Tabii ki, başarısı da
mümkün değildir.
Lakin
geçici yani emanet olarak verilen güdümlü bir bilgi, güç ve imkânlarla
şımararak böbürlenen insan, şeytanı dahi şaşırtan haddi öyle aşmış ki,
yaratılmış bir kul değil adeta yaratıcı bir kudret sahibiymiş gibi Allah'ın eserlerini sahiplenerek kendine yamamak suretiyle ahkâm
kesebilmiştir.
İnsan bir ölümlüdür;
ölümlü bir faninin de ne başarısı ne de zaferi olabilir!
Amerikalı
ünlü bilim adamı G. W. Carwer'in ifade ettiği
gibi; “Benim
tek yaptığım, Allah’ın yarattığını insanların kullanabileceği hale getirmek.
Bu, Allah’ın eseri, benim değil."
Oysa
herhangi bir beşerin hükümranlıktan zerrecik bir nasibi olmuş olsaydı, başta
kendini yok edecek olan ölüm olmak üzere başına gelen herhangi bir musibeti
engeller; düşünsel teori veya kuramları yerine davranışsal icraatlarıyla
mutlaklıklarını kanıtlardı.
Kâinattaki
her şeyin kontrol ve denetimi tamamen Allah’ın iradesinde bulunmasından herhangi
bir beşerin dilediğini yapabilmesi imkânsızlaşmaktadır. Fakat tanınan sınırlar
çerçevesinde ivme kazanan beşerin “ben” diyerek
araç olduğu gerçeğini kabul etmemesi, şüphesiz nefsinin kadersel fıtratındandır.
İnsan,
her ne kadar aklı, zekâsı, düşüncesi, bilgisi, becerisi, gücü ve diriliğiyle nesnelerden
yahut hayvanlardan farklı olsa da, aslında iradesel bağlamda hiçbir
ayrıcalıkları yoktur.
Örneğin
şöyle;
Denizde
boğulmaya ramak kalmış bir kimseyi düşünün. Boğulmak üzereyken can havliyle
çırpınıp son nefesini vermeye saliseler kala tam derin sulara gömüleceği sırada
aniden bir tahta parçası yahut başka bir cismin ellerinin arasına kavuşmasıyla
ölmekten kurtulmuş olması; nasıl ve kimin iradesinin tezahürüdür? Nasıl oluyor
da cansız bir nesne, bir adamın hayatını kurtarma başarısı gösterebiliyordu? O
adam, neden hayatını kurtaran o cisme kurtarıcı edasıyla minnet duyup baş tacı
yapmak suretiyle şükranlarını ifade etme yerine bir tekme atarak kıyıya terk
edebilmektedir? Ya kendisini o cisim yerine insan kurtarmış olsaydı vereceği
tepki, şüphesiz ömür boyu sürecek tazimsel bir vefa olurdu. Oysa söz konusu
cisim de insanın başarı olarak addedilen kurtarmayı gerçekleştirmemiş miydi?
Öyleyse insan ile cismin arasındaki fark, birinin düşünen akıl sahibi bir canlı,
diğerinin de akılsız bir cansız olmasıydı. Ancak insanın diğer canlılardan
üstün yaratılması, onun her şeyin üstesinden gelebilecek veya dilediğini
yapabilecek bir özgür irade yanılgısını doğurmaktadır.
Dolayısıyla
ister güçlü ister zayıf; ister canlı ister cansız; ister akıllı ister deli;
ister kral ister köle her ne olursa olsun hüküm yaratıcının inisiyatifinde ise,
yaratıcının dışındaki herhangi bir iradenin mevzubahis olabilmesi, fayda yahut
zarar verebilmesi mümkün değildir.
Sebepler
yani aracılara yüklenmeye çalışılan güç, güç değil düzen zinciri içinde görsel
yahut göksel mazeretsi halkalardır.
İlmi, siyasi, ekonomi yahut askeri başarılar ve zaferlerinden
dolayı büyütülen insanlara tazim, doğrudan Allah’a bir şirktir. Dolayısıyla
iman etmiş bir insan için bu öyle büyük bir tehlikedir ki, Allah adına müdahale
kaçınılmazdır.
Hz. Ömer, hayatı savaş meydanlarında geçip İslam
topraklarını genişleterek birçok ülkeyi ve toplumu hilafete kazandıran ordunun genelkurmay
başkanı ünlü komutan Hz. Halid Bin Velid’i neden görevinden azat etmişti
biliyor musunuz; üst üste kazandığı başarı ve zaferlerden dolayı halkın
kendisini arşa çıkaracak derecede çok büyütmelerinden duyduğu kaygı yüzünden ordunun
başından almıştı.
Hz. Ömer, Hz. Halid’i Genel Kurmay Başkanlığından azletme
sebebini devletin tüm valilerine gönderdiği şu tamimle bildirmişti.
“Ben,
Halid’i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu
o kadar büyüttüler ki, Allah’ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah’tan geldiğini
bilmelerini istediğim için, böyle hareket ettim.”
Oysa iman etmiş her insan şöyle demeli; “Arkadaş! Beni başarım veya zaferlerimle
methediyorsunuz ama ben de sizin gibi bir insanım. Her ne kadar iktidarda olsam
da size fayda veya zarar verebilecek bir güce sahip değilim. Bizi koruyup
gözeten ve sahip olunan başarıları kazandıran Allah’tır. Başarı olarak
addettiğimiz her ne varsa, tamamı Allah’ın bir lütfü, ihsanı ve emanetidir.
Sahip olduğum kuvvet ve kıymetlerin hepsi irademden ya da irademizden değil
O’nun iradesindendir. Allah’ın dilemesi dışında gerek menfi gerekse müspet
olarak yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Ortaya çıkan maddi ve manevi başarı
ya da eserleri benden değil Allah’tan olduğunu bilin! Dolayısıyla bana değil
Allah’a teşekkür edip övünüz. Allah dilemedikten sonra bir yaprak dahi yere
düşemiyorsa, beni büyüterek şirke girmeyiniz!”
Başarı yahut zaferin sadece Allah iradesinde olduğuna
inanıp iman etmiş bir akıl sahibi asla kula kulluk yapamaz ve seküler-laik düşünce
düzeyindeki bir despotizmin altına giremez. Her ne kadar söz ile kula kulluk yapılmadığı vurgulansa
da, özde öyle yapılıyor ki, her şey beşerin iradesi altında ve güdümünde
cereyan ediyor.
İnsanoğlu birbirlerini hem dinen hem ilmen hem siyaseten
hem de sosyal ve askeriyeten öyle sömürüyor ki, sanki Allah gökyüzüne yerleşip
yeryüzünde hiçbir şey yapmıyormuş gibi…
Eğer insanların ipi nefislerinde veya hilkatteki
güçlü eşlerinin elinde ise, Allah ne iş yapıyor?
Başarı
yahut zaferleriyle övünülen kimselerin neden sonra kayba veya yenilgiye
uğrayabildikleri sorgulanmış olsa; hiçbir başarı ya da zaferin beşere mahsus
olmadığı anlaşılabilecektir.
Malumunuz
üzere; Allah, Hz. Süleyman peygambere, hiçbir kuluna nasip etmediği öyle büyük
imkânlar ve iktidar sunup yeryüzünü emrine amade etmişti ki, tüm hayvanlarla
konuşabilmesinin yanı sıra göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre içinde zamanın
kraliçesi Melike’nin tahtını dahi binlerce kilometre uzaklıktan yanına
getirtmişti. Peki, Hz. Süleyman, başarısı, zaferi, ilmi ve gücünden dolayı
böbürlenmiş miydi? Ya da günümüz insanları gibi zamanın insanları, yaptığı
işlerden dolayı kendisine övgüler dizmiş miydi?
Ya
da geriye baktığımızda yıkılmaz hatta üzerine güneş batmaz denilen nice
imparatorluklar, krallıklar ve devletlerin yeryüzünden silinişlerini vahiyden, tarih
sayfalarından veya kalıntılarından öğrenebilmekteyiz. Onlarda zamanında günümüz
milletleri gibi düşünüyorlardı. Kimi topluluklar vardı ki, bir avuç kadar ve hiçbir
şey bilmezlerken güçlenip devasa imparatorluklara dönüşmüş, sonrada bir sabun
köpüğü misali silinip süpürülmüşlerdi. Öyleyse hiçken büyüyerek o kadar başarı
ve zaferleriyle övünen devletler; nasıl oldu da her şeyi bilmelerine,
ordularına, güçlerine ve geçilemez denilen sınırlarına rağmen efsane kalmak
suretiyle toprağa gömülebilmişlerdi?
Hiçbir şey bilmezken
güçlenebilen, her şeyi bildikten sonra zayıf düşerek silinebiliyorsa; başarı ve
zafer nerededir?
Yıkılan
ve yok olan devletleri maddi gerekçeler koşularak kifayetsizlik bahaneleriyle
eleştirilmeleri o kadar saçmadır ki, başarı veya zaferi inkârdır.
Dünyaya gelmiş, yeraltı ve yerüstünde sayısız yapı bırakarak
yokluğa gitmiş olan azametli insanların güçleri karşısında çökebilmeleri nasıl
hayret uyandırıyorsa, Batı, Kuzey, Güney ve Doğudaki ülkelerinde öyle batacağından
hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Üstelik geçmişteki devrin insanları, cesaret,
güç, düşünce, sanat, keşif, bilgi ve üretimde günümüzün insanlarına meydan
okuyabilecek üstünlükteydiler. Nasıl oldu da yıkılabildiler? Yoksa bilim ve
teknoloji dünyasının sözde egemen güçlerini aynı akıbet beklemiyorlar mı?
Kısacası
başarı yahut zafer nedir bilir misiniz; dilenilen bir şeye ancak “ol” denmesiyle oluşturulabilen bir kudrettir;
böylece hiçbir müdahale yani dış etken olmaksızın başarı veya zafer mukim olur.
Herhangi bir şart ve koşulda mağlubiyet
mümkün olmuyorsa başarı vardır ve zafer, her daim galip olmaktır. Öyleyse, gerek geçmişte gerekse günümüzde
böyle bir beşer var mıdır ki, övünmeye değer olabilsin?
Nice bitki, ağaç ve hayvanlar vardır ki,
heybetleri karşısında kelam edecek söz bulunamaz; hiç kurumayacak, yıkılmayacak,
yenilmeyecek veya ölmeyecek zannedilirler. Oysa ecelleri geldiklerinde öyle
devrilirler ki, ihtişamlarından geriye eserleri kalmaz ve çıkan bir rüzgâr veya
afetle çerçöp olup savrulurlar. İşte başarı ve zaferleriyle övünülen devletler,
toplumlar ve liderlerde öyledir!
“Biz, bir şeyin olmasını
istediğimiz zaman, ona (söyleyecek)
sözümüz sadece "Ol" dememizdir. Hemen oluverir.” Nahl 40
“(Resulüm!) De ki:
Mülkün (hükümranlığın) gerçek sahibi
olan Allah'ım! Sen mülkü
dilediğine verirsin ve mülkü
dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her
türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. “ Al-i İmran 26
“De ki: Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki:
Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse
de bulamam.” Cin
21-22
“Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm,
dedi. (Süleyman) onu (melikenin
tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak
görünce: Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak
üzere Rabbimin (gösterdiği)
lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene
gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem
sahibidir.” Neml 40
“Karun: Musa'nın
kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler
vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona
şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Karun
ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde
verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan
daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti.
Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir)”. Kasas 76 -
78
“Hiçbir
millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.”
Hicr 5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder