yapma, helal ve haramı nefisleştirme manipüle etme, takiye yapma, beşeri
güç görme, medet umma, fayda yahut zarar verme iradesine sahip olma düşüncesine
hakkı yoktur.
Sözde Müslümanların nasıl bir ihanet içinde olduklarına
tartışılmaz kanıtı, yiyecekte yani gıdada helal veya haramı arayıp da, siyasette,
devlette, sistemde ya da yargıda haram veya helali hiç mi hiç önemsememeleridir.
İçselleştirdikleri seküler-laik ve
demokratik bir devlet helal midir ya da Kur’an’da izni var mıdır ki, razı olunabilmektedir?
Vahiy dışı yasalar ya da hukuk nasıl bir
Müslümanlıkla özümsenebiliniyor ki, Allah ve Resulü’nün hükümlerinin nefse yani
diğer düşüncelere göre yorumlanması İslam addedilebilmektedir?
Siyasette ibadet edilen rabbin beşer olduğu öyle sabittir ki,
devlet yönetiminde Rahman ve Rahim olan Allah yok sayılabilmekte; dolayısıyla siyaset yani devletin dışında
ALLAH, dâhilinde ise nefsin hüküm sürdüğü bir anlayış Müslümanlık sayılabilmektedir?
İster kabul edilsin ister edilmesin Kur’an’i gerçek odur ki, imana
getirme yalnızca Allah’ın inisiyatifinde bulunmasından hiçbir ferde ve topluma
asla taviz verilemez; çıkar adına müsamaha gösterilemez; hoşgörüye kalkışılamaz; ikna için eğip bükülemez; İslam’a
kazandırabilmek için batıla yani yanlışa geçit verilemez; ayet ve sünnetler tevillerle
saptırılamaz; çağın şartlarına göre ne zaman mefhumuna gidilebilir ne
değiştirilebilir ne de yok sayılabilir.
Neden biliyor musunuz; bilen bir bilge olan Allah’ın her çağı,
bilim ve teknolojileri, gaybı yani geleceği ve kıyamete dek her şeyi yaratıp
bilmesindendir. Aksi takdirde ateistler misali Allah bilmezlikle itham edilmiş
olunur ki, inkârın ta kendiliğidir.
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek
ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve
Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36
“Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana «İnkâr
et» der. İnsan inkar edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben alemlerin Rabbi
olan Allah'tan korkarım, der.” Haşr
16
“(Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin
hepsi elbette iman ederlerdi. O
halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” Yunus 99
“Onların
çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler.“ Yusuf 106
“Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla
«inandık» diyen kimselerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar (ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak
verirler, ve sana gelmeyen kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden
kaydırıp değiştirirler. «Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse
sakının!» derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun
lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği
kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük
bir azap vardır.” Maide 41
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder