Eğer hayattaki gerçekliğin gizine bakmamışsan; ne doğumu ne yaşamı ne de ölümü idrak
edebilmen mümkün değildir. Böylece yaratıcın ALLAH, taşıdığın ruh ve beden,
şahit olduğun gökyüzü ve yeryüzündeki olayları da bilip tanıyamazsın. Çünkü
gizi özümsemeyen şedit bir cahildir!
Velhasıl kendini bilemeyen; neyi ve kimi bilebilir!
Her günün otokritiğini yaparak hep gerçekliğin gizine
bakıp, yüzeyselliğin yani gelişigüzelliğin yanılgısından kurtulmaya çalıştım. Gördüğümün
dışında bilinmeyen o kadar çok gizliliklerle karşı karşıya kaldım ki, olayları
yani fiziği tetikleyenin ne olduğu konusunda karşılaştığım hatta herkesin karşılaştığı
sorular hep aklımı kurcalamış; görünmeyeni bilebilmeye odaklanarak hislerin
bilici gücüne sığınmış; araştırmalarım sonucu hayat ile özleşenin sadece vahiy
yani Kur’an olduğu ortaya çıkmıştı.
Çünkü ortada bir yaşam ve bir de ölüm vardı; anlamı ne
olabilirdi?
Karanlıklar içinde doğan bir insanın dünyaya gelmesi
akabinde yolunu aydınlatabilmek ve ölümünü tanıyabilmek için mutlaka bir
rehbere yani ışığa ihtiyacı vardır. Dolayısıyla bu ışıkta fiziki yani bedeni
yahut maddi âlemden değil, her şeyi yönetip yönlendiren ruhi âlemden olmalıydı
ki, görünmeyen o gizi idrak edebiliyim. Aksi takdirde din veya bilim
insanlarının beşeri yorumlarıyla ördükleri tuzaklarına düşer, karanlığın
dehşetinden kurtulamazdım.
Aslında insanoğlunun hatta dünyanın ne kadar zayıf ve
fani olduğu yaşamı ve uğraşılarıyla kanıtlıdır. Bu sebeple kendini ruhsal âlemden
koparan insan, hiçbir şey bilmediği halde çok şey bildiği iddiasıyla böbürlenir
ama aciz gördüğü hilkatteki eşleriyle aynı sonu paylaşır.
Atomun içini ilk gören nükleerci bilim adamı Ernest
Rutherford, gençliğinde çok yoksul bir köylü olmasına ve kendisine sağlanan
bursla bilimsel bir kariyere ulaşmasına rağmen, böbürlenmeyi çok sever ve
kendini tanrı gibi görürdü. Ona hep dalganın tepesinde olduğu söylendiğinde; "Zaten dalgayı da ben yaratmadım
mı?" diye kibirlenirdi. Ancak burs ödeneklerinin sürdürülmesinde ısrar
eder, "Onlar olmasa ben de olmazdım" diyerek, benlik sahibi her insan
gibi yaşamın gizemsel gerçekleri kendisini korkuturdu. Tanrılıkla acizlik
arasında ikilem yaşayan Rutherford, sonunda bir bağırsak yırtılmasının hemen
ardından ölmüştü.
Sahip olduklarıyla şımaran ve böbürlenen kimselerin
kendilerini üstün addederek bir böcek, yani arı, örümcek veya kelebekler kadar bile
bilgili ve yetenekli olamadıkları aşikârdır. Fertsel veya toplumsal, sosyal
veya ırksal, siyasal veya teknolojisel seviyelerini iradece oluşturdukları sanılarından
dolayı benliksel yanılgıdan kurtulunamamaktadır.
Uluyan insan kalabalıkları, alçak ve bencil
politikacıların, din ve bilim adamlarının ardına takılıp yalan-yanlış sözlerine
itibar edilmesiyle gerçeklerden uzaklaşılmakta, dolayısıyla elde tutulması
zaruri olan ışık karartılabilinmektedir. Oysa gizlerin yaratıcısı ALLAH’tan
başka kimin sözü muteber olabilir ki, yaşamla özdeşleşen bir değer
taşıyabilsin?
Gizi önemsemeyip yok sayarcasına nefsine yenik düşen
insan, sanki dünyayı var edip hayat, rızık, ölüm veren; sıkıntı, huzur ve güven
sağlayan; kurtaran ve mutluluk dağıtan kendileriymiş misali gök kubbenin
sahipleri gibi kasılarak ahkâm kesmeye, sevk ve idare etmeye kalkışırlar. Ki,
yaşadıkları ve şahit oldukları apaçık delillere rağmen!
İnsan hep dünyayı değiştirmek ister ama gize muktedir
olamadığı için hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini düşünemez. Onun için maddeye
uyguladığı kozmetik ürünlerle makyajlamaktan öteye gidemez. Rahata, kolaya,
sağlığa, huzur ve güvene haiz her türlü değişim yapsa da, ilk çağlardaki
insandan farksız bir sonla karşılaşmaz.
Dilenmeyen hatta nefret edilerek korkup kaçılan şeyler
sahiplenilip, dilenilenlerin sahiplenilememesinin altındaki giz, yaşam ve
ölümün hatta kâinatın anahtarıdır. Bu sebeple ancak gize odaklanıldığında
sorunlar öyle aşılmaktadır ki, haddi bilmenin dinginliği içinde kul olunduğunun
idrakine varılmaktadır.
Dünyada hatta kâinatta hiçbir şey “neden” değildir ve
neden yoktur! Zaten olmuş olması da kulu değil yaratıcı ALLAH’ı ilgilendirir. Dolayısıyla
gize hükmedemeyenin nefsi düzeyde sorgulama değil, kabullenme yani teslim olma
zorunluluğu bulunmaktadır.
Ruh ve beden nasıl dünya ile ahiret gibi başka şeyler
ise, yüzey ile derinlik, diğer bir ifadeyle görünen ile görünmeyenlerde
faklıdırlar. Bunu bilmeyenin başka şeyleri bilmeye hiçbir gereksimi yoktur; ki,
kavrayabilme yetisi olmadığından tartışma da beyhudedir.
“Yeryüzünde
haksız yere böbürlenenleri ayetlerimizden uzaklaştıracağım, (onları anlayamayacaklar) onlar bütün mucizeleri görseler yinede
iman etmezler.” A’raf 146
“Sana ruh
hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir
bilgi verilmiştir.” İsra 85
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder