31 Ekim 2017 Salı

Batıllığa karşı diktatörlük farzdır!

Çünkü hak olan İslam, batıla karşı gelmiş bir savaştır.

İslam ile birlikte inen hakkı yok sayan batıl düşünceler, doğru ve yanlışları nefislerin istek ve arzularına bırakmalarından kötülük doğmuş, böylece insanlık lağvedilmesinden iyilik adına en sert mücadeleler meşru kılınmıştır.

Yaratıcı Allah’ın yarattığı iyi ve kötü kulları için getirdiği hükümler, insani manipülasyonlarla şeytani vesveselere peşkeş çekilmesiyle birlikte insanlık bozulmuş ve insan, batıla uymuş en korkunç yaratık haline dönüşebilmiştir.

İnsan, yaratıcısını ve tartışmasız bir kul olduğu gerçeğini eğip bükmesiyle din, bilim ve siyaset hakkında ya doğrudan ya da dolaylı ahkâm kesmiş, varlığını kusursuz sürdürebileceği ve toplumları yönlendirip idare edebileceği batıl düşüncesiyle “ben daha iyi bilirim” kibri, kendi elleriyle inşa ettiği düzende boğulmasına neden olmuştur.

Vahyin egemen olmaması adına nefislerin tatmini yoluna gidilmiş, seküler bazlı düşüncelerle insanlık öyle kıyılmış ki, yanlışların kabulüyle tedavisi imkânsız zehirler kazanılmıştır. Zehrin arındırılması ve yayılmasını önlemek maksadıyla tıp benzeri operasyonlar şart olmuş; Hak ve halk için batıl yani kötü veya nefsi olan her şeyin ortadan kaldırılması zaruri kılınmıştır.

Yaratıcı Allah’ın hâkimiyetine karşı yaratık beşeri egemen kılabilmek için ortaya çıkarılan sekülerizm odaklı demokrasi öyle bir zehirdir ki, kötülüğü meşrulaştıran yegâne kuvvettir.
Demokrasi her ne kadar çoğunluğun söz sahipliği, gücü veya iktidarlığı olarak tanımlansa da, aslında  “Allah yerine hümanite, İslam yerine demokrasi” manipülasyonlarıyla elde ne din ne iman ne insanlık ne barış ne ahlak ne de adalet bırakmıştır.

Kaynağını batıllıktan alan demokrasi; nefse galebe çaldıran her düşünce ve davranıştır. Öyle ki, Allah’ın yasak kıldığı haramları meşrulaştıran bir cehennem kapısıdır. Dolayısıyla demokraside azan her nefsin söz hakkı bulunmasından insanlık, insanlığı yiyip bitiren teşviklerle doludur.

Doymak bilmez nefisleri yan, şeytanı memnun edebilmenin yolu demokrasiden geçer. Böylece yasalar gayri vahyi suçları hazırlar, suçluyu da işlemesi için azmettirir. Dikkat edilirse suçluları teşvik eden demokratik yasalar, insani yasaların yanında daha çoktur. Dolayısıyla demokratik yani nefsi yasalar, adaletsizliğin ve zulmün en berbat şeklidir.

“Neye göre iyi; neye göre ahlaklı; neye göre doğru; neye göre yanlış; neye göre adil” kararını yaratıcı Allah mı yoksa nefisler mi vermeli sorgusu, muhakeme edebilen her insan için yeterli bir anahtardır.

İnsanlık, demokrasi gereği yaratıcısını ve insani değerlerini yontarak öyle ucube bir yaratığa dönüşmüş ki, organını eline alan havarilerin sokaklara dökülerek daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi ulumalarıyla naralar atmaları gibi. Oysa daha fazlası ancak Allah hâkimiyetini teoriyle değil, pratikle olarak ortadan kaldırmakla mümkündür. Dolayısıyla ancak kaderin tanıdığı izin kadar ahkâm kesilebilmektedir.  

İslam’da nefse göre seçme hakkı yoktur. Herhangi bir Müslüman’ın kendi istek ve düşüncelerine göre inisiyatifte bulunamaz. Hiçbir Müslüman; Kur’an karşıtı bir fikre, davranışa ve iktidarlığa geçit veremez; talep edilen bir özgürlüğü, sekülerizm, laiklik ve demokrasiyi kabul edemez. Çünkü Allah, hiçbir şart ve koşulda kabul edilmemesini emretmektedir.

Ancak kendilerine pranga vurdurarak ve boyunduruk taktırmak suretiyle paryalığı kabul ederek yaratıcılarını az bir bedel karşılığı satmış olan Müslüman kimlikler yüzünden hak ve tek din İslam batıla peşkeş çekilebilmiştir.

Neden Müslümanlara demokratik tüm haklar gayrimeşru ve seçildikleri hükümetler batıllar tarafından geri alınmak istenmektedir; hiç düşündünüz mü? Çünkü İslam, demokrasi karşıtı bir egemenliktir!

İslam, Allah iradesi ve hükümlerine kayıtsız ve şartsız teslimiyet; şeytanın temsil ettiği batıllığa ve kötülüklere karşı mücadele; hak ve adaletin tesisi için cihad; Allah nezdinde ki suçlulara ceza, adaletin egemen olabilmesi için ırk, din, sınıf ve mevki ayırımı yapmaksızın hukuk önünde eşitlik, zenginin yoksulu gözetmesini emreden bir düzendir. Kötülüklerin elçisi şeytan ile iyiliklerin elçisi Peygamberlerin vahyi hükümler çerçevesinde mücadelelerini meşrulaştıran âlemşümul bir düzendir.

Fitne, kötülük, haksızlık ve adaletsizliklerin ortadan kalkabilmesi için şeytanla yani batılla cihad zorunluluğu tartışılmaz bir kural olup; şeytanın kıyamete kadar misyonunu sürdürecek olmasından dolayı kötülüklere karşı mücadele için gerekli olan savaş, iyinin var olabilmesi adına mutlaktır. Dolayısıyla İslam, batılla yani şeytanla diyalogu reddeder; sertliği ve cengi şart koşar.

“Ancak Müslümanlar kardeştir” hükmü gereği, Müslüman olmayanlarla kardeşlik, birlik, beraberlik hatta dostluk çatısı altında bütünleşmek yasaklanmış ve haram kabul edilmiştir.  
Barış, ancak İslam hükümlerinin egemen olduğu bir doğrultuda geçerlidir. Peygamberimizin müşriklerle yaptığı ilk Hudeybiye barış anlaşması, İslam hukuk devletinin egemenliği altında yapılmıştı. Vahyin temel mesajı, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar batıllarla ve işbirlikçilerle savaşmak, farz kılınmıştır. Ayrıca Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve Allah’ın indirdiği hak düzeni bozmaya çalışanların nasıl cezalandırılacağı da Maide Suresi 33. Ayetinde açıkça emrolunduğu halde, Allah’ın gücünden ve yaptırımından değil de batıl güçlerden korkanların “barış ve kardeşlik” söylemleri, ancak ürkek sefillerin siperlendikleri bir örümcek kalkanıdır. Onlar barış ve kardeşlik dedikçe batıllar cesaretlenip daha da vurmakta, dolayısıyla ne yakarışları ne de teslimiyetleri bir fayda vermektedir.

“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (Batıllığa) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür. Enfal 39

“Allah ve Resûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır” Maide 33

“Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değeri (dünya malını ve nefsi istekleri) satın aldılar da (insanları) O’nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür.” Tevbe 9

“Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden ve felaketlere karşı sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız.” Al-i İmran 142

“Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” Maide 49

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisa 7

“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.” Nisa 84


“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab 36

30 Ekim 2017 Pazartesi

Akıl ve bilim öyle manipülasyondur ki…

Şeytanın insanoğlunu zehirlediği bir vesvesedir!

Oysa ne akıl ne de bilimin bedence ortaya çıkan kuvvetler olmadığı, doğrudan ruhun güdümünde etkileşen erkler oldukları pratik hayatla kanıtlıdır. Çünkü ruhsuz ya da Allahsız bir akıl ve bilimin eceli geldiğinde nasıl çerçöp olduğu tartışmasız bir gerçektir.

Bedeni bir akıl ve bilim, özgür ve mutlak bir güç değil, beden öncesi yaratılmış olan ruhun direktifindedir.  Böylece yaratıcı Allah’ın etkisi ve yönlendirmesi altında olan yaratılmış akılların bağımsız olabilmeleri, özgürce düşünüp karar verebilmeleri, dilediğini yapabilecek hür bir iradeye sahip olabilmeleri, bilimi üretebilmeleri kabul edilebilir değildir. Çünkü içinde yaşanılan dünya hatta kâinat laboratuarı tamamen aksini ortaya koymaktadır. 

Akılcılık, tek başına vahye zıt düşen ve inkâr eden beşer egemenli fiziki bilgiyi, atomculuğu, kuantumculuğu, genetikçiliği, beyinciliği, pozitivistliği ve rasyonalizmi savunur. Ayrıca, bilimi var edenin vahiy olduğu gerçeği bir türlü kabul edilmek istenmez. Tıpkı meniden oluşan bir yaratığın, yaratıcısı Allah’ı reddetmesi misali!

Pozitif bilim; aklı, düşünceyi, duyguları, maddeyi, bilgileri, mucizeleri, fiziği ve kendine uyarlayabildiği her şeyi sahiplenerek, ütopik teorileriyle yalan ve yanlışı kamufle eder. Ortaya attığı prensipleriyle abartılarını uzlaştırarak doktrinleşmesi, pratikte zerre kadar bir işe yaramamaktadır.

Etkin Aklın ya da Etkin Ruh veya Mutlak irade’nin Darwinizm’i, Freudizm’i, Ateizm’i, Sekülerizm’i, Laisizm’i, Pozitivizm’i ve Rasyonalizm’i ters yüz ederek, programladığı ruhları nasıl bilgilendirdiği ve yönlendirerek dilediği Hak yahut batıl düzenleri biçimlendirmek suretiyle konumlandırdığı aşikârdır. Bu gerçek, vahyi ve Mutlak İrade’nin üstünlüğünü reddedip, bedeni, beyni, mantığı ve iradeyi öne çıkararak maddeyi ve fiziği egemen kılmaya çalışan mühürlülere verilen bir cevaptır. Her olayda olduğu gibi!

Özellikle vahiy referanslı müminlerin rasyonalizmi, pozitivizmi, laikliği, özgürlüğü ve demokrasiyi sindirerek himaye edebilmeleri akıl almaz sapkınlığın tedavisi olanaksız özürlüleridir.

İnsanın inandığı gibi iman edememesi veya inanmadığı varlığın esaretinde bir yaşama mecbur kalması, düşündüğünü gerçekleştirememesi, doğruyu savunup yanlışta ısrar etmesi, demokrasiyi gözetip yıkmaya çalışması, hümanizmi savunup dehşet saçması ve yarın ne olacağını kestirememesi, tüm beyinci, fizikçi ve atomcu anlayışları çökertmektedir. Demek ki doğru yola, düşünebilen bir akıl ve olmayan özgür bir iradeyle değil, yaratıcı Allah’ın dilemesiyle erişebileceği anlaşılmaktadır. Şu halde, insanın hiçbir seçme hakkının bulunmadığı ya da kaderinin doğrultusunda bir seçime gidebildiği gerçeğinin yaşandığı dünyada fiziki kanıtlarla yetinilmeyip, ayetlerle de tasdik edilmektedir.

Etkin Ruh, nasıl bedenlere hayatiyet kazandıran ruhları güdüyor ise, Etkin Akıl ya da Etkin Duygu da, kulsal akıl ve duygulara hükmetmektedir. Bu sebeple ne akıl ne düşünce ne duygu ne de vicdan; iddia edildiği gibi özgür ve mutlak değil, yaratıcı Allah’ın etkisi ve yönlendirmesi altındadır. Hiçbir teorinin bu gerçeği değiştiremediği, yaşamsal kanıtlarla ortadadır.
İnsan aklı ve duyguların özü; bilmek ve hissetmek ise de, insan her zaman biliyor ve hissediyor yahut bildiğini veya hissettiğini yapıyor demek değildir. Dolayısıyla insanın bilebilmeye veya hissetmeye yetili olması, mümkün olmaktan öte iradesel hiçbir şey ifade etmemektedir.
Bir’den bir çıkar! İlk “bir”, zorunlu varlık yaratıcı Allah’’tır. O’nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Allah’ın özünden gelen gereksimdir. İlk neden ilk gerçekliktir. Allah’tan ilk ruh ve akıl ortaya çıkar. Çokluk, ruhla ve akılla başlar. Bundan da felek yani âlem ve nefsin akılları türer. Her akıldan da, o aklın özü ve cismi yani bedeni oluşur. Akıl cismi yani bedeni ruhsuz hareket edemeyeceğinden, akıllar sırasının sonunda Etkin Ruh bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri, insan özleri ve bilgileri doğar. Etkin Akıl, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de madde yani bilimdir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk akıl, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk akıl kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her soyut feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan ruhtur. Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemini Etkin Ruh, şeytan aracılığıyla dürter.
İşte gerçek ile yalanı ortaya koyan doğrular denizi öyle aleni ki, seküler-laik hezeyanlı akıl ve bilim adına öne sürülen iradesel tüm düzmeceleri kanıtlamakta; böylece ruhtan koparılmaya çalışılan akıl ve bilimin mezara konan çürümüş cesetten değil ruhtan, diğer bir ifadeyle Allah’tan çıktığını ispatlamaktadır.
İnsanın akıl ve bilim adına Allah ile yürüttüğü savaş her ne kadar eğitim ve öğretimle manipüle edilmek suretiyle Allah’ın kayıtsız-şartsız hâkimiyeti yok sayılmaya çalışılsa da,  ne kaderin ne de ölüm gerçeğinin önüne geçilebilmektedir.
Aydınlanma yani Çağdaşlaşma Çağı’nın önde gelen bayraktarlarından Alman Filozof G.E.Lessing’in şu ifadesi başkaca bir kanıta ihtiyaç bırakmamaktadır. "İnsanların olumlu bilim ve akıl ile aydınlatılmasıyla bir gün dine gerekseme kalmayacaktır."

Yapılan savaşın özü; eğer akıl ve bilim dinsiz olunca olumlu; dinli olunca olumsuz!

 “İşte biz o Kur’an’ı açık seçik ayetler halinde indirdik. Gerçek şu ki, Allah dilediği kimseyi doğru yola sevk eder.” Hac16

“Andolsun ki biz Kur’an’da insanlar için her çeşit misale yer vermişizdir. İşte hakkı tanımayanların kalplerini Allah böylece mühürler.” Rum 58-59

“Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı) kılar.” Yunus 100

28 Ekim 2017 Cumartesi

Nefsi iğfal eden şeytan…

Ne kadar iyi ise, Türkiye'ye huzur, güven, adalet, barış ve refah getireceği iddiasıyla ortaya çıkan “İyi Parti”de o denli iyidir.

Kötü dahi kötülüğünü iyilik adına yapabiliyor ise, iyi nedir; iyinin kuralını kim koymalıdır; iyi ve kötünün ne olduğunu gösteren kimdir?

Şüphesiz yaratıcı Allah! Çünkü tüm canlı-cansız her şeyi, iyi ve kötü olan ne varsa yaratan Allah olduğu için! Öyleyse neyin ne olduğunu yaratılan değil, yaratıcı Allah bildiğinden yaratılan beşerin kendi istek ve düşüncelerine göre hiçbir seçme ve karar verme yetkisi olamaz ama var olduğu ısrarı bozgunculuğun, karışıklığın, çözümsüzlüğün ve düzensizliğin biricik sebebidir.

Nefse göre iyi ya da kötü olan ancak nefsi arzulara göre biçimlenebiliyor ise, milyarlarca nefsin var olduğu bir âlemde dengeyi bulabilmek imkânsızdır. Dolayısıyla her nefsin kendi isteklerine göre içselleştirdiği iyi-kötü anlayışı öyle bir barbarlığı ve adaletsizliği doğurmaktadır ki, neyin doğru veya yanlış; iyi ya da kötü; düşman yahut dost olduğu yargısı, beşeri kararlar doğrultusunda meşrulaştığından kaos ve isyanların önüne geçilememektedir.

Ortaya çıkan beşeri her yeniye umut bağlaya insan, öze inmeyip yüzeysel bir yargıya vardığından beterin daha beterini yaşamaktan kaçamamaktadır. Böylece umudunu yitirmiş bir pespayelik içinde insanlığa ve hayata karşı güvensiz olunabilinmekte, dolayısıyla beşerden beklenilmemesi gerekenin beşerden beklenilmesinden dolayı umutsuz mahlûklara dönüşülmekte; Allah’a boyun eğilmemesine rağmen kaderde suçlanabilmektedir.  

Oysa yaratıcı Allah’tan başkasına asla umut bağlamaması gereken bir kul, umut bağladığı beşerin dilediğini yapabilecek bağımsız bir güç ve iradesinin bulunmadığı idrakine sahip olması halinde ne aldatılabilecek ne de ihanete uğramanın hebalığını yaşayacaktır.
 

İnsan öyle ahmaktır ki, hakikaten güvenip umut bağladıkları hilkatteki eşlerinin hükümranlıktan bir nasipleri olmuş olsaydı, bırakın kendilerine vaat ettikleri bir şey vermelerini, galebe çalmış nefsi ihtiraslarından ötürü çekirdek filizi kadar bir şey bile vermez hatta koklatmazlardı.   

Yaratıcısı Allah’ın verdiğini beşerden bilen insan öyle nankördür ki, kendisine verilenlere nankörlük yapmasından başına gelen zilletsi felaketlere duçar kalmaktadır. Hani nerede umut besleyip dileklerine kavuşturma sözü verenler? Hani nerede dillerinden sefa sürdürme sözleri dökülen o lider veya partiler? Hani nerede egemenlik nutukları atanlar?  Hani nerede adalet, eşit haklar, mal ve can güvenlikleri?

Allah, her peygambere dolayısıyla insanoğluna insan ve cin şeytanlarını düşman kılmış ise de, yinede aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözlerin fısıldanması devam edebilmektedir.

Sanki aldatmak için kurulan onlarca parti kâfi gelmiyormuşçasına “İyi Parti” adında kurulan söz konusu parti, cüretkârlığından dolayı toplumun nasıl muhakemeden yoksun akılsız bir yığın olduğunu kanıtlamaktadır.

Farklı düşünce, fikir ve inançtaki güruhun sırf halkı sömürebilmek için bir araya gelmiş olmalarına kanıt; vatan ve adalet adına temelsel aykırılıkları görmemezlikten gelen manipülasyonlarıdır. Birbirlerinden değişik uç düşüncelerin tek çatı altında toplanarak vatan ve adalet etrafında bütünleştiklerini iddia etmeleri, deveyi iğne deliğinden geçirmekten farksızdır.

Ki, İslam’ı yeryüzünde egemen kılabilmek için yegâne amaçları Allah’ın hükümlerini yaymak olan Osmanlı Devletini kuran Kayı Boyu Müslüman Türklerin sembolünü kullanmalarının nedeni, reytingler kıran “Diriliş Ertuğrul” dizisinin halkın üzerindeki etkisinden nemalanabilmek ve sözde Türkiye’yi diriltebilecek bir güç esemesi oluşturabilmek içindir. Üstelik partinin neredeyse tamamı Osmanlı ve Kayı ilkesinin düşmanı olup, İslam’a, Kur’an’a yani şeriata daha beter hasımdırlar. Seküler-laik bir bazda politika yapacak olan “İyi Parti”, nasıl olurda kendisini Osmanlı ve Kayı Boyu ile özdeşleştirebilmektedir?

Bu sebeple ölü doğan İyi Parti’nin lâkabı yanıltmamalı; fikirsel ve inançsal düşmanlıkları dostsal algısı oluşturmamalı; Osmanlı Devlet’ini kuran Kayı Boyu ile benzerliği aldatmamalı; manipülasyonlarına kanmamalı; ruhsuz felsefelerine kapılmamalıdır. İçlerinden hangisinin hayatlarındaki başarıları vardır ki, atıldıkları çöplükten çıkıp geriş dönüşümlerinin kıymeti harbiyesi olabilsin?

Şu çok iyi bilinmelidir; küfür ile iman ya da hak ile batıl biraraya gelemez ve birarada yaşatılamaz. Eğer mümkün olsaydı, Allah indirdiği vahiyde, Müslüman, kâfir, fasık, münafık ayırımı yapmaz; iyi ile kötüyü veya doğru ile yanlışı derin saflara ayırmaz; dost ile düşmanı yahut senden olan ile olmayanı kutuplara bölüştürmezdi. 

Müslüman Türk Milleti’ni yok etmekte başarılı olamayan haçlı-siyonist güçler, “İyi Parti” unvanıyla kurdukları bir kalabalıkla amaçlarına ulaşıp ulaşamayacakları Allah’ın bir takdiridir. Geçmişte de medeniyet ve adalet denilerek manipüle edilmiş milletimizin kaderinin ne olacağını bilemesem de, bildiğim “İyi Parti”’nin Lawrence misali zilleti tekerrür ettirmek istediğidir.

Türkiye’de iyi olmayan hangi lider ve parti var ki,  “İyi Parti”’nin onlardan farkı olabilsin? Sonuçta tamamı seküler-laik bir din dışılıkta; dolayısıyla ölümden önce Allah’ı muhtaç bir kudret olarak görmediklerinden birbirlerinden farkları yoktur.

Müslüman Türk Milleti başkadır; Seküler-laik Türk Ulusu bambaşkadır!

 ”İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!” Bakara 177

“Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” Asr 1 

“Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu yapıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” Şems 1-10 

Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (iyi ve kötüyü) göstermedik mi?” Beled 8

Hayır! Bütün bunlara rağmen siz yine de dini yalanlıyorsunuz. Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır; onlar, yapmakta olduklarınızı bilir.” İnfitâr 9

Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidayete erenleri de en iyi bilen O'dur.” Kalem 7 

(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve «Ben müslümanlardanım» diyenden kimin sözü daha güzeldir?” Fussilet 33 


“Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.” Nisa 53

25 Ekim 2017 Çarşamba

Bir kıvılcım yeter…

Lakin o kıvılcımın çakılmasına layık olacak bir insanlık gereklidir!

Haksızlık ve adaletsizlikten yanan barbar dünyada bir kıvılcımın sıçramamış olması öyle bir lanettir ki, insanlığın bitip tükendiğine dair bir kanıttır.

Adaletsizlik sonucu doğan kuraklık insanları öyle çıldırtmış ki, tıpkı yoğun bir ateşin havadaki oksijeni tutuşturup yangın fırtınalarına ve rüzgârın etkisiyle türbülanslara sebep olması gibi küçüğünden büyüğüne, cahilinden bilgilisine kadar herkes manyaklaşmış ve sapıtmıştır. Çünkü yalanın içselleştirildiği seküler dünyada insanlık bulunmamaktadır.

Velev ki kötülüğe karşı iyiliği, haksızlığa karşı adaleti mukim kılıcı bir kıvılcım oluşmuş olsa da söndürülmeye çalışmakta sınır tanınmamaktadır.

Kimi hak yolda mücadele eden direnişçilerin adalet kıvılcımı yakabilmek maksadıyla barbar güçler karşısındaki mağlubiyetleri aslında zaferdir. Çünkü zafer fani dünya için değil, ebedi ahiret hayatı içindir. Haksızlığa karşı mücadele ederken şehid düşen, gazi kalan ya da esir olanlar kendilerini dünyaya adayanlar değil, doğrudan ahirete adayanlardır. Onun için her daim zaferin Allah'ta olduğunu bilmelerinden rızasına erişebilmek için kulluklarının gereğini yapmaktadırlar.  

Seküler-laik eğitim öyle bir yenilgi ve ruhu bedenden ayıran öyle bir ölülüktür ki, şeytanı insanlığa musallat eden bir zehirdir. Suçun üretildiği, suçların en vahşice işlendiği, sapıklığın en zirvede olunduğu, merhametin köreldiği, entrikaların çevrildiği, vicdanın yok sayıldığı, hak ve adaletin biçildiği bu zehirle insanlığa ulaşabilmek mümkün değildir. Ancak tüm gerçeklere rağmen hâlâ insanlığın seküler-laik eğitimde olduğu yalan ve dayatmalarından ötürü insanlığa fiyat etiketi konmuş; bilgisel terör adaklı kariyer, makam veya ödüllerle lağvedilmiştir.

Güneş, doğmasıyla birlikte her ne kadar dünyayı aydınlatıp ısıtıyor olsa da, karanlıklar içinde yaşayan insanlık ne aydınlanabiliyor ne de donmuş ruhu ısınabiliyor. Oysa aydınlanabilmesi ve ısınabilmesi için bir kıvılcım yeterli ama mutlak irade sahibi Allah, sapıklıkta haddi aşmış nankör insana o kıvılcımı layık görmemektedir.

Hak ile batılı birbirinden iyice ayırmayanların esenliğe kavuşabilmeleri imkânsızdır. Dirilerle ölülerin toplanma yeri olan dünya, geçmişiyle geleceğin tartışılmaz bir aynasıdır. Ancak körlerin çarşıda ayna satmaları gibi batıllıkla aydınlığa ulaşılabileceği iddiasında bulunanlar öyle kör, sağır ve idrakten yoksundurlar ki,  geçmişi dahi kavrayabilmelerine ipucu olamamaktadır.  

Sözde bilim adına vahyi gerçekler ve ruhsal âlem inkâr edilse de, bilimsel verilerin ortaya koyduğu dünya süreci bile uyanmalarına salık vermemektedir.

Öyle ki, 250 milyon y›l önce hava ve suda oksijen azalmasından ve fışkıran lâvlardan dolayı yaratılmışların yüzde 96’sı yok olmuştu. Dünya buzul çağları yüzünden dondu, sonra da
Kavrularak helak oldu. Son buzul çağı 114 bin yıl önce başladı ve 60 bin yıl sürdü. 18 bin yıl önce buzulların hapsettiği sular yüzünden okyanuslar % 5 küçüldü ve Asya’nın ucundan Amerika’ya yürüyerek geçenler oldu. Meteor (göktaşı) çarpması sonucu 65 bin yıl önce yeryüzünde yaşayan yaratıkların % 75’i (dinozorlar dâhil) yok oldu. 12 bin yıl önce Sibirya’ya çarpan bir göktaşı ve buzulların çözülmesiyle çığların ve sellerin etrafı kaplaması sonucu Mamut filleri yok oldu. 12 bin yıl önce Atlas okyanusunda Atlantis kıtasının depremle sulara gömüldüğü ve bu uygarlığın tamamen yok olduğu belirtiliyor.

Bilinenler, bilinmeyenler, iddia edilenler ve daha niceleri!

Asıl olan; Allah tarafından vahiyle bildirilen bilgiler yani Kur’an’da yazılanlardır…

Dayanıksız bir sudan, diğer bir ifadeyle nutfeden yani meniden yaratılmış insanın yaratıcı Allah ile boy ölçüşebilmesi veya kıyaslanabilmesi mümkün müdür ki, Allah'ın sözü üzerine bir söz söylenebilsin; Allah'ın değil insanın sözüne itibar edilebilsin? 

Hakikatlerin yalan sayıldığı seküler dünyada İslam düşmanı hokkabazların insanlık üzerindeki etkileri ne olursa olsun, sonunda karşı çıktıkları şeriatın hükmüne boyun eğerek ölmekte; böylece gözlerinden sakındıkları dünya debdebesini geride bırakmaktadırlar.     

Tutuşturulmaya çalışılan kıvılcımın aleve dönüşmesi tamamen Allah'ın takdirinde bulunmasından asla umutsuz bir kul olunmamalı, barbarların çöküşü için elden gelen arda konulmamalıdır. Ayakta kalabilmek ancak sürüngen güçlerin ayaklanmasını önlemekle orantılıdır. Dolayısıyla sürüngenleşmiş dünyada galebe çalmak o kadar kolaydır ki, yeter ki mutlak irade sahibi Allah'a güvenip tumturaklı kul olunabilinsin. Böylece şeytani vesveselere kulaklar tıkanır ve dünya için değil ahiret için zafere koşulur. 

Geçmişte olanlar, gelecekte olacakların habercisidir! Dolayısıyla dün, inkâr edilemiyorsa; gelecekte yalanlanamaz, inkâr edilemez.

“Sizden önce nice (milletler hakkında) ilâhî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah'ın âyetlerini) yalan sayanların âkıbeti ne olmuş, görün!” Âl-i İmrân 137 

“Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” İsra 19 

“O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.” Nisâ 74

“Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.” Duhâ 4

“Her şeyi alt üst eden o büyük felâket geldiği vakit, insan dünyada iken ne için çalıştığını hatırlar. Cehennem de gören her kişiye açıklığı ile gösterilir.” Nâziât 35

“Fakat siz (ey insanlar!) ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” A’lâ 17

“O gün bir takım yüzler zelildir, durmadan çalışır, (fakat boşuna) yorulur, kızgın ateşe girer. Onlara kaynar su pınarından içirilir. Onlar için kuru dikenden başka yemek yoktur, o ise ne besler ne de açlığı giderir.” Gâşiye 2 

“Onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş toplumların (acıklı) günlerinin benzerlerinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: Haydi bekleyin! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” Yûnus 102 

“Onları, sonradan gelenlerin geçmişi ve bir ibret örneği kıldık.” Zuhruf 56 

“Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.” Âl-i İmrân 126

19 Ekim 2017 Perşembe

Yanlış yaptı!

Yapılan bir yanlışı hazmetmek, kazanılmış öyle bir zehirdir ki, dilsiz şeytandan farksızlıktır. Bu sebeple şeytanlığı kabullenmemek adına yanlışlar sindirilmemeli, sahibine hediye etmekten kaçınılmamalı, asla kayırılmamalı, ana- baba-kardeş ve yakın aleyhine dahi olsa adaletle şahitlik yapılmalıdır.  

Adalete dayanmayan kuvvetin fırsatını yani çıkarını yakaladığı anda ne kadar vicdansız ve hoyrat olduğu nefis güdümündeki dünya hayatıyla sabittir.

İnsanın, vicdanın hatta kâinatın ruhu adalet ise; geriye kalan her şey mezbahaya muadildir.  İnsanlığı ruhtan arındırarak bedenden ibaret gören seküler odaklı düşünce ve düzenler, ruhu bedenden koparmasıyla insaniyeti öyle doğramıştır ki,  dünyayı hayat ve insanı insan kılan hakkaniyet harami bedellere peşkeş çekilmiştir.

İnsanoğlunun, özellikle iktidarların aşk ve tazimle bağlandıkları menfaat duygusu, artık tapınılan gizli bir tanrı olarak öylesine meşrulaşmış ve olağan bir davranış haline dönüşmüş ki; haksızlık ve adaletsizliklerin haklı bir gerekçesi olarak toplumlara aşılanmış, böylece çıkara dayalı menfaatperestlik siyasallaşarak yenidünya düzeninin anahtar ilkesi olabilmiştir.

Organizmada hastalığa yol açan bir mikrobun genel veya yerel gelişmesi ve yayılması nasıl sinsi bir düzenekte olgunlaşıyor ise; “çıkar” da aynı maskelikte ilerlemesini sürdürerek, hakkı bitirip haksızlığı egemen kılmaktadır. Ancak adaletsizliği sözde iyilik adına gerçekleştirmesi; çok geçmeden korkunç ve ürkütücü hilesini ortaya çıkarsa da, beraberinde telafisi imkânsız zararları da meydana getirmektedir. Başka bir deyişle; insanın, zevksel en doruğa ulaştığı anın cinsellikteki tatmini ve sonrasında yaşanılan hüsran dikkate alınarak bir sorgulamaya gidilirse, çıkar ilişkilerinin de aynı gidişatla bir anlık mutluluk ve yıkıcı üzüntüyü tattırdığı muhakeme edilebilecektir. Tahrip ettiği insanlığı zamanla eriterek bambaşka bir dönüşüme yol açması, içinde yaşadığımız seküler dünya ile kanıtlanmaktadır.

Gündelik ilişkilerden, devlet ve uluslararası birlikteliklere kadar; aşkta, iş âleminde, siyasette, dinde, bilimde, sosyal yaşamda ve her alanda, hatta aile arasında bile samimiyet ve dürüstlüğün doğranarak vazgeçilmez hale gelen çıkar münasebetleri erdemliği ve dürüstlüğünü kırmış; maskeli yüzlerin gizli veya aşikâr sömürüleri, dünyayı mezarsı bir karanlığa gömmüştür.

İlişkilerde sinsice beslenip saklanan nefsi menfaat, gerekli güveni sağladıktan sonra hiç beklenilmeyen bir anda öyle kalbi bir vuruş yapmaktadır ki, perişanlığın ardı arkası kesilmeyebilmektedir. 

Artık insanlık; vicdan, iyilik, barış ve merhamet gibi terimlerin kullanılamayacağı öyle bir dünyaya ile yok edilmiş ki,  adalete kıyasıya meydan okunarak yakılıp yıkılabilmiştir ama insani değerler pratikte değil sözde kullanılmak suretiyle aldatıcılık sürebilmektedir.

Oysa insanlığın yani vicdanın ya da adaletin ölçüsü, Allah’a ve kanunlarına kayıtsız-şartsız bağlılıkla mümkündür.  İnanmak yeterli değil, imanda ancak amelle kanıtlıdır. Dolayısıyla iman yerine küfrü tercih etmiş seküler-laik düzenin bir politikacısı adil davranamamaktadır.  

Mahatma Gandhi’nin çok güzel bir sözü vardır; “Haksızlığa sapıp bütün insanların senin peşinden gelmeleri yerine, adaletli davranıp tek başına kalman daha iyidir.”

Kuvvetle muhtemel solcular, laikler ve Kemalistler gibi diğer seküleristlerin takdirlerini kazanıp oylarını lehine dönüştürebilmek için Cumhurbaşkanı Erdoğan, milletin diğer vatandaşlarına sağlamayacağı bir ayrıcalıkla, hasta olan Deniz Baykal adlı şöhretli bir vatandaşa özel uçağını tahsis ederek dünyanın bir ucundan ünlü bir cerrahı getirtebilmesi asla kabul edilemez. Çünkü ülkede sayısız doktorlar bulunup, hasta olan her vatandaş sağlığını kazabilmek için onlara mecbur bırakılmakta ve Deniz Baykal denen şahsa gösterdiği ayrıcalığa ve ihtimama kavuşamamaktadırlar.

Ki, onlar, vatanları uğruna ya canlarını vererek ya da birçok yerlerinden sakat kalarak mücadele verdikleri halde!

Türkiyede zinanın serbest bırakılmasıyla birlikte evli ve çocuklu hatta torun sahibi olanların zinalarına ilk meşruiyeti kazandırarak bayraktarlık yapan Deniz Baykal, partisinden, evli bir kadın milletvekilli ile olan ilişkisinin kamuoyu önünde deşifre olmasıyla beraber her ne kadar komplo yapıldığı gerekçesiyle ahlaksızlığını örtbas etmeye çalışmış olsa da, vicdanlardan söküp atamamıştı.

Ömrü boyunca Allah'ın hükümlerine, diğer bir ifadeyle İslam'a, Kur'an'a ve Şeriat'a savaş açarak küfürde sınır tanımayan Deniz Baykal, seküler-laik arenanın dayatmasıyla ahlaksızlığının üstü örtülmüştü. Ne var ki, Deniz Baykal'a karşı İslam ve ahlak adına cephe alması gereken muhafazakâr hatta İslamcı algısı taşıyanlarda manevi değerlere ihanet ederek, ona sahip çıkabilmişlerdi.

Lakin halkı Müslüman olan Türkiye 'de zinayı serbest bırakan Ak Parti ve Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, aynı hümanist düşünceyle din ve namus düşmanı Deniz Baykal'ı sahiplenmiş ise de, milletten daha üstün ve itibarlı tutabilmesi, adalete ihanetin ta kendisidir.
Ne demektir, ülkede görev yapan dâhili doktorlara güvenmeyip de tahsis ettiği bir uçakla özel bir cerrah getirilebilmeleri? Öyleyse rahatsızlık geçiren her vatandaş içinde özel uçaklar ve doktorlar tahsis etmesi gereken Erdoğan, devletin başı bir cumhurbaşkanı olarak adil olması zaruri iken, Baykal'a gösterdiği mümtaz bir ayrıcalık; gaflet, delalet hatta hıyanet değil midir?

Gerçek bir siyaseti imar edemediklerinden her şart ve koşulda hak ve adaleti ilke edinmeyen hükümetler,  hem kendilerini hem de sevk ve idareyle yükümlü oldukları halklarını mahvetmekte, dolayısıyla adil bir düzeninin inşasına engel olmaktadırlar.

Oysa halkın temel besini adalettir. Adaletle hükmedilen bir halk, asla maddi ihtiyaçlar için isyan etmez, suç işlemez, günaha kalkışmaz ve şikâyetlerini maddiyata dayandırmaz.

Her kim olursa olsun, ister dost-ister düşman, ister yakın-ister uzak olsun hayatın en önemli prensibi, hiç kimseye hiçbir şekilde adaletsiz davranmamaktır.  Dolayısıyla nefsi menfaati zihin ve kalplerden söküp atamadıkça, adil olunamaz.

“Kahrolası insan! Ne de nankör!” Abese 17

“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”
Maide 105

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır. “ Nisa 135 


“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir. “ Maide  8

17 Ekim 2017 Salı

İslam’da mezhep olamaz ve yoktur…

Bu sebeple mezhep denilen ekoller apaçık dinlerdir! Dolayısıyla dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen düşmanlık, çatışma ve savaşlar mezhep değil din savaşlarıdır.

Allah’ın vahiyle indirdiği Kur’an’da hiçbir ayrılık bulunmadığı ve son derece açık ve anlaşılabilir olduğu ümmi bir peygamber olan Hz. Muhammed’in resullüğüyle kanıtlıdır.

Mezhepler anlayış, görüş ve yorumlarıyla Kur’an ve sünnet üzerinde öyle bir otorite sahibi olup haddi aşmışlardır ki, metod ve görüş adına beşeri fikirler sünnet manipülasyonuyla vahiyle özdeşleştirilmiş hatta öne geçirilmiştir. 
 
Sanki Allah Resulü, Kuran dışı bir ahkâm vermiş yahut Kitabullah’a muvafık olmayan tek bir görüş ve tefsirde bulunmuş gibi ayet ile sünnet farklı kuvvetlermişçesine alttan alta ayrılmış; dolayısıyla Hıristiyanlık ve Yahudilikte olduğu gibi Allah’ın dini İslam, mezhepler adına bozulmaya çalışılmıştır. Bozulmuştur demiyorum; çünkü İslam, Allah’ın koruması altındadır!

Hem ayetler hem de ayetlere muvafık hadisler öyle alenidir ki, içlerinden çıkarılacak hiçbir gizlilik veya muamma bulunmamaktadır. Zaten rahip ve hahamlarda İncil ve Tevrat’a müdahale ederek aynı gerekçelerle bozmamışlar mıydı?

Bir âlimi değil bir ümmiyi zatına resul seçen Allah, olabilecek fitnelenin küfre yol açabileceği ve vahiyden uzaklaşıp bölünmelere ve karışıklıklara neden olabileceği hesabıyla insanları her ne kadar uyarmış ise de, şeytan vesvese sokarak inananları öyle saptırmıştır ki, ortaya çıkan müctehidler de din kurucuları haline gelmişlerdir.  

İslam, bir Hıristiyanlık ve Yahudilik değildir ki, mezhepler İslam dininin bir gerekliliği olabilsin!  Zaten Peygamber Efendimiz zamanında olmayan mezhepsi inançların nasıl hurafeler oldukları açıkça anlaşılabilmektedir. Ki, ne Kur’an ne de sünnette kesinlikle yer almayan mezhepleri Allah ve Resul’ünün hükmü olarak kabul etmek mümkün değildir.

İslamla şereflenmek ancak Kur’an’a iman ve itaatle mümkündür. Dolayısıyla tüm ibadet ve amellerin Kuranı Kerime göre olması tartışmasız bir zorunluluktur. İslam ile ilgili her sorunun cevabı mutlaka Kur’an’da mevcuttur ve hiçbir yoruma ihtiyaç duyulmayacak aşikârlıktadır. Gerçi hadis ve sünnetlerde Kur’an’daki ayetlerin ta kendisidir ancak ezan, namaz ve abdestin nasıl okunarak kılınacağı ve alınacağı ile ilgili fiziki ibadetler sünnetle muteberdir ise de, onlarda da bir ittifak sağlanmayıp farklı içtihadlar içerdiği hatta birbirlerinin ardına kıldıkları namazı daha sonra tekerrür ederek kendi mezhebi inançlarına göre ifa ettikleri malumdur.
Her ne kadar Kur’an’ın vahiy olduğuna iman ediyor olsak da, Peygamber Efendimiz aracılığıyla bildirilmesinden dolayı fiziki açıdan hadistir. Bu sebeple Allah Resulü, vahiyle kendisine indirilen hükümler üstünde hiçbir katkıda bulunmamış; ne ilavede ne eksiltmede ne de herhangi bir inisiyatife kalkışarak hüküm vermiştir.     
Ayet, hadis ve sünnetlerin farklı kesimlerce yorumlanmasıyla ortaya çıkan görüş ayrılıkları fitnedir; dolayısıyla İslam’a atfedilen mezhepler nefsidir hatta küfürdürler.  
Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerinde mezheplerin bulunmaları, esasları itibariyle olağandır. Çünkü kitapları İncil ve Tevrat’a müdahale etmiş olmalarından ve Kur’an’ın vuku bulunmasından lağvedilmişler; dolayısıyla kaynakları mezhep anlayışını geçerli kılmıştır.
İslam dini yorumlarla anlaşılamaz. Önce iman gereklidir; iman da doğrudan Allah’ın hidayetiyle mümkün olduğundan beşeri hiçbir katkı etki yapamaz. İmansız bir ilim, ruhsuz bir beden gibidir! Çünkü doğru yola ulaşabilmek için canı gönülden bir teslimiyet ve ayetlere kayıtsız-şartız iman etmekle hüviyet kazanılabilir. 
Mezheplerin Kur’an’a aykırı, muvafık olmayan, hadis ve sünnetle örtüşmeyen sözleri karşısında esas olan Allah ve Resul’üne iman öylesine kadük bırakılmaktadır ki, İslam’a inanan bir kimse Müslümanlık yüceliğine erişememektedir. Ayet ve sünnetleri âlimlerin dışında sıradan bir Müslüman’ın anlayamayacağı yargılarla peşin hüküm doğmuş; böylece fevkalade kolay ve anlaşılır olan Kur’an’i gerçekler gizlenilmiştir.
Oysa Allah, birçok ayetinde Kur’an’ı kolay ve anlaşılabilir bir üslupla açık ve net olarak gönderdiğini bildirmiştir. Eğer Kur’an’ın kavranabilmesi için herhangi bir ayette müçtehidlere inisiyatif verilip şart koşulmamışlar ise, iman derecesindeki gereksimleri nedendir? Sadece öğretiden ibaret ise, neden insanlar ’anlamaz denilerek’ aşağılanırcasına ayetlerden uzaklaştırılıp hurafesel sözde hadislerle iğfal edilmektedirler? Allah’ın Kur’an’da anlatamadığını müçtehidler mi başarmıştır? Yahut Kur’an anlaşılamıyor da, Risale-i Nur gibi kitaplar mı kolaylaştırıyor? Öyleyse Allah (haşa) aciz midir?
İman edememiş tefsirci ve akademisyen nice müctehidlere şahit olunduğu bir dünyada, asıl olan iman mıdır; müctehidlik midir? İctihad sahibi yalnızca müctehidler ise, sıradan Müslümanlar imana ulaşıp hükümleri yerine getiremezler mi?  
Yahut imanın şartı büyük bir İslam âlimi ya da kendisine mürid olmak mıdır ki, Allah’ın hükümleri anlaşılamamakta; böylece iman edilememektedir? Öyleyse  (haşa) Allah yalan mı söylemektedir? Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed bir ümmi değil de âlim miydi ki, ayetlerin yüksek manalarını anlayabilmek için müctehidlerin zaruriyetlerine ihtiyaç duyulabilmektedir?
Neden kitabın esası olan muhkem ayetlere değil de, peygamberlerin dahi bilemediği müteşabih ayetlere tevil yani yorum getirmek suretiyle kolay zorlaştırılıyor; âlimler peygamber hatta Allah seviyesine yükseltilip daha bilgili ve ehven kabul edilebiliyorlar?
(Ya Muhammed!) Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.” Bakara 272

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir.” Enam  125 

“Doğru yolu göstermek bize aittir. Şüphesiz ahiret de dünya da bizimdir.” Leyl 12- 13

 “Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar. “ Al-i İmran 7
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Ahzab  36 
“Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fasıklar inkâr eder.” Bakara  99 
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” Bakara 159 
“Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu?” Kamer  17 

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.” Araf 146 

15 Ekim 2017 Pazar

Sultan Abdülhamid’in mirası Kur’an ve Sünnetti…

Dolayısıyla mirasçı olarak fışkıran yığınlarda maddi hiçbir hak talep edemez.

İslam esası üzerine kurulmuş Osmanlı Devletinde herhangi bir sultan ya da hanedan üyesinin şahsi despotizmi, sultalığı, malı ve serveti bulunamaz. Çünkü var olma amaçlarının sadece Allah için olduğuna söz vermişler; bu uğurda yola çıkarak kendilerini küfre karşı imanı galebe çalabilmek için cihada adamışlardır. 

Allah’ın tek ve hak dini İslam’ı ve Peygamber Efendimizin hak sünnetini yaymak üzere eline aldığı cihad bayrağı ile devasa bir imparatorluk haline gelmek suretiyle yaklaşık 30 milyon kilometre karelik bir yüz ölçüme ulaşan Osmanlı Devleti sultanlarına baba ve dedelerinden kalan tek miras, cihad aşkı, İslam gayreti, güzel ahlak, haksızlık ve adaletsizliklere karşı hiçbir şart ve koşulda rıza göstermemek, zalimi defedip mazluma yardım etmek ve fitne yok edilinceye kadar batıla karşı fetihler gerçekleştirmekti. 

Bir Müslüman'ın hatta bir İslam devletinin ihtişam ve debdebesi şahsı için değil Allah içindir. Şüphesiz helal olan servet ve miras haktır ama o miras, halkın kanlarıyla inşa edilmiş bir devlet ise, söz sahibi doğrudan halktır.

Lakin devleti sadece kendinden ve hanedanından ibaret bilip halkını kul yani köle gören bir düşünce İslam değildir ve Osmanlı sultanları da asla böyle bir anlayışa sahip olamaz ve olmamalıydı. Ancak olmaya başlamasıyla da cihaddan vazgeçilerek fetihler durmuş; Allah'a dayandırılan devletin batıl Avrupa'ya meyletmesiyle çöküş başlamış; saltanatın ivme kazanmasıyla da yıkılarak helak olmuştur.

Hatalarına rağmen Osmanlı Devleti'ne duyulan hayranlık ve çekilen özlemde İslam esası üzerine hükmetmesi; kul olabilme itikadını taşıyarak vahyin emrettiği hak ve adaleti gözetmiş olmasındandı.

Yoksa bana ne; sultanlardan, hanedandan ve ortalıkta dolaşan para avcısı şehzade ya da sultan artıklarından. 

Hep aklıma takılan; Osmanlı Devleti'nin o kadar sultanı olmasına karşın neden sadece Sultan Abdülhamid'in devasa nitelikteki mirasından ve vasilerinden söz edilmesidir. Acaba diğer padişahlar hiçbir miras bırakmamış ve mirasçıları bulunmamakta mıydı? Ya da atfedilen miras haçlı-siyonist düşmanlarının bir fitnesi midir? Yahut bıraktıkları İslam ve cihad aşkı miras olarak yeterli bulunmayıp zenginliğe mi odaklanılmıştır?

Birçok küfür beldelerini fethederek Osmanlı Devleti'ni kuran Osman Gazi, vefat edip Bursa'ya defnedilmesi akabinde bıraktığı maddi miras hesaplanmıştı. Üstelik saraya ve Bizans'a hükmeden Koca Osman Gazi, geriye birkaç at, bir kat elbise, bir çift çizme, eyer takımı, tuzluk, kaşıklık ve yüz kadar koyunla birkaç çift de öküz kalmıştı. Ne malı ne de parası vardı! Ki, koyun sürüsü de devletin malı olup, padişah şöleninin gerektirdiği emtiaydı.

Gerek Allah Resulü, gerekse halifelerde miras olarak ne mal ne de para bırakmışlar; Allah'ın yüce dini İslam'ı yegâne servet görmüşlerdi. Eş, evlat ve yakınları da kendilerine bırakılan böylesi bir mirastan dolayı mutluluk duymuşlar; şerefin ve zenginliğin en doruğuna kavuşmalarından ötürü sevinmişlerdi.

Osmanlı hanedanından geldikleri gerekçesiyle av peşinde koşan süprüntü şehzade ve sultan numuneleri cihad ehli devletlerini, halkını, vatanlarını ve şereflerini öyle sömürüyorlar ki, İslam ve Osmanlı maskeleriyle olmayan haklarını elde etmeye koyulabiliyorlar.

Oysa Osmanlı soyunu taşıyarak Osmanoğlu olmak asla bir ayrıcalık ve avantaj değildir. Çünkü kulun kula üstünlüğü ancak takva iledir. Ama insan öyle budaladır ki, kimini peygamber soyundan gelen bir seyid olduğu sebebiyle baş tacı yapar; kimini Osmanlı soyundan gelmesinden dolayı sultan yapar; kimini bilmem nereden geldiğini gerçekçe göstererek evliya yapar. Hâlbuki Allah yolunda cihad eden veya şehid olan birinden daha üstün kim olabilir ki, onlara saygı duyabilinsin.

Sultan Abdülhamid'in varisleri olarak ortaya çıkanların büyük bir kısmı dünyadaki farklı ülkelerin vatandaşları olup, Osmanlı Devleti zihniyetinin zerresine sahip değillerdir. O asalakların hedefi gizli bir dolandırıcılıktır. Devletleri, halkları, vatanları ve dedeleri için ne yapmışlar ki, miras talebinde bulunabilme cüretini gösterebiliyorlar?

Öyle kibirli, menfaatçi, lüpçü, fırsatçı ve kendilerini Kaf dağında gören bir haldedirler ki, milletin malına göz dikerek kursaklarından geçirmeye kalkışabilmektedirler.

Eğer Abdülhamid Han'ın üzerine kayıtlı bir mal varlığı zapt altına alınmış ise, o, ne şahsı ne de geriye kalacak yakınları içindi. O günün şartlarına göre Müslüman milleti adına vekillik yapmış ve hazineye ait olan mala ihanet edercesine zimmetine geçirmemişti.  En sıkıntılı döneminde dahi borçlarına karşılık Filistin topraklarını çok yüksek bedellerle İsrail'e peşkeş çekmemiş Sultan Abdülhamid, günümüzdeki hazırcılar için mi cehenneme razı olacaktı? Çünkü kendini Allah'a adamış Abdülhamid Han, dünya malını ahiret karşılığı satan bir muttakiydi.

Osmanlı Devleti her ne kadar monarşik bir yapıya sahip olsa da, diğer monarşilerden kendini ayıran İslam inancıydı. Dolayısıyla Allah'ın ipine sarılmasından adaletiyle üstün bir vasfa ulaşmış; iman etmiş halkıyla da cenk, hizmet ve merhametiyle sınırları aşabilmişti. Dünyayı sadece vatanından ibaret saymamış; yeryüzünü Allah'ın arzı bilmesinden diğer topluluklara da Hakkı ve adaleti yaymak gayesiyle zalimlerle mücadele ederek zulümlere son vermeye çalışmıştı. Zaten cihad şuurunu edinerek aşkına tutuşmuş olması, küfürden arınmış bir dünyayı var edebilmekti.  

İçlerinden kimi sultan ve avaneleri şeytanın vesvesesine kanarak Allah yolundan yüz çevirip batıla sapmış olsalar da Sultan Abdülhamid Han, asla onlardan değildi. Dolayısıyla devlet hazinesini yani malını kendi zimmetine geçirmeyecek kadar üstün bir iman ve ahlak sahibi olmasından geçiminin dışında şahsi ne malı ne de parası mevcuttu.  Çünkü onun için Müslümanlıkla şereflenmiş olması, Allah'ın dinine ve insanlığa hizmet etmesi en yıkılmaz bir iktidarlık ve tükenmez bir zenginlikti.

Sultan Abdülhamid Han'ın mirasçıları olarak bugün ortalığa dökülen sözde varisler kimlerdir biliyor musunuz; Abdülhamid Han'ı tahttan indiren İttihak ve Terakki mensuplarının fışkırttığı artıklardır.

Din elden gitmiş; hilafet ilga edilmiş; İslami düzen yıkılmış; Sultan Abdülhamid tahttan indirilmiş; kardeşi Sultan Mehmed Vahdettin sürgüne gönderilip San Remo'da vefat etmesi üzerine cenazesine alacakları tarafından haciz konulduğundan ortada kalmış; borçları eski Suriye Devlet Başkanı Ahmet Nami Bey tarafından ödenerek Suriye'ye getirilmiş umurlarında değil ama sıra mala gelince aslan olup hak iddia edebilmektedirler.

Osmanlı Padişahlarının tek bir mirası vardı; Kur'an ve Sünnet. Eğer illa miras peşindeyseler, cihada çıkıp fetih yapsınlar ki, istismar ettikleri sözde dedelerinin rızasını kazansınlar.

 “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz? “ En'am 32

“Bir peygambere, emanete hıyanet yaraşmaz. Kim emanete (devlet malına) hıyanet ederse, kıyamet günü, hainlik ettiği şeyin günahı boynuna asılı olarak gelir. Sonra herkese -asla haksızlığa uğratılmaksızın-kazandığı tastamam verilir. Al-i İmran  161 


“De ki: Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır. Yunus  58